Karışık Notlar

Rasgele olduğu kuşku götürmese de kafaları çokça kurcaladığı için şöyle bir yerden başlamakta sakınca görülmeyebilir: Seslenme araçları üzerinde düşünmek, bunların yeterlilikleri ve kullanımlarında gösterilen başarı konusunda kafa yormak kesinlikle fantezi sayılmamalıdır. Fantezi sözcüğü hemen, kendi başına, her durumda olumsuzluğu çağrıştırmaz, yollu yerinde bir itiraz gelirse de hiç gecikmeden bir düzeltme yapmak ve yararsız ya da boş fantezi diye bir ayırt etmeye başvurarak uzak durulması gerekenin o olduğunu belirtmek doğru olur.

Böyle bir düşünme, irdeleme çabasında şunlar mutlaka konu edilecektir: Birincisi, bilinen ya da var olan seslenme araçlarından ne kadar yararlanabiliyoruz, bunların kullanım bilgisine ve imkânına sahip miyiz, bir de bu soruların doğal uzantısı biçiminde, her birine verilecek hayır ya da yetersiz benzeri yanıtlar karşısında gündeme gelecek bir başka soru olarak, bütün bu yetersizlikleri gidermek için neler yapıyoruz, neler yapabiliriz? İkincisi, şu anda herkesçe bilinen ve kullanılmakta olan seslenme araçlarının dışında, henüz hiç bilinmeyen ve/veya yaygın kullanıma sokulmamış seslenme araçlarını yaratabilir/keşfedebilir/icat edebilir miyiz?

Bunlar son derece önemli sorulardır ve bunların doğal uzantısı olarak ortaya çıkan birtakım ek sorular da bu önemi artırmaktadır: Seslenme araçları ile seslenilenlerin uygunluğu ne demektir, neden ve ne ölçüde önemlidir? Araçlar ile hedef alınanlar arasında bir karşılıklı etkileşimden söz edilebilir mi, seslenilen kişilerin ya da kitlelerin seslenme araçlarını etkilemesi mümkün müdür? Araçlar bağımsız mıdır, başka bir anlatımla, her araç, her sınıf ve her ideoloji için kullanılabilir midir?

* * *

“Anlatmak” kadar çok kullandığımız kaç tane sözcük vardır acaba? Bu dünyanın kötülüğünü, kötülüğünün nereden ya da kimlerden kaynaklandığını, tepeden tırnağa çok daha güzel bir dünyanın mümkün olduğunu ve nasıl kurulabileceğini, bütün bunları durmadan “anlatırız” ve sık sık da yetersiz kaldığımızı fark eder, anlatmanın yetmezliğinden yakınırız. Bu yakınmanın sonucu olarak ve eskiden beri, anlatmaktan başka, onun çok ötesinde, daha etkili bir “şey” yapmak gerektiğini düşünmüşüzdür.

Epeyce eski olmakla birlikte hiçbir zaman küflenmemiş anılardan çıkararak bir örnek vermeye çalışalım: Yıl 1969, belki 71 de olabilir konumuz açısından önem taşımadığı için belleğimden daha güvenilir bir kaynak bulma arayışına girmiyorum. Ama, hangi yılsa artık, ilk aylar olduğuna eminim kıştan çıkılmak üzere. ODTÜ’nün o zamanki en büyük amfisinde öğrenciler bir forum düzenlemişler. Kürsüde bizim Sinan, her zamanki gibi müthiş bir ajitasyon yapıyor, hayır “ajitasyon çekmiyor”, daha o zaman bu deyiş kullanıma girmiş değil. Konuşmasını bir sözlü önerge vererek bitiriyor: “Arkadaşlar, ODTÜ’deki Amerikan üssünün işgal edilmesini öneriyorum.” Dinleyenlerin önemlice bir bölümünün o Amerikan üssünün neresi olduğunu anlamasına vakit kalmadan önerge coşkuyla ve elbette oybirliğiyle kabul ediliyor. Beş on dakika sonra da o amfinin çok yakınındaki rektörlük binası işgal ediliyor.

Meramım, o olayı ya da o günleri aktarmak değil, yukarıda yazdığım cümleyle sunulan önergenin altında yatanın, işte böyle bir yetmezlik duygusu olduğunu düşünmekte bir yanlışlık yok, demek istiyorum. Sinan Cemgil’in o önergeyi verirken, konuşmasından hemen önce ya da çok daha önce, önder yahut sürükleyici konumunda olan üçbeş arkadaşıyla böyle tartışmalar yapıp yapmadığını bilmiyorum ama, bu tür bir yetmezlik duygusunun egemen olmaya başladığından kuşku duymuyorum. Bu iş anlatmakla olmaz devrimciler öne düşüp örnek olur, halkımız da onları örnek alır. Kabaca, belki de hiç kastımız olmadan biraz karikatürleştirerek söylersek, aşağı yukarı böyle.

Öte yandan, hem bizim hem başka coğrafyaların geçmişinde örnekleri görülmüş, “silahlı propaganda” anlayışının ve onun ürünü örgütlenmelerin kökeninde de benzer bir yetmezlik duygusunun bulunduğunu düşünmekte sakınca yoktur.

* * *

Peki, anlatmak yetmiyorsa, yapılması gereken “göstermek” midir? Zaten, bizim buralarda, şöyle tuhaf bir inanış da oldukça yaygın değil mi? “Bizim halkımız gözüyle görmediğine inanmaz.” İyi de, yüceler yücesi yaradana nasıl inanıyor o zaman? Neyse, lafı dağıtmayalım.

Evet, göstermek de yetmiyor çoğu kez. Göstersen, hatta gözlerine soksan da görmüyorlar! O halde, her ne kadar ilk bakışta bu ikisi “aynı şey” gibi görünse de, göstermek değil görmeyi sağlamak ya da, tersinden söylenirse, görmemeyi imkânsız hale getirmek. Bunun yollarını, yöntemlerini bulup uygulamak.

* * *

Sanıyorum, Metin Çulhaoğlu’nun dünkü yazısının bir yerinde de kastedilen bu olsa gerek.Yazılan şuydu: “Siz ‘yaşatmazsanız’ yaşamıyorlar, ‘gördürmezseniz’ görmüyorlar. O halde yaşatmak ve gördürmek, bunun için çabalamak gerekiyor.”

Metin’in burada bir tür zorlama yaptığı kanısındayım bunu da kullandığı “gördürme” sözcüğünden çıkarıyorum. Kuşkusuz, kendisi de sözlüğe bir göz atıp doğrulamasını yapmıştır. Şu andaki Türkçe Sözlüklerde, hem basılı olanlarında hem de internetteki, Türk Dil Kurumu’nun altı yüz küsur bin “söz varlığı”nı içerdiğini belirttiği Büyük Türkçe Sözlük’te böyle bir madde var. Ama, çok eski baskılarda yoktu daha doğrusu, vardı da, “gördürme” sözcüğünün karşısında tek bir anlam yazılıydı ve “bir işi yaptırmak” deniliyordu. Öteki anlamın, “görme işini yaptırmak” anlamının, hem de birinci anlam olarak sözcüğün açıklama bölümünde verilmesi, yeni sayılabilir. Örnek olsun, şu anda elimin altında bulunanlardan 1998 tarihli 9. baskıda var oysa, 1974 tarihli 6. baskıda yok. Yeni sözlüklerde ikinci sırada verilen anlamın daha yaygın olduğunu, ilk anlamın ise çok daha az kullanıldığını kabul etme eğilimindeyim.

Ama, bu irdelemeden yola çıkarak asıl demek istediğim, bu tür zorlamaları yapmak gerektiğidir zorlama yerine yaratıcılık da diyebiliriz, çünkü her yaratıcılıkta birtakım zorlamalar vardır.

Görmek ile göstermek arasındaki fark apaçık. Buna karşılık, göstermek ile gördürmek arasındaki farkın biraz daha belirsiz üzerinde biraz daha kafa yorulmaya muhtaç olduğunu ileri sürebiliriz.

Tamam da, gördürmenin ya da görmeyi sağlamanın yol ve yöntemleri, araçları, teknikleri, her nasıl adlandırılırsa, nelerdir? Bunlar, görülmesi sağlanacak “şey”e ve görmesi istenenlere göre değişir mi, değişirse ne kadar ve nasıl değişir?

Bütün bu sorulara doğru, hem doğru hem işe yarar, yanıtlar bulmak için uğraşmaya değmez mi yahut çok mu beyhude bir çabadır bu?

* * *

Böyle yazıp dururken, nerden çıktıysa, şöyle bir düşünce kırıntısı takıldı aklıma: En genel biçemiyle yazmaya çalışırsak, herhangi bir hedefe ulaşmanın yolu yordamı, genellikle, bir’den fazladır. Dolayısıyla, hele art arda gelen hüsranlardan sonra, aynı yol ve yöntemleri, aynı araçları gözden geçirme, irdeleme, değiştirme gereği duymadan kullanarak çalışıp çabalamak, kararlılığın, direncin, inancın, özverinin ve bunlara benzer olumlu niteliklerin mi, yoksa akılcı açıklama bulmanın kolay olmadığı bir ısrarcılığın mı göstergesi sayılabilir?

* * *

Madem karışık notlar yazmaya giriştik, bu karışıklığı iyice artıracak bir fantezi ile bitirelim. Benim sık sık aklıma gelir şu sıralar daha da sık geliyor. Diyorum ki kendi kendime, bir iki tane “kızıl milyarder”imiz olsa fena mı olurdu sanki? Vakti zamanında, örneğin, Fransa’da neyim olduğunu biliyoruz. Bizde niye olmasın? Üstelik, bizde elverişli bir kültür ikliminin bulunduğunu da varsayabiliriz. Eylemli olarak ibadetlerini yapamayan ya da yapmayan inanmışlar için bir ya da daha çok fakiri doyurup giydirmek, hatta öylelerine düpedüz para vermek meşru bir kendini bağışlatma yolu değil midir?

Neyse, çok saçma bulanlar bu son satırları hiç okumamış saysınlar kendilerini. Ama ben yine de silmedim. Saçma görünse bile, okuyanların bazılarının aklında kalsa ne zararı var?