Son Günlerin Getirdiği

Kısa bir ufuk turu atmak fena olmayabilir. Ne de olsa, sıcaktan bunalmış durumdayız ve Türkçe mürkçe bırakmayanların en sevdikleri deyişle “sıcak gelişmeler” art arda geliyor.

Tura, ister istemez, en büyük paşaların en son kahramanlıkları ile başlayacağız. Buradaki büyüklük sözünde ne bir ima ne de laf sokuşturma var. Böyle derken yaptığımız, nesnel bir saptamadan ibaret. Temmuz ayının son işgününde Türkiye’de görev başında bulunan komutan paşaların en kıdemli olan dördü, demek o an itibariyle “en büyük” paşalar, yaptıkları en son işle gündemin ilk sırasına oturdular. Pek uzun sürmese de öyle oldu. Yaptıkları en son işe “kahramanlık” demekle biraz latife etmiş olduğumuz söylenebilir ama, o kadarını da bu cehennem sıcaklarında pek umutsuz bir serinleme çabası saymakta herhangi bir sakınca olmasa gerektir.

Şaka bir yana, daha dolu dolu iki yıl boyunca ordunun en başında bulunma yetkisine sahip bir komutanın, hiçbir sonuç vermeyen, hatta hangi amaçla yapıldığı kabul edilebilir bir yaygınlıkla anlaşılamayan istifası, bizim pek az kişinin hatırlayabileceği ünlü “büyük koalisyon” şablonumuzun kullanılabilirliğini önemli ölçüde yitirdiğine ilişkin bir işaret taşıyor galiba. Hele, azçok bir başkaldırıyı anlatan “istifa”nın değil, basbayağı muti bir memurun gönül kırıklığını çağrıştıran emeklilik talebinin söz konusu olduğu hatırlanırsa…

Koalisyon moalisyon kalmamıştır koalisyonun çok zamandır başat konumdaki kanadı ötekini büsbütün dışlayıp anlaşmalı birlikteliği bozmuştur. Durum bu mudur?

Böyle demek için hâlâ erkendir, sanıyorum. Daha doğrusu, sözü edilen, terimin birincil ya da en yaygınlaşmış anlamıyla bir koalisyon olmadığı için, yukarıdaki kesinleme cümlesini hiçbir zaman kullanmamak gerekir.

Bunu, dört yılı aşkın bir süredir, 2007 ilkbaharından beri kullanmakta olduğum bir şablonun işe yaramaz oluşunu kabullenmekte zorlandığım için yazıyor değilim. Ayrıca, o süre boyunca, sık sık ortaya çıkan sürtüşme ve çatırtıları değerlendirirken yazdıklarım var onları hatırlayıp hatırlatarak hiç de inandırıcılıktan uzak düşmeyecek bir tevil yoluna sapabilir, kendimi haklı çıkartacak satırlar bulabilirim. Örnek olsun, Haziran 2009’da şöyle demişiz:

“(…) her koalisyonun, büyük ya da küçük, iddialı ya da mütevazı, gönüllü ya da zorlama, nasıl ortaya çıkmış olursa olsun, bir ikili yahut, hiç değilse mantıksal olarak, kimileyin de çoklu iktidar barındırması doğaldır eskiden öte bayatlamış ve çok da yanıltıcı, ama dilimize yapıştırılmış olduğu için kendini dayatan deyişle “eşyanın tabiatı gereği”dir. İktidarın kaynağı ve, dolayısıyla, kendisi tekli olabilecek kadar güçlüyse, koalisyon olmaz. Açık ve örtülü, ilan edilmiş ve edilmemiş koalisyonlar sık sık ortaya çıkıyorsa, bunun nedenini şurada burada aramadan önce, güçlü görünmekle birlikte kendileri artık öyle hissedemez olmuş iktidarların güçsüzlüğüne bakmak gerekir.”

Aşağıdaki satırları yazışım ise daha yakın bir zamana, 2010 yılının Ocak ayına rastlıyor ayrıca hepsini de burada yazdığımı eklememe gerek var mı, bilmiyorum:

“Hemen her türlü koalisyonun özelliğidir: Paldır küldür düşmedikçe ya da sona erdiği açıkça ilan edilmedikçe, başka bir anlatımla, taraflar için başka bir yol bulunmadıkça, koalisyonlar sürer. Kavgalı dövüşlü, gürültülü patırtılı da olsa, sürer. Zaten, öyle görünmese, sessiz sedasız, güllük gülistanlık sürüyor görünse de bir koalisyonda sürtüşme, çekişme, hatta itiş kakış olmamış olmaz. Çözülüşe ya da çöküşe yaklaştıkça, taraflar arasında bu çekişmeler daha gözle görülür duruma gelir o arada, tarafların içinde koalisyonu devam ettirme ve bitirme yanlıları ortaya çıkar bunlar arasında da gizli ve açık kavgalar olur. Son zamanlarda olup bitenlere ve olup da hâlâ bitmeyenlere bu gözle bakmanın daha açıklayıcı olduğu kanısındayım.”

Hatırlatmaları uzatmaya gerek yok. Yalnız, bunca lafın ardından bir tür sonuç ya da vargı olarak şunu yazalım hadi: Ben elimizdeki şablonun işe yararlığını büsbütün yitirdiğini düşünmüyorum en azından şu günlere kadarki AkP serüveni açısından… Şu andan sonrası için de açıklayıcılığı vardır. En başından beri bir numara konumundaki ortağın, ötekini lütfen ve bazı yakın vadeli hesaplarla koalisyon içinde tutulan ortak konumuna ittiğini görebilmek koşuluyla… Bir de, elbet, şu sonuncusu dahil, hiçbir dengenin nihai olmadığı, ancak göreli bir kalıcılık taşıdığı unutulmadan…

Buradan, yukarıdaki “bazı yakın vadeli hesaplar” göndermesinden yola çıkarak, bir başka değinmeye geçebiliriz.

