"Küçük bir azınlığın daha çok servet biriktirmesinin yolu koca bir ülkenin yoksullaştırılmasından geçiyor, buna itiraz edilmemesi için ise daha çok dinselleşmeye, gericiliğe, cehalete ihtiyaç var."

Hasan Ali Yücel’in Köy Enstitüleri’nden evrimin çıkarıldığı müfredata

Kendimize hep sormamız gereken bir soru var: Acaba neden 100 yıllık Cumhuriyet’in 22 yılında Türkiye’yi temel içgüdüsü Cumhuriyet’ten rövanş almak, onu çökertmek olan bir parti ve Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin anti-tezi olan bir siyasal ideoloji, yani siyasal İslam yönetti, daha da yıllarca yönetecek, nasıl olabildi bu?

Bu sorunun çok açık bir yanıtı bulunuyor: Bugünkü iktidarın bir tarih öncesi var, o tarih öncesinde de Türkiye’nin sermaye düzeninin ve yönetici sınıfının sol düşmanlığı var. Cumhuriyet’i sol düşmanlığı, halk düşmanlığı, antikomünizm yıktı, sol düşmanlığıyla açılan kapılardan giren gericilik Cumhuriyet’in sonunu getirdi. 

Meseleye hep buradan bakmak, Türkiye tarihini buradan, sol düşmanlığı ve antikomünizm üzerinden okumak gerekiyor; oradan okudukça bugünü anlıyoruz, oradan okudukça çözümün nerede olduğunu görüyoruz. 

İki gün önce Hasan Ali Yücel’in, bizim şairimiz Can Yücel’in “çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” diye andığı babasının 63. ölüm yıldönümüydü. Hasan Ali Yücel 26 Aralık 1938’den 5 Ağustos 1946’ya kadar Milli Eğitim Bakanlığı yaptı. Ne solcu ne de komünistti ama Cumhuriyet’in devrimci karakterini yitirmeden, son barutunu tüketmeden önceki son Milli Eğitim Bakanı’ydı. 

Dediğim gibi Hasan Ali Yücel solcu ya da komünist değildi ama –mistik birtakım inançları olduğunu da söylemeden geçmeyelim- bir cumhuriyetçi, bir aydınlanmacıydı; izlediği eğitim ve kültür politikalarıyla Batı hümanist düşüncesinin ve aydınlanma felsefesinin bu topraklara girişinin en önemli taşıyıcılarından biri oldu bu nedenle de. 

Tek parti iktidarının giderek gericileştiği ve daha Soğuk Savaş yokken bile antikomünizmin adım adım siyasetin merkezine doğru ilerlediği bir konjonktürde, bu eğitim ve kültür politikalarını ancak solcu, komünist aydınlarla yürütebileceğini biliyordu Hasan Ali Yücel ve bu yüzden onlara alan açmaktan hiç kaçınmadı. Öyle ki kendi hükümetinin1938 Donanma Davası diye bilinen düzmece bir davayla içeri attığı Nazım’a Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını çevirtip bakanlık bütçesinden telif ödüyordu.

Yücel’in Köy Enstitüleri öncesi ve en az onun kadar önemli bir diğer icraatı 1940 yılında bakanlık bünyesinde bir Tercüme Heyeti kurması, o heyetin de tercüme faaliyetleri için bir büro oluşturması ve başına Nurullah Ataç’ı getirmesiydi. 

(Tercüme Heyeti demişken, Tanzimat döneminin Tercüme Odası’nı, Yalçın Küçük’ün “Türk aydını Tercüme Odası’ndan çıktı” sözünü ve sahiden de Jön Türkler’in o odadan yetiştiğini, Batılı fikirlerle ilk orada tanıştıklarını geçerken hatırlayalım.)

Yücel’in bakanlığı boyunca tam 468 kitap Türkçeye çevrildi; bunların çoğu Antik Yunan’dan 20. Yüzyıla kadar uzanan Batı klasikleriydi ve Türk sağının önemli isimlerinden Beşir Ayvazoğlu sağda nesilden nesle aktarılan Yücel imajını yıllar sonra şöyle anlatacaktı: 

Hasan Ali Yücel adının benim neslim için son derece olumsuz çağrışımları vardır. Köy Enstitüleri’ni kurup bu okullarda komünist yetiştiren, milliyetçileri ezip tabutluklarda inletirken komünist aydınlara kol kanat geren, Türk-İslam kültürünü yok ederek onun yerine Greko-Latin kaynaklı hümanist kültürü yerleştirmek için Yunan, Latin ve Batı klasiklerini tercüme ettirmiş bir Maarif Vekili, o kadar.

Ayvazoğlu’nun da dürüstçe ifade ettiği üzere Yücel’in Türk sağı nezdinde şeytanlaştırılmasının tek nedeni klasikler ve o hümanizm üzerine kurulu eğitim ve kültür politikaları değildi elbette. Türk sağı on yıllar boyunca, yani Yücel görevden alındıktan ve hatta öldükten sonra bile bu politikalarla uğraştı, bu politikalar nedeniyle komünizmin Türkiye’de kendisine zemin bulduğunu öne sürdü, bu politikaların karşısına Türk-İslam sentezini koydu ama en az bunun kadar düşman olduğu başka bir şey vardı: Köy Enstitüleri! 

Tek parti iktidarının Köy Enstitüleri’ni açışının kuşkusuz birden fazla nedeni vardı. Sol liberal paradigmanın iddia ettiği üzere köylülerin köyde kalması isteği, şehre göçün engellenmesi vs. de bu nedenlerden bazılarıydı ama meseleye diyalektik perspektiften bakıldığında bunun bir tarafında köylülerden aydınlanmış yurttaşlar yaratmaya dair bir niyet de bulunduğu görülebiliyordu. 

Tüm bunların ötesinde, yine diyalektik uyarınca bu enstitüler tek parti iktidarının bütün niyetlerinin ötesine uzanacak bir potansiyel taşıyor, cahil Anadolu insanından okumuş, yazmış, hakkının hukukunun peşinde koşan, ağaya, şeyhe, jandarmaya itiraz edecek, yüzünü sola dönmesi şaşırtıcı olmayacak yurttaşlar çıkma ihtimalini içerisinde barındırıyordu. 

Ancak Soğuk Savaş’ın en sıcak cephelerinden birini açmaya hazırlanan Türkiye yönetici sınıfının Cumhuriyet’e, laikliğe ve aydınlanmaya ihanet etmekten başka bir şansı yoktu. O yüzden de 1946 yılında Hasan Ali Yücel’in görevden alınması, tercüme faaliyetlerinin durması ve Köy Enstitüleri’nin kaderine terk edilip fiilen kapatılması bir tesadüf değildi. Adını koyalım Cumhuriyet’e Cumhuriyet’i kuran parti ihanet etti; çünkü bir tercih yaptı, o tercih Türkiye sermaye sınıfının çıkarları adına antikomünizmin siyasetin merkezine yerleşmesiydi.

Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına Amerikan emperyalizmiyle yakınlaşma, devletçi ve planlı ekonomiden vazgeçiş, sol düşmanlığı, okullara din derslerinin konulması, imam-hatiplerin ve kuran kurslarının yeniden açılması, dinin siyasete geri dönüşü, sağ ile devlet arasında kurulan antikomünist mutabakat eşlik etti. 

Yani Köy Enstitüleri’nin kapatılması bağımsızlıktan, laiklikten, kamuculuktan vazgeçme sürecinin bir parçasıydı ki bu da benim Cumhuriyet’in uzun intiharı dediğim şeyin başlangıcıydı. O intiharın bugün geldiği nokta bildiğimiz anlamda Cumhuriyet’in sonu oldu. Bugün artık devletin en tepesinden şeriatı savunan açıklamalar duyuyoruz, hilafet ve şeriat talebi normalleştiriliyor, laiklik savunusu ise “din düşmanlığı” olarak damgalanıyor, kriminal bir vaka haline getirilmeye çalışılıyor.

Köy Enstitüleri’nin kapatılıp imam-hatip okullarının açılması örneğinde de gördüğümüz üzere bugün gericilik en çok eğitim alanına saldırıyor. Kininin ve dininin sahibi nesiller için her şey yapılıyor, tarikatlar ve cemaatler okullarda cirit atıyor, Diyanet’le protokoller imzalanıyor, küçücük çocukların kafası “değerler eğitimi” adı altında zehirleniyor. Ve işte son düzenleme, bilimin temeli olan evrim, müfredattan çıkartılıyor, yerine yaradılış teorisi adlı safsata geliyor. 

Tüm bunların ise çok basit bir nedeni var: Yoksulluğun yönetilmesi için cehalete, cahil bırakılmış kitlelere ihtiyaç var. Türkiye’nin sermaye düzeni daha çok para kazanabilmek için düşük değerli TL’ye, düşük maaşlara, yüksek enflasyona, yüksek döviz kuruna muhtaç. Yani küçük bir azınlığın daha çok servet biriktirmesinin yolu koca bir ülkenin yoksullaştırılmasından geçiyor, buna itiraz edilmemesi için ise daha çok dinselleşmeye, daha çok gericiliğe, daha çok cehalete ihtiyaç var.

Velhasıl, Türkiye’de gericilik dibine kadar sınıfsaldır ve cehalet sermaye sınıfının elindeki en güçlü silahtır. Tam da bu nedenle günümüz Türkiye’sinde sömürüye karşı mücadeleden bağımsız bir laiklik ve aydınlık mücadelesi mümkün olmadığı gibi laiklik ve aydınlanmayı savunmayan bir sınıf mücadelesi de mümkün değildir. Bugün sömürüye karşı mücadele cehalete karşı mücadele, cehalete karşı mücadele ise sömürüye karşı mücadele demektir ve bu mücadeleyi ancak sol verebilir, bunu ancak sosyalistler yapabilir.