"Emeğin sömürüsü ile dinin istismarı arasındaki ilişkiyi ifşa edip laikliğin en çok yoksula, işçiye, emekçiye lazım olduğunu gösteren bir siyaset ayağımızı basacağımız asli zemindir."
Cumhuriyet devrimlerinin hiçbiri gökten zembille inmedi, radikal dönüşüm hamlelerinin hiçbiri Mustafa Kemal’in kendi kendine düşünüp bulduğu şeyler değildi, hemen hepsinin Osmanlı’ya uzanan kökenleri vardı. Latin alfabesi, şapka, kılık kıyafet, medeni kanun… Osmanlı aydınları ve siyasetçileri bunlar üzerine sayfalarca yazmış, tüm bu meseleler yıllar boyu ciddi bir şekilde tartışılmıştı.
Ancak mesele tam da burada başlıyordu; bunların hemen hiçbirinde tartışmadan öteye gidilememişti. Mustafa Kemal’dekine benzer bir radikal irade İttihatçılar arasında da dahil olmak üzere hiçbir zaman ortaya çıkmamıştı. Aydınların zaten böyle bir siyasi irade gösterecek güçleri yoktu; Enver, Talat ve Cemal paşaların ufku ise sınırlıydı. Evet birtakım yenilikler üzerine düşündüler, kafa yordular ama Mustafa Kemal’inkine benzer bir topyekûn dönüşüm perspektifine hiçbiri sahip değildi.
Mustafa Kemal, döneminin kendisiyle benzer konumdaki figürleriyle kıyaslandığında sahiden de eşsizdi; çünkü sadece Cumhuriyet devrimlerini değil o devrimlerin zemin bulmasını sağlayan saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı ve ardından hilafetin lağvedilmesi sürecini de o dönemde ondan başka kimse gerçekleştiremezdi.
Marksizm elbette ki tarihi bireyler üzerinden yazmaz ama tarihteki bireyin rolünü maddi koşulların içerisine yerleştirir; Mustafa Kemal Millî Mücadele’den Cumhuriyet’in ilanına uzanan sürecin maddiliği içerisinde, asla abartmak anlamına gelmeyecek şekilde söylenebilir ki saltanat ve hilafetin kaldırılarak bir cumhuriyet ilan edilmesi konusunda tek başına bir rol üstlenmişti, yanında yöresinde onun gibi ikinci bir kişi daha yoktu.
Millî Mücadele’yi yürüten lider kadronun, yani örneğin Kazım Karabekir’in, İsmet İnönü’nün, Rauf Orbay’ın ya da Fevzi Çakmak’ın kafasında bunların hiçbiri radikal bir dönüşüm projesinin parçaları olarak asla mevcut değildi. Bilakis onlar -zamanla dönüşen İnönü’yü saymazsak- saltanata ve hilafete sadakatleriyle gerçek anlamda birer “Osmanlı paşası”ydılar; Mustafa Kemal ise tam tersine bir Osmanlı paşası olmanın anti-tezinin ete kemiğe bürünmüş haliydi.
Son zamanlarda yeni rejimin yeni tarih yazımına uygun bir şekilde Türkiye’nin Osmanlı’nın devamı, Mustafa Kemal’in de bir Osmanlı paşası olduğu yönünde bir anlatı topluma kabul ettirilmeye çalışılıyor. Oysa kimi kurumların sürekliliği Cumhuriyet’in Osmanlı zihniyetinin devamı olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, Mustafa Kemal’in Osmanlı ordusunda görev yapması da onun zihniyet olarak bir Osmanlı paşası olduğu anlamına gelmez.
Çok açık bir şekilde söyleyebiliriz ki Cumhuriyet Osmanlı’dan tarihsel anlamda radikal, köklü bir kopuş anlamına geliyordu; Mustafa Kemal de o kopuşu gerçekleştiren kişiydi ve bu anlamda da bir “Osmanlı Paşası” değildi.
Bu kopuşu daha iyi anlamak için üç gün önce yüzüncü yıl dönümüne tanıklık ettiğimiz “inkılap kanunları”na yakından bakalım. 3 Mart 1924’te TBMM’de yapılan bir düzenlemeyle saltanatın ardından hilafet de kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat kanunu ilan edilmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştu. İşte bu üçü Osmanlı devlet ve yönetim zihniyetinden mutlak bir kopuş ve bambaşka bir siyasal rejimin ilanı anlamına geliyordu.
Hilafetin kaldırılması egemenliğin gökyüzünden yeryüzüne indirilmesine dair iradenin en önemli hamlelerinden biriydi. Önce halife unvanını da taşıyan ve kendisini “tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak” sunan padişah saltanatın kaldırılmasıyla tasfiye edilmiş, sonra da hilafet kurumu tamamıyla ortadan kaldırılmıştı. Böylece egemenliğin kaynağı ilahi olmaktan çıkarılıp dünyevileşmiş, “ulus” adı verilen seküler bir kolektif kimlik teorik olarak egemenliğin hem kaynağı hem sahibi haline gelmişti.
Tevhid-i Tedrisat yasası laik, seküler bir eğitim sistemi kurulması için atılan en önemli adımdı. Osmanlı’nın son döneminde dini okullar, seküler okullar, medreseler, mektepler, tarikat ve cemaatlere ait Kuran kursları, azınlık okulları vs. hepsi bir aradaydı ve ortada çok büyük bir keşmekeş vardı; şimdi tüm bunlar merkezileştiriliyor ve eğitim alanında aslında onlarca yıl önce başlamış olan modernleşme sürecinin en radikal hamlelerinden biri hayata geçirilmiş oluyordu.
Diyanet İşleri Başkanlığı ise şeyhülislamlık makamının yerine kurulan Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’nin lağvedilmesiyle kurulmuştu. İlk bakışta laik bir devlette bulunmaması gereken bir kurum gibi görünse de dinin tarikatlara ve cemaatlere bırakılmaması ve dinde yenilikler yapılması için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı o dönem için bir zorunluluktu.
(Öte yandan geçerken şunu da mutlaka not etmek gerekir ki Diyanet İşleri Başkanlığı en başından itibaren tek bir mezhebin, Sünniliğin temsilciliğini üstlendi, onun işleriyle ilgilendi. Bu da kaçınılmaz olarak onu 1940’ların ikinci yarısından itibaren gericiliğin merkez üslerinden biri haline getirdi.)
Peki bugün “inkılap kanunları”ndan geriye ne kaldı?
Cumhuriyet’ten geriye kalan neyse oradan kalan da o kadardır. Bugün Türkiye Cumhuriyet’in yüzüncü yılını geride bırakırken hem şeriatı hem hilafeti yeniden tartışmaktadır; üstelik bu tartışma her ikisini de normalleştirecek, arzu edilir, istenir bir konuma yerleştirerek yapılmaktadır. Oyunun kuralları değişmiş, şeriat ve hilafeti savunmak normal, bunlara karşı çıkmak ve laikliği savunmak ise anormal olarak, hatta bir suç olarak görülür hale gelmiştir.
Tevhid-i Tedrisat yasasına gelince, bugün süreç tersine doğru işlemekte, laik eğitim tasfiye edilirken eğitim sistemi dinselleşme çatısı altında yeniden birleştirilmek istenmektedir. Tarikatlar, cemaatler, dini vakıflar ve Diyanet eğitim sisteminin merkezine adım adım yerleşmekte, hem kendi kurumlarını güçlendirmekte hem de devlet kurumlarını ele geçirmektedir. Son ÇEDES uygulaması ise gidişatın nereye doğru olduğunu net bir şekilde göstermektedir. İş artık çocukları Menemen’de Kubilay’ı katleden yobazların mezarını ziyarete götürme noktasına kadar gelmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı ise bugün çoktan kuruluş amaçlarından uzaklaşmış, AKP rejiminin en önemli ideolojik aygıtlarından birine dönüşmüştür. Bugün bütçesiyle, kadrosuyla, vakfıyla, camileriyle, Kuran kurslarıyla, diğer bakanlıklarla imzaladığı protokollerle birlikte Diyanet adeta devlet içerisinde devlet haline gelmiş, iktidarın izlediği dinselleşme politikalarının da ana taşıyıcısı konumuna yerleşmiştir.
Türkiye’nin şu an içerisinde bulunduğu sürecin adını rahatlıkla bir karşı-devrim süreci olarak görebiliriz ve karşı-devrim bugün şeriat, hilafet talebiyle, tersinden Tevhid-i Tedrisat süreciyle, Diyanet’in ahtapot misali bütün bir devleti ve toplumu sarar, kuşatır hale gelmesiyle somutlaşmaktadır.
Evet belki Türkiye’nin anayasasına hiçbir zaman şeriat yazılamayacaktır ya da hilafet resmen ilan edilemeyecektir ama mesele bunların sürekli gündemde olması ve karşı-devrimin, yani dinselleşme siyasetinin zeminini oluşturmasıdır.
Türkiye siyasetinin anomalisi, iktidarıyla muhalefetiyle düzen siyasetinin Türkiye’de dinsel bir rejim inşa edildiğini kabul etmemesidir. Bu iktidarın pragmatizmi açısından anlaşılabilir bir durum olsa da muhalefet açısından anlaşılabilir değildir; çünkü bu süreci görüp tespit etmeden sahici bir strateji izlenmesi de söz konusu olmamaktadır.
Bugün bu karşı-devrim sürecinin karşısına dikilmek öncelikli görevdir ama bu karşı duruş ancak meselenin sınıfsal niteliği görüldüğünde bir anlam taşıyacaktır.; çünkü karşı-devrim Türkiye’nin sermaye düzeninin ve sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda yoluna devam etmektedir, sömürünün, yoksulluğun ve cehaletin yönetilmesi için karşı-devrimin sürmesine ihtiyaç vardır.
Devrimci bir duruş ise bunu görüp emek mücadelesiyle laiklik ve aydınlanma mücadelesini birleştirecek bir stratejiyi hayata geçirmek anlamına gelmektedir. Emeğin sömürüsü ile dinin istismarı arasındaki ilişkiyi ifşa edip laikliğin en çok yoksula, işçiye, emekçiye lazım olduğunu gösteren bir siyaset ayağımızı basacağımız asli zemindir.