Aslında, geçebileceğimiz değinmenin iki alt başlığı bulunuyor. Bunlardan biri, içeriye, siyasal sınırlarımızın içine, öbürüyse dışına dönük.
İçeriye dönük olarak, Kürt açılımı diye başlananın, şimdilerde, yeni tür bir madam ile şaktak paşa uyumuyla götürülecek faili meçhuller dönemine benzetilmesi söz konusudur. Burada en öndekinden en önemsizine kadar cemaatlerin/ tarikatların devreye sokulmasından milattan önce Kürt gençlerinin sosyalistleşmesindeki rolleri bilinen yaşlanmış Kürt aydınlarının harekete geçirilmesine kadar birçok “yenilik” gündemdedir. Bu sonuncuların etkili olabilmeleri, en iyimser iktidar politikacısı için bile pek küçük bir olasılık durumunda olmakla birlikte, kendilerinin o iktidar politikacıları ve kameraları karşısındaki görüntüleri kuşkusuz iç burkucudur.

Dışarıya dönük olarak ise Suriye’ye karşı girişileceğinin işaretleri fazlalaşmış görünen silahlı müdahalenin kotarılmasında üstlenilecek rol gündeme gelmektedir. Devletin başı konumundaki politikacı, belki de bugüne kadarki en sert açıklamasını, geçenlerde Suriye’ye karşı yapmıştır. İktidarın başı olan politikacının ise, şu ana kadar pek fazla ağzını açmamış olmakla birlikte, Libya’ya yönelik saldırının öncesinde ve başlangıcında gösterdiği anlaşılması güç tereddüdü tekrarlamayacağı anlaşılmaktadır.

Her iki konunun da AkP-AsP koalisyonunun, birincil ortağın artık tartışma götürmeyen egemenliğinde ve küçük ortağı tedip ve terbiye hamleleri ile birlikte, sürüp gitmesini gerektirdiğini düşünmekte bir yanlışlık yoktur. Üstelik, bu sadece “konjonktürel” denebilecek gerekçedir bir de, kurulmaya çalışılan yeni cumhuriyetin ihtiyaçları söz konusudur. Her ne kadar 1923 cumhuriyeti sona erdirilmiştir desek de, yeni kurulmaya çalışılanın, ilkinin uzlaşmaz karşıtı olmadığı ve reforme edilmiş bir AsP’ye ihtiyaç duyacağı tartışma dışıdır. Tartışmaya açık olan, ne kadar köklü bir reform yapılacağı, bunun gerçekleşme biçimlerinin ve hızının ne olacağı türünden daha ikincil görünen, dolayısıyla ayrıntı olarak nitelenebilecek alt başlıklardır.
Peki, ya adına destanlar yazılmış, marşlar söylenmiş, kendisi de zaman zaman ortalığı titretmekten geri kalmamış işçi sınıfımız ne durumdadır, ne yapmaktadır?
Bu soruyla, böyle memleket meselelerinin konuşulduğu bir kahve sohbetinde karşılaşsaydık, herhalde, “İşte onu ne sen sor, ne ben söyleyeyim, azizim!” türünden bir yanıt verirdik. Yine de, bugün içinde bulunduğumuz durumda biraz eskimiş görünen anlatımlara başvurarak konuştuğumuzda, sözgelimi, en uzun ömürlü sendika kuruluşu olan Türk-İş’in, yakında açıklanacak Çalışma Bakanlığı istatistiklerine göre “en fazla temsil kabiliyetini haiz işçi teşekkülü” niteliğini tümüyle yitireceğinden dem vurabilirdik. Bu durum, adıyla sanıyla, eylemiyle söylemiyle iktidar sendikası durumundaki bir sendika üst kuruluşunu, ekmek pazarlığında açıkça ve resmen birincil konuma getirecek, ayrıca yukarıda tırnak içinde yazdığımız temsilcilik koşulu gereğince birtakım kamu kuruluşlarındaki yönetime katılma hak ve yetkisi de el değiştirecektir.

Gerçi, her ikisinin de, hem toplu sözleşme yapmanın hem de artık iyice önemsizleştirilmiş birkaç kuruluşun yönetimine katılmanın bir anlamı kalmamıştır. Buna karşılık, yeniden hazırlıklarına girişilen ve bu kez daha ısrarlı olunacağı anlaşılan kıdem tazminatı hakkına tırpan tasarılarının ciddi olarak gündeme getirilmesiyle, işçi sınıfımızdaki “Allah razı olsun!” anlayışının sarsılması beklenebilir çünkü, o durumda, etkilenen ne aralarında sarı renginin koyuluğundan başka fark kalmamış sendikalar ne de anlamını yitirmiş birtakım haklar olacak, uzun süredir kullanılmakta olan bir hak ya açık açık ya da birtakım kılıfların içinde gizlenmiş biçimde yok edileceği için büyük bir emekçi kitlesi yıkıcı bir darbe ile karşı karşıya kalacaktır.

Bundan önceki yazımızın başlığındaki mecaza göndermede bulunarak bitirecek olursak, yelken açtığımız denizlerin kıpırtısızlığı, gerçek dünyadaki denizlerinki kadar gelip geçicidir. Üstelik, ileri teknolojiyi kullanıma sokmak neden bizden uzak olsun, kıpırtısız sularda belli bir hızın altına düşmeden yol almayı da hünerlerimiz arasına katmak zorundayız.