Güzel bir günde hüzün

Basbayağı güzel bir gün işte. Soğuk olmasına soğuk ama, güneş pırıl pırıl. Dünkü ne idüğü belirsiz, çirkin bir karın yağdığı, kapkara Cumadan sonra, Ankara’yı bile güzel bulabilir insan.

Üstelik, çocuklar da çıkmışlar. Hem de ne çıkış: Sabahın erkeninden gecenin karanlığına kadar dışarıda ne dediğini, ne yaptığını bilen birleşmiş bir kararlılık içeride, mahkemenin karşısında, “ne karakolda, ne mahkemede şaşan” bir dikilme. “Pes” denebilir ancak size çocuklar! Bu kadar mı korkusuz olur insan, bu kadar mı düzgün, bu kadar mı sürünün dışında…

Sözcükleri bulamıyorum madem bulamıyorsun, niye yazıyorsun diye soracak olanlara da, eyvallah, yoktur bir cevabım.

Biri şunu demiş mahkemenin karşısında: “Yumurta eylemine katıldım ama yumurta biber gazı gibi insan öldürmez.”

Bir başkasının sözleri şunlar: “ Benim kaçacak bir şeyim yok, kaçması gereken bu ülkeyi yönetenlerdir...”

Bir üçüncüsü de şöyle demiş ki, eh çocuk, bunu çerçeveletip senin üniversitedeki öğrenci arkadaşlarının ve onlardan da önce hocalarının gözlerinin önüne koymak gerekir: “Biz ölüleri adet hesabıyla saymayız. Yaşamını yitirenlere 'bir adam ölmüş umurumda değil' demeyiz. Biz üniversite öğrencisiyiz.”

Hangisini anmalıyım, bilemiyorum, birinin savunmasında şunlar var: “ Hem öğretmenim, hem HES yapılmak istenen Karadenizliyim... Gözaltında açlık grevi yapmakla suçlanıyorum. Bana bunları yapanların o yemeğini kabul etmek onursuzluktu.”

Bir de, adından bