Kimin 1 Mayıs’ı?

Böyle bir soru, ilk bakışta, yeni adet getirme niyetinin göstergesi olarak anlaşılabilir. Yeni adet derken, yıllardır değil yüz yıldan çok daha uzun bir süredir aşağı yukarı ortaklaşılmış, alışılmış bir duruma ilişkin karıştırıcı, ortak alışkanlıkları bozucu bir yaklaşımı anlatmak istiyoruz. Öyle sanılabilir. Hele bunları yazan, ta 1970’lerin ikinci yarısından beri, “364 günün bir sultanı” eleştirisinin sahibi bir gelenekten geliyorsa, buna benzer bir sanı ortaya çıktığında şaşırmamak gerekir.

Evet, böyle bir sakınca var. Ama, birinci cümledeki vurguyu yinelersek, sadece ilk bakışta. Aslında bir yenilik, yeni yaklaşım iddiası söz konusu değil. Yapmaya çalışacağımız, Taksim’in bu yılki 1 Mayıs için açıldığı duyurulduktan beri yapılmakta olan haklı bir vurguya bugüne kadarkilerden biraz daha farklı kanıtlar getirmekten ve bunun birkaç uzantısına değinmekten ibaret.

Şimdi, şu soru ile devam edelim: Egemen sınıf konumundaki burjuvazi, 1 Mayıs’ı ille de engellemek, yasaklamak üzere mi gündemine alır? Hayır, neden öyle olsun! Kendisine zararı azaltılmış, en aza indirilmiş, hatta, mümkünse sıfırlanmış, başka bir anlatımla, kendisine göre düzenlenmiş bir 1 Mayıs’ı kendisi bile kutlayabilir. Haydi, o kadarını yapmadı yahut yapamadı, kolektif belleği o kadarına izin vermedi, diyelim kutlanmasının önündeki kendi koyduğu engelleri kaldırabilir.

Bizdeki son durum, bunun bir benzerine doğru gidildiğinin işaretleriyle doludur. Benzeri, derken, bizim sermaye sınıfının ve iktidarının yukarıda “hatta” sözcüğünden sonra gelen kendisine zararı sıfırlanmış bir 1 Mayıs’a doğru yelken açtığını, şimdi bir hatta daha ekleyelim, zararı sıfırlanmakla kalmamış, birtakım yararları da olacağı besbelli bir 1 Mayıs’a yöneldiğini söylemekte abartma yoktur. Köpeksiz köyde değneksiz gezer havasına girdiklerinden beri savunma mevzilerini büsbütün terk edip sadece saldırmayı düşünür oldukları ortadadır.

Bu yazı yayımlandığında nasıl olduğu, egemen sınıfın niyetlerinin ne kadar gerçekleştiği ya da gerçekleşebileceği konusunda birtakım ilk veriler ortaya çıkmış olacak. Ama, 1 Mayıs’a daha birkaç gün varken başlatılan ve hükümet ile bakanlarının düzenleyici sendikalar tarafından davet edilişinden başbakanın ağzından dile getirilen kutlamalarda birkaç bakan ve bir grup milletvekiliyle hazır bulunma demeçlerine varan çadır tiyatrosu, bizimkilerin de kendilerine göre bir 1 Mayıs kurgusunun varlığını gösteriyordu.

Kuşkusuz, ortaya çıkan durumun sakıncalarına ısrarla dikkat çekenler de yok değildi. Son günlerden bir örnek olsun, Aydemir Güler burada “Mücadele ettik, direndik ve kazandık. Güzel... Artık 1 Mayıs ‘ezilmeyecek.’ Ama burada bırakırsanız, AKP de 1 Mayıs'ı ‘terbiye etmeyi’ önüne koyacak. Terbiye edilen bir 1 Mayıs, icabında yeniden ezilmeye açık hale gelir.” diye yazdı günlerden 28 Nisan’dı. Sonra da devam etti: “Yaşasın devlet ve yaşasın demokrasi sloganlarının birlikte yükselişi 2 Mayıs'a damga vuracaksa, 1 Mayıs kutlanamamış, sol ve işçi sınıfı bir yenilgi yaşamış olur. O halde kutlamanın sloganı, ya da ağırlık noktası çok önemli. Bu slogan, gerici polis devletini de emperyalist tarikat demokrasisini de bastırmalıdır.

Ayrıca, Türkiye Komünist Partisi’nin yaptığı birçok açıklama arasında, yine 28 Nisan’a rastlayan şu uyarı da yer aldı: “Türkiye işçi sınıfı, 2010 1 Mayıs'ını, kendi mücadele geleneklerine ve tarihine uygun bir içerikle kutlayacaktır. Taksim Meydanı, AKP’nin açılımlar ve yeni Anayasa paketi üzerinden yürüttüğü piyasacı ve gerici operasyonuna kuvvetli bir karşı duruşa sahne olacaktır. Anayasa tartışmalarında yok sayılan ve sesi boğulmak istenen emekçiler, AKP Anayasası’na ilk ‘hayır’ yanıtını 1 Mayıs günü Taksim Meydanı'ndan yükselteceklerdir.

İlk kez Enternasyonal’in Marksist kanadının Fransız İhtilali’nin yüzüncü yıldönümünde Paris’te yaptığı kongrede kabul edilen bir önerge ile uluslararası bir mücadele ve bayram günü olması istenen 1 Mayıs, daha sonra, yeryüzünün bütün coğrafyalarında, çok geniş işçi sınıfı kitlelerinin sahiplenip her koşulda sürdürdükleri birçok bakımdan benzersiz bir sınıf mücadelesi aracına dönüşmüştür. Bu yılki erken uyarılarda anlatılmak isteneni, böyle bir günün egemen sınıf tarafından kendine göre düzeltilip düzenlenmesini, yeni ve bizim ülkemize özgü bir durum olarak düşünmek elbette pek naif bir yanılgı olur ne yenidir ne de bize özgü.

Tanınmış tarihçi Hobsbawm’dan öğrendiğimizi buraya aktaracak olursak, daha 1920 yılında Fransa parlamentosuna sunulan ve sosyalizm karşıtı 41 parlamenterin desteklediği bir önergede şunlar söyleniyordu: “Bu tatil, herhangi bir kıskançlık ya da nefret (sınıf mücadelesinin şifresi) öğesi barındırmamalıdır. Tüm sınıfların hâlâ var olduğu söylenebilirse bile, ulusun tüm üretici güçleri aynı düşünce ve aynı ülküden esinlenerek kardeşçe bir araya gelmelidir.

İlk kez Sovyet Devleti’nin 1 Mayıs’ı resmi olarak işçi günü yahut bayramı yaptığını söylemek kimseyi şaşırtmaz da, ondan sonra gelen ilk resmi 1 Mayıs bayramının Hitler Almanya’sında ortaya çıktığını hatırlatınca, bu bilginin yanlış olabileceği kuşkusuna kapılanların sayısının pek de az olmayacağını tahmin edebiliriz. O kadarla da kalmamış ve ardından Fransa’daki 1 Mayıs gelmiştir. Birinci Dünya Savaşında ulusal kahraman, ikincisinde ise hain olarak tarihe geçen Mareşal Pétain, Fransa’nın Hitler’in lütfuyla doğrudan işgal dışında bırakılmış tüm ülkenin yaklaşık üçte birini oluşturan güney bölgesindeki Vichy kentinde kurulmuş hükümetin başkanı olarak, işgalci Alman faşistleriyle işbirliği yapar ve yurtseverlerin “resistans” hareketini Nazi askerleriyle birlikte boğmaya çalışırken, 1 Mayıs’ı “Emek ve Anlaşma Şenliği” ilan etmiştir. Mareşalin bunu yaparken, daha önceki İspanya büyükelçiliği sırasında tanık olup hayran kaldığı Falanjist 1 Mayıs Bayramı’ndan esinlendiği de tarihçilerin notları arasında bulunmaktadır.

Hitler, Franco ve Hitler’in yardakçısı vatan haini Pétain…

Uluslararası işçi sınıfının mücadele ve dayanışma gününün resmen bayram olarak kutlanmasında yarar görmüş ve o yönde karar almış değişik uluslardan bu adlara, günümüzde de yine değişik uluslardan farklı adlar eklemek mümkündür.

Kaynak tarihçimizin vurguladığı gibi, “Batı’nın resmi 1 Mayıs bayramları, gayri resmi 1 Mayıs Bayramı geleneğiyle uzlaşarak onu işçi hareketinden, sınıf bilincinden, sınıf mücadelesinden koparma gereksiniminden kaynaklanıyordu.

Böyle bir gereksinimi bugün bizim ülkemizde duyanların bulunmadığını kim söyleyebilir?

Geçmeden, kaynağımızı da doğru dürüst yazalım: Hobsbawm’ın 1 Mayıs’ın bayram oluşunun yüzüncü yıldönümü dolayısıyla 1990’da yazdığı inceleme, Sıra Dışı İnsanlar: Direniş, İsyan ve Caz adını taşıyan kitapta yer alıyor. Işıtan Gündüz dostumuzun dilimize kazandırdığı ve editörlüğünü delikanlılık günlerimin sevgili öğretmeni Oya Köymen’in yaptığı bu kitap, içinde bulunduğumuz yılın Şubat ayında Yordam Kitap tarafından yayımlandı. Benim gibi caz müziğinin her anlamda cahili olan biri için bile ilgiyle okunabilir caz yazıları dahil, çok öğretici bulduğumu eklemeliyim.

Tarihten örneklerin bizim ülkemizdeki güncellik bağlamında akla getirdiklerinden biri ise Metin Çulhaoğlu’nun geçen yıl Ekim ayında burada yazdıklarıdır. O sıralarda Tayyip Erdoğan, partisinin bir il kongresinde yaptığı konuşmada, Yunus’tan Nâzım’a ve Ahmet Kaya’ya kadar pek çok adı kapsayarak son derece sahiplenici görünen bir tutum takınmıştı. Metin’in o konuşmayı izleyen günlerde yazdığı yazıda şu satırlar vardı:

(…) Konuşan, UNESCO temsilcisi veya Kültür Bakanı değil, iktidardaki siyasal partinin lideridir. Mozaikçi konuşmasında söyledikleri de sonuçta şu anlama gelmektedir: ‘Bu coğrafyanın tarihinde ve yakın geçmişinde siyasal, felsefi, kültürel ve sanatsal ne varsa ben bunların hepsini sahiplenirim, hepsine kendi zeminimde bir düğüm atıp orada tutarım.’ (…) Hepsi, adeta tarih dışı ve statik bir düzlemde öylece yan yana durmaktadır. Dahası, bir siyasal partinin lideri, yerleştirildikleri sabit bölmelerde bu değerlerin hepsini sahiplenme iddiasındadır. Üstelik ‘çok partili’ ve genel oy hakkına dayalı ‘serbest seçimli’ bir rejimde. Bu iddianın temelinde yatan yönelimin siyasal literatürde bir adı var mıdır?

Adını ilk koyanlardan biri, batılı anti-Sovyet akademisyenlerin ‘Sovyet yanlısı’ sayıp pek tutmadıkları tarihçi Edward Hallet Carr’dır.

Koyduğu ad da şudur: Totaliter demokrasi...

Ünlü bir Ankara valisi vardır. Çok uzun zamandır onun adını taşıyan meydan, geçmişte Ankara’nın en bilinen miting alanı idi. Otuzlarda ve kırklarda, on sekiz yıl boyunca Ankara’nın valiliğini, o arada belediye başkanlığını da yapmış ve 1946’da vilayet konağında kendini asarak intihar etmiş olan Nevzat Tandoğan’a atfedilen “Bu memlekete komünizm lazımsa, onu da biz getiririz” sözündeki gaspçılığın biraz farklılaşmış bir yorumu olarak da görülebilir Erdoğan’ın o konuşması. Şimdiki 1 Mayıs demokratlığında da bunun izlerini görmek mümkündür: Eğer 1 Mayıs kutlanacaksa, onun da en âlâsını biz kutlatırız icabında, kendimiz kutlarız..

Bu yazı yazıldığında, daha 1 Mayıs gösterileri tamamlanmamıştı. Her ne olduysa, olup bitenlerin bir de bu açıdan değerlendirilmesi yarar sağlayabilir belki de asıl gerekli olan, bu açıdan değerlendirmektir.