Hem gülünç hem acıklı bir öykü

Aslında, 27 Mayıs sonrasındaki havanın ürünü olan bir kurumdur, denilebilir. Örnek olsunlar, 1960 yılının sonlarına doğru kurulan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) böyledir, 1963 yılında ortaya çıkan Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) böyledir, hatta ilkin 1950’li yılların ilk yarısında Odalar ve Borsalar Birliği içinde oluşturulup yine 27 Mayıs’tan sonra, 1960 yılının sonunda ayrı bir kurum olarak yasa ile kurulan Türk Standartları Enstitüsü (TSE) de böyledir.

Geçen haftaki yazıyı okumamış olanlar için bilmece gibi bir giriş oldu öyleyse, hangi kurumdan söz edildiğini belirterek devam etmek gerekiyor. O yazının sonunda verilmiş sözün, bu kez, tutulması niyetiyle başlanmaktadır ve örnek olarak belirtilenlerle birlikte, 27 Mayıs sonrasındaki havanın bir ürünü sayılabileceği ileri sürülen kurum, Milli Prodüktivite Merkezi (MPM)’dir. Adı sıralananlar içinde, bütün ömrü boyunca, en az göz önünde olmuş, en az desteklenmiş, en az kale alınmış, dolayısıyla en az tanınmış olanı da bu sonuncusudur. Ancak, bütün olumsuz yanlarına rağmen, bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Nedeni, geçen haftaki yazıda belirtilmişti. Tekrar etmek pahasına daha açık yazılırsa, şöyle de anlatılabilir: Sözü edilen, bir yandan, merkezi hükümet örgütlenmesinin tam içindeki sıradan bir birim haline getirilmekle iktidara herhangi bir kazanç sağlaması mümkün olmayan bir kurumdur. Öte yandan, tersinden bakıldığında ise, hükümet karşısındaki “özerkliği” ancak böyle tırnak içinde yazılabilecek kadar azalmış, hatta hiç kalmamış, dolayısıyla artık var olmayan bu özelliği yüzünden sakıncalı bulunan bir kuruluştan söz edilmektedir. Gerçek pek karışık ve belirsizliklerle dolu olduğu için anlatımı da en az o kadar karışık oluyor ama, ne yazık, başka çare yok. Böyle bir kuruluş, genel seçimin biraz öncesinden bu yana sürüp giden ve yazının başlangıcında adları anılanların da şu ya da bu ölçüde etkilendikleri kanun hükmünde kararname furyası içinde, tüzel kişilik olarak yok edilmiştir. Üstelik, “Avrupai” bir vitrin süsü olarak korunması mümkünken ve bunun maliyeti ihmal edilebilecek düzeyde iken… Ayrıca, yok edildikten sonraki üç ay içinde yapılanlar ve yapılmayanlar, şu iki sonuca ulaşmanın doğru olacağını açıkça ortaya koymaktadır: Birincisi, ortadan kaldırılan bu kurumun 46 yıllık geçmişine ilişkin olarak, yok edenler tarafından, şu ya da bu biçimde ve az çok ciddiye alınabilecek bir değerlendirme yapılmamıştır en azından, bunu gösteren en küçük bir ipucu yoktur. İkincisi, ne kadar hayata geçirilebildiği bir yana, basbayağı “özellikleri olan” nitelemesine uygun sayılabilecek böyle bir kurumun, onlarca benzeri bulunan bir bakanlık birimine dönüştürülmesiyle ne amaçlandığını kimsenin bilmediği anlaşılmaktadır.

Şimdi, bugün olup biteni biraz kenara koyup, şu “özellikleri olan” nitelemesinin uygunluğunu gösterebilecek bir geçmişe dönüşle devam edilebilir.

Kısaltılmış resmi adıyla MPM, yukarıda anılan kuruluşların hepsinden daha sonra kurulmuştur. Ama, kuruluş yasasının bir hükümet tasarısı olarak ve zamanın başbakanı İsmet İnönü imzasıyla parlamentoya sunuluş tarihi 1 Ekim 1962’dir dolayısıyla, onu da yukarıdaki kuruluşların ortaya çıktığı dönemin ve yazının başındaki deyişle “27 Mayıs sonrasındaki havanın ürünü” saymak doğru olur. Peki, burada “hava” derken anlatılmak istenen nedir yahut bu “hava” nasıl bir havadır? Şöyle anlatılırsa, en azından dile getirilişini aslına uygun biçimde yansıtmak bakımından, pek yanlış olmayacaktır: Bir “istibdat rejimi”nden kurtularak demokrasiye doğru yol alan ülkenin hızlı bir kalkınma sonunda muasır medeniyet seviyesine erişebilmesi için muhtaç olduğu kudret, şüphesiz, damarlarındaki asil kanda mevcut bulunmakla birlikte, kalkınmış memleketlerdeki usuller ile teşkilatların da benimsenip tatbikat sahasına sokulması şarttır.

MPM’nin parlamentoya sunuluşundan ancak iki buçuk yıl sonra, 1965 yılının 17 Nisan gününde yürürlüğe girebilen kuruluş yasasının gerekçe bölümündeki genel hava da hem yaklaşım hem de üslup açısından aşağı yukarı böyledir. Anılan yasanın genel gerekçe bölümünden aktarılacak birkaç satır, bir fikir verebilir: “Türk Milletinin hayat standardı her şeyden önce milli sanayiinin ve diğer sektörlerin istihsal kifayetine bağlıdır. Bütün dünyada iktisadi gelişmenin sürati, çeşitli ihtiyaçların bugünden yarına durmadan değişmesi hepimizi daha bilgili, daha ileri görüşlü olmaya zorlamaktadır. En küçük işçiden en büyük idareciye kadar bu topraklar üstünde yaşayan herkesin yeni bir işbirliği ve çalışma ruhuyla canlanması gerekir. Fiziki ilimler, teşkilat ve işletmecilik sahasındaki yenilikler yakından takibolunmalı ve derhal tatbik edilmelidir. Gelişmeler ve ihtiyaçlar karşısında hedefler, bünyeler ve usuller daima revizyona tabi tutulmalı, fertler ve topluluklar verimsiz alışkanlıkların esaretinden kurtulmalıdır. Hiç kimse dünyayı kendi fabrikasından, kendi bürosundan, kendi toprağından ibaret sanmamalı ve çalışkan bir işçi, mahir bir teknisyen veya tedbirli bir idareci olmadan istikbali emin görmemelidir. Ortak gaye daima daha yüksek istihsal olmalıdır. Ancak daha az masrafla, daha kısa zamanda, daha çok ve daha kaliteli istihsal… Bir ekonominin canlılığı, bir milletin dinamizmi buna bağlıdır.”

Burada, hükümetten gelen yasa tasarısı üzerinde çalışan meclis komisyonunun üyelerinden ikisinin adlarını anmak ilginç olabilir. Biri, Demirel’in Adalet Partisi’nden Aydın milletvekili seçilip bir yıl kadar sonra bu partiden istifa etmiş, Menderes’i Yassıada’da savunmuş, 12 Eylül’deki “Barış Derneği Davası”nın tutuklu sanığı, hayatını da tahliyesinden sonra o dava sürerken kaybetmiş ceza avukatı Orhan Apaydın, bu komisyonun önce sözcüsü, sonra da hem başkanı hem sözcüsü olarak en etkin figürler arasındadır. Öte yandan, Forum dergisi yöneticilerinden ve Aralık 1961’de Yön dergisinin çıkış bildirisinin imzacılarından, CHP İstanbul milletvekili Coşkun Kırca da bu yasanın görüşmeleri sırasındaki ısrarlı destekçiler arasında yer almıştır. Bu ayrıntılar not edilirken, Türkiye İşçi Partisi’nin MPM kuruluş yasasının çıkışından altı ay sonra parlamentoya girdiği de eklenebilir.

Sonuç olarak, prodüktivite konularında ve ulusal ekonominin bütün sektörlerini kapsamak üzere, yasadaki görev maddesine dayalı daha sonraki formülasyonu ile, araştırma, eğitim, danışmanlık, yayın ve tanıtım çalışmaları yapmak amacıyla, herhangi bir bakanlığa bağlı olmayan, tüzel kişiliğe sahip, özel hukuk hükümlerinin geçerli olduğu ve “kamu kurumu niteliğinde” diye tanımlanan bir kuruluş yasa ile kurulmuştur. Buradaki “yasa ile” vurgusunun önemi şuradadır: Ülkemizde binlerce kişinin çalıştığı koca koca bakanlıklar bile bir kuruluş yasası olmadan kurulmuş ve on yıllar boyunca faaliyetlerini de öylece sürdürmüşlerdir. Başka bir anlatımla, bir kuruluş yasasının varlığı, her zaman sahip olunamayan bir tür ayrıcalıklı özelliktir ve ülkemizdeki kamu kurumları açısından, çalışmalarını kolaylaştırmanın ve bir yandan kalıcılık bir yandan da gelip giden hükümetlerin keyfi müdahaleleri karşısında belli bir güvence sağlamak bakımından hep önemli olmuştur. Elbette, bu son söylenen, parlamentonun yasa yapıcılık olan asal işlevini koruduğu, yasa yapma işinin parlamento içindeki temsilcilerin ve dışındaki yurttaşların izleyip belli kurallarla etkileyebilecekleri bir yavaşlıkta gerçekleştiği, dolayısıyla zırt pırt yasa değiştirip yeni yasa çıkarmanın pek hızlı ve kolay olmadığı, “khk” maymuncuğunun ise bırakalım bugünkü fütursuzlukla kullanılmasını, yanlış bilmiyorsam, daha icat bile edilmediği dönemler için geçerlidir.

Devlet bürokrasisi içinde herhangi bir yere bağlı olmayan bu kuruluşun, en üst organı konumundaki genel kurulu, prodüktivite ile ilgili bulunmaları dolayısıyla adları sıralanan çeşitli bakanlıklar ile kamu kuruluşlarının üst yöneticilerinin yanı sıra üniversitelerin ve yine adları yasada belirtilen mesleki oda ve kuruluşların temsilcilerinden, ayrıca, “üye sayısı bakımından en fazla temsil kabiliyetini haiz işçi ve işveren teşekkül”lerinin gönderecekleri üyelerden oluşuyordu. Böylece oluşturulan genel kurul, en son 2011’in Mart ayında olmak üzere, her yıl toplanmıştır. Yasada kurumun “yürütme organı” olarak tanımlanan yönetim kurulu ise bu genel kurul tarafından seçilmiş altı üyenin ve onların atayacağı “tepe yöneticisi” konumundaki bir genel sekreterin katılımı ile yedi kişiden oluşuyordu. Burada, yasanın koyduğu bir de koşul vardı: Resmi belgelerde yer almamakla birlikte “sacayağı” ya da “üçlü yapı” diye söylenegelen “işçi, işveren ve hükümet kesimleri”nden en az birer üyenin bulunmadığı bir seçim sonucunun ortaya çıkmaması, ilgili maddeye yazılan bir hüküm ile güvence altına alınmıştı. Daha sonra, seksenli yılların ortalarında bu kesimler kendi aralarında bir sözlü anlaşmaya varmışlar ve başkanlığın bu üç kesim arasında dönüşümlü olarak yürütülmesini kararlaştırmışlardır. Böylece, “işçi kesimi”, her yıl istisnasız en az bir temsilci ile yönetim kuruluna katılmanın yanı sıra üç yılda bir de başkanlık yapma imkânını elde etmiştir.

Ama, yasadaki az önce değinilen “üye sayısı bakımından” en çok temsil yeteneğini taşıyan işçi kuruluşu kaydı yüzünden kurumun bütün ömrü boyunca sadece Tük-İş’in gönderdiği temsilciler genel kurullar ile yönetim kurullarında bulunmuştur. Yaklaşık son çeyrek yüzyıllık dönemde ise her üç yılda bir Türk-İş’ten bir büyük federasyon başkanı ya da beş kişilik İcra Kurulundan bir üye bu merkezin başkanlığını yürütmüştür. Ancak, o işçi temsilcilerinin merkezin çalışmalarının geliştirilmesi ve bu gelişmenin emekçi kitlelerin hak ve çıkarlarını gözetici yönde gerçekleşmesi doğrultusunda ciddi bir etkileri olmamıştır. Hatta, tam tersine demeli, 12 Eylül döneminin en azgın günlerinde, daha önceki yıllarda emekçilerden yana tutumları yüzünden işverenlerin kara listelerine alınmış kamu yöneticileri ile iş müfettişlerine yönelik cadı avı sırasında, merkezde gerçekleşen bazı işten çıkarmalar bu işçi temsilcilerinin başkanlık dönemine rastlamıştır.

Buna karşılık, ilk kez 1970’li yılların sonunda yönetim kuruluna girip çeşitli nedenlerle canı sıkılıncaya kadar yirmi yılı aşkın bir süre orada kalan ve bu uzun süre boyunca birçok kez başkanlık da yapmış olan bir “işveren temsilcisi”nden söz etmek, karşılaştırma fırsatı verebilir. Adlı adınca söylendiğinde, bir kapitalist, biri bugünkü üniversiteye dönüşmeden önceki Robert Kolej yüksek kısmı öbürü ODTÜ’den olmak üzere çift üniversite diplomalı, tanıyanların sosyalizm düşmanlığını içselleştirmiş bir insan olarak nitelendirdikleri bu kimse, kendisinden önce on yıl orada bulunmuş ve onuncu yılın sonunda kurumun adındaki o meret sözcüğü telaffuz etmeyi bir türlü becerememiş işveren temsilcisinden devraldığı yönetim kurulu üyeliği işini eksiksiz bir titizlikle yürütür ve çoğu durumda tek başına bütün kurula egemen olurken, tam anlamıyla sınıfının komiseri olarak davranmayı da hiç ihmal etmemiştir.

Merkezin kendisine dönülerek devam edilirse, 1965’teki kuruluşu izleyen yaklaşık üç yılda bütçe yetersizliği ve gerekli düzenlemelerin eksikliği nedenleriyle uzman istihdam edilemediği için hemen hemen hiçbir kayda değer işin yapılamadığı söylenebilir. Bu tuhaf durum, aynı çarpıcılıkta olmasa bile, daha sonraki dönemlerde de zaman zaman ortaya çıkmış ve ülkedeki merkezi yönetimin kuruma yönelik yaklaşımını özetlemek bakımından “saldım çayıra, Mevlam kayıra” deyimi uygunluk kazanmıştır. Aslında, yönetimine katılan finansmanına da katılır, biçiminde özetlenebilecek bir yaklaşımla yasada belirlenen gelir kaynakları şunlardı: Her yıl Maliye Bakanlığı bütçesine konularak kuruma aktarılan bir ödenek iktisadi kamu kuruluşlarının yıllık bilançolarında gerçekleşen net kârlarının binde biri tutarındaki aidatlar belli büyüklükteki sanayi ve ticaret odaları ile esnaf kuruluşlarının, ayrıca işçi ve işveren sendikaları birliklerinin yıllık gelirlerinin yüzde ikisi oranındaki aidatlar bir de, merkezin bir bedel karşılığında sunduğu hizmetlerden elde ettiği gelirler. Bu gelir kaynakları, iktisadi kamu kuruluşlarının ürün fiyatlarını rahatça artırdıkları Özal’lı dönem dışında hep yetersiz kalmış, özelleştirmelerin hız ve yaygınlık kazanmasıyla büsbütün azalarak genel bütçeden aktarılan ödeneğe muhtaçlık gittikçe artmıştır. Buna paralel olarak, 12 Eylül döneminin hemen başlarından itibaren, merkezin göreli bağımsızlığını ortadan kaldırarak devlet bürokrasisinin standart bir kurumuna dönüştürme eğilimi, git gide belirginleşmek üzere, tüzel kişiliğin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandığı 17 Ağustos 2011 tarihine kadar sürüp gitmiştir.

Bir yandan finansman ve her türlü donanım yetersizliği nedeniyle, bir yandan da Türkiye kapitalizminin prodüktivite artışını ulusal düzeyde planlamaya hiçbir zaman yatkınlık göstermeyişi yüzünden kendisini sürdürmeye yeterli bir gelişme düzeyi tutturamayan merkez, aslında, başta Japonya olmak üzere uzak doğudaki ve bir ölçüde de Hindistan’daki dışında, birçok benzerinden çok da farklı olmayan bir ömür sürmüş sayılabilir. Farklılık, bu ömrün sona ermiş olmasında ve küçümsenmeyecek bir nitelikli emek zamanı birikiminin çöpe atılmasına yol açan sona eriş biçimindedir. Buraya gelmişken, bir genelleme yapmak da mümkündür: Göreli artık değeri artırmanın yolu olarak prodüktiviteyi artırmak zorunda olduğunu bildiğimiz kapitalizm, bunu ulusal düzeyde ve emekçilerin bir ölçüde gönüllü katkılarını sağlayarak yapabilmenin, hem niyet hem imkân olarak ve galiba bütün dünyada, sınırına gelmiş durumdadır. Zaten bu artışlardan doğan kazançları az çok paylaşmayı da hiçbir zaman isteyerek yapmamıştı.

Bir ek olmadan bu kısa öykü büsbütün yetersiz kalacak. MPM diye anılagelmiş bu kurum, bazıları yukarıda belirtilmiş olan ve kendi dışında, bu anlamda “nesnel” sayılabilecek etkenlerin yanı sıra, özellikle son yedi sekiz yıllık dönemde, kendi iç dinamiklerinin de etkisiyle hızla yaygınlaşarak bütün bünyesini sarmış bir çürümenin sonunda, şöyle bir üflemekle çöküp gitmiştir. Üstelik, bu son üflemeyi yapanların, ölenin ruhuna bir Fatiha olsun okuyup üfledikleri bile şüphelidir.