Yalan ve Hız

Bu yazıya iki noktadan yola çıkılarak başlanabilir. Daha doğrusu, birkaç gündür üzerinde düşünürken aklıma bu iki ayrı başlangıç noktası geldi başkaları da bulunabilir elbet. Benim aklıma gelen bu ikisi oldu ikisini de ayrı ayrı yazarak başlıyorum.

Birincisi şu: Eskiden, “KİT’ler” diye anılan mal ve hizmet üreticisi kamu kuruluşları hâlâ çalışıp üretiyorken, demek İsa Peygamber için varsayılan milattan olmasa bile milyonlarca çocuk ve gencimizin doğumundan önceki zamanlarda, o kuruluşların ürünlerinin fiyatlarına “zam geleceği” dedikoduları bir biçimde yayıldığında, gazeteciler ilgili bakanlara soru sorarlardı. Ortalıkta dolaşan zam söylentilerinin aslı faslı nedir anlamındaki bu sorular, genellikle, sayın bakanın, “kat’iyyen zam düşünmedikleri”ni beyan buyurmaları ile cevabını bulurdu. Ancak, tuhaftır, bu cevabı ertesi gün gazetelerde gören herkes, söz konusu olan ürün her neyse ona en yakın zamanda hatırı sayılır bir zam geleceğini anlardı. Böylece, irili ufaklı spekülatörler gerekli istifi yapar ve büyükler bayağı voli vurur, küçükler ise kendi çaplarında üç beş kuruş kazanırlardı. Bu arada, şunu da eklemeden geçersem, hiç eksik olmayan gülünçlük öğesini atlamış olurum: Halkımız da kendi çapında bu demeçlerden yararlanırdı. Özellikle sigara ve rakıya zam yapılmayacağına ilişkin bu kesin açıklamaları duyar duymaz, artık cebine göre, fazladan birkaç paket sigara ile bir iki şişe rakıyı zulasına atar ve zam geldikten sonra onları sanki daha farklı bir keyifle içerdi. Habire kazığını yediği devlete ufak da olsa bir kazık attığını düşünerek, diye de yorumlanabilir…

Bununla birlikte, gırgır bir yana, buradaki yalanın, açıklamayı yapan bakanın spekülatörlerle bağlantısı olasılığı bir yana bırakılırsa, iyi niyetle yahut haklı bir amaçla söylenmiş bir yalan, moda deyişle, “beyaz yalan” olduğu ileri sürülebilirdi. Öyle ya, hemen beş dakika sonra zam kararı uygulanmayacaksa eğer, “doğrudur, iki gün sonra zam yapıyoruz” demenin vurguncuların değirmenine su taşımaktan başka anlamı olmaz herhalde.

Oysa, şimdi söz konusu edeceğim yalanda, bırakalım beyazlığı, şöyle bir parça grilik bile olduğunu, sahipleri dışında, kimse söyleyemez. O yalan, “neo-liberal iktisat politikaları” türünden süsleyici boyamalarla gündeme getirilen kapitalizmin son döneminin, belki de bütün dönemlerinin en azgın saldırısının yaygın biçimde sokuşturmaya çabaladığı şu yutturmacadır: Piyasa yahut serbest piyasa ekonomisinin gerekleri yerine getirildikçe, toplumların yönetiminde bir adem-i merkezileşme ortaya çıkmakta, böylece yerinden yönetim ve demokrasi pekişip yaygınlaşmaktadır. Bu dediğimin, bu tür iddiaların insanın gözüne baka baka yalan söylemekten farksız olduğunun, en açık örneklerinden biri kendi ülkemizdir. Çubuğu tersine bükmenin şehvetine mi kapılıyoruz kaygısı taşımadan şunu söylemek basbayağı mümkündür mümkün olmanın ötesinde, gördüğünü dile getirmenin bir koşuludur: Bugünkülerin manevi babası Özal ile 12 Eylül döneminden beri ve bugün gözlenebilen merkezileştirme eğilimi, “tek parti” dönemi diye anılan zamanların en astığım astık günleri ile karşılaştırıldığında, ikincisinde git gide merkezilikten uzaklaşma, ilkinde ise çok belirgin bir “her şeyi merkeze bağlama” eğiliminin ortaya çıktığı saptamasını yapmakta sakınca yoktur.

Yazı böyle başlayabilir, bu kanaldan akabilirdi. Ama başka bir yerden başlayıp gelişmesi de mümkündü. Onu da yazacağımı en başta belirttiğime göre, şimdi oraya geliyorum.

İlk ortaya çıkışı bakımından kapitalizm öncesi bir kurum olan parlamento, aşağı yukarı yüz yıldan bu yana, git gide işlevini yitirmektedir ve bugün, belki de en çarpıcı örneği ülkemizde yaşanmak üzere, büsbütün işlevsiz bir kuruma dönüşmek üzeredir. “Üzere” derken anlatmak istediğim, hâlâ bir umut bulunduğuyla değil, hiçbir işlevi kalmamış bir kurumun varlığını sürdürmesinin, özellikle de bu sürdürmenin anlaşılabilir bir süreyi aşmasının mümkün olmayışıyla ilgilidir: Öyleyse, ne kadar önemli ve saygıdeğer olduğu bir yana, hâlâ bir işlevi olsa gerektir. O işlevin ne olduğu ya da olabileceği üzerine akıl yürütmekse, anlamsız olmamakla birlikte, bu yazının kapsamını çok aşar. Yine de, bir bit atmadan geçmemek bakımından, demokrasi yanılsamasının son çözümlemede azbuçuk ete kemiğe büründüğü, eski deyişle, tezahür ettiği ve bu özelliğiyle yerine başkasının konulmadığı kurum olduğu için, denebilir.

Bütün bunları ve benzerlerini zamanında epey önceleri yazmış, bunu yaparken, kuşkusuz bazı açılardan yeni sözler ve vurgular dile getirmiş, kimileyin de unutulanları ya da pek az bilinenleri hatırlatmakla yetinmiş olan üstada doğrudan göndermede bulunmanın yeridir: “(…) ister filozof ve isterse propagandist olsun, demokrasiyi vaaz edenlerin hiçbirisi, peygamber-benzeri olarak tanımlanan insanları davet etmekten başka, bu biçim için bir güvence bulamamaktadırlar. (…) Öte yandan, Hobbes’un, aynı biçime, demokrasi ve anarşi adlarının verildiği yollu işareti bugün de önemini korumaktadır. Çünkü, 1960 yıllarının ikinci yarısına, bizler, mükemmel olmasa da, ‘demokrasi’ derken, o tarihlerde başbakan S. Demirel de ‘anarşi’ sayıyordu. (…) Demokrasi varsa, yürütmenin hızını kesmek esastır bu ise, söz uygunsa, yürüyüş yoluna sık sık bariyerler koymak demektir. (…) iki meclisi, yasaların anayasa mahkemesi kanalıyla denetlenmesinde başvuru hakkının genişçe tutulmasını, üniversite özerkliğini, yargıç ve savcıların özerk kurullar tarafından seçilmesini anarşi sayan bir dönemden geçildiğini biliyoruz. Öte yandan, bunların gasp edilmesini anti-demokratik bulanlar da olmuştur öyleyse, Hobbes’un demokrasinin tarif edilemezliği teoremi isabetlidir.” (Y. Küçük, Tekeliyet 2, s. 194.)

Bunların sekiz yıl önce yazıldığını ve bugün başka ayrıntılarla birlikte tümünün, özellikle de hız olgusunun çok daha belirginleştiğini eklemekte yarar var.

AkP iktidarının genel seçimden biraz önce parlamentodan geçirdiği ve hemen uygulamaya başlayıp bugüne kadar da değişik zamanlarda onlarca denebilecek çoklukta konu ve kurumla ilgili olarak kullandığı “kanun hükmünde kararname” çıkarma yetkisi, burada işaret edilenlerin herhalde tarihte eşine az rastlanmış bir örneğidir. Başkaları bir yana hiç değilse bu özelliği bakımından ders kitaplarında yer almayı çoktan hak etmiş Türk demokrasisi, benzerleri içinde, parlamentonun anlamının ne olduğu pek de anlaşılamayan bir süse dönüştürülmesinin hiçbir sınır tanımayan örneğine dönüşmüş durumdadır. Pek uzamış, belki de bu yüzden anlaşılması güçleşmiş bu cümlenin abartılı bir yargıyı dile getirdiği kolayca ileri sürülebilir mi?
İşte bu iki kanalın herhangi birinden akabilirdi yazı ve her ikisi de şu aynı noktaya ulaşabilirdi:

“Kanun hükmünde kararname” yetkisinin, zaten başlı başına “parlamenter demokrasi” tamlamasını gülünçleştiren bu yetkinin, hele tek başına iktidarda olan partinin parlamentodan kanun çıkarma konusunda en küçük bir güçlük yaşamadığı bir zamanda bu yaygınlıkta kullanılması, çağımızda yasaların hazırlanma yerinin parlamentolar olmaktan çıktığı yollu saptamayı doğrulayan bir olgu olmanın dışında ne anlam taşıyabilir? Bizde de böyle olmaktadır. Belki daha doğru anlatım şudur: En çok bizde böyle olmaktadır.

Bu yılın ilkbaharından beri geçmiş dönemlerde benzeri görülmemiş bir yoğunlukla kullanılan bu yetkiyle, bir yandan, çok eski ve kökleşmiş kuruluşlar ya ortadan kaldırılır ya da tanınmaz hale getirilirken, bir yandan da, daha yeni ve kamu yönetimi açısından hayati bir önem taşımamakla birlikte merkezi yönetimle ilişkilerinde göreli bir özerkliği bulunan kuruluşlar tarihe gömülmüş, hatta aynı yetki kararnamesi çerçevesinde bir iki ay önce yapılmış değişiklikler yeniden değiştirilerek iş yaz boz tahtasına çevrilmiştir.

En eski kuruluşlara örnek olarak Maliye Teftiş Kurulu’ndan söz edilebilir. İlk ortaya çıkışı Sultan İkinci Abdülhamid’e kadar uzanan, Cumhuriyet döneminin hemen başlarında ise esas olarak bugünkü, daha doğrusu, bu kararnamenin hışmına uğramadan önceki konumuna getirilen bu önemli kuruluşun başına gelenleri, kendi mensuplarının oluşturduğu derneğin Temmuz ayı başlarında gazetelere verdiği ilanlarda okumuştuk.
Daha yenilere örnek olarak da, merkezileştirilmekle herhangi bir siyasal iktidara ne kazandıracağı ya da merkezi yönetimden pek tartışılır göreli uzaklığı ile ne tür sorunlar yaratabileceği anlaşılamayan iki kuruluştan, başına gelenlere ilişkin az çok bir gürültü koparılan Türkiye Bilimler Akademisi ile kimsenin ses seda çıkarmadığı Milli Prodüktivite Merkezi’nden söz etmek mümkün. İlkine ilişkin bilgim pek az, ortalama bir yurttaşın bildiklerini aşmaz ikincisini biliyorum. Bu durumda, kimin ne kadar ilgisini çekeceğini kestiremesem de, ikincisini ve onun bir çırpıda denebilecek bir hızla ve kimsenin haberi bile olmadan ortadan kaldırılmasını konu alan bir öykü anlatabilirim. Ama, gelecek hafta…

İki de koşula bağlayarak üstelik. Birincisi, araya ivedilik bakımından belirgin bir üstünlüğü olan başka bir konu girmezse. İkincisi ise sık sık yaptığımız gibi yukarıda da laf sokuşturmaktan vazgeçemediğimiz halkımızın hep dile getirdiği bir koşul: Ölmez, sağ kalırsak…
__________________________

Birinci Türkiye İşçi Partisi’nin Ağrı’daki ilk örgütleyicilerinden, büyüğüm, her zaman dost bildiğim Süleyman Kutlay’ı kaybettik. Kibar, hatırşinas, konuksever, gerçek bir Kürt beyefendisi idi. Kürt kardeşlerimizle birlikte olamazsak sosyalist cumhuriyetimizi nasıl kurabileceğimiz sorusunu bana varlığıyla hatırlatan insanlardan biri olmuştur. Evimize yaptıkları akşam ziyaretlerini sona erdirmek üzere ayağa kalkmadan önce, mutlaka, “Kürdün karnı doyunca, gözü çarığında olurmuş” sözünü söylerdi. Bir bunu, bir de, gecenin geç vakti telefon açıp “Mesut Bey, sizin Hoca televizyona çıktı, çabuk gelesin!” diyerek Yalçın Hoca’nın Paris sürgünü sırasında katıldığı televizyon programlarını birlikte seyretmeye davet edişlerini hiç unutmam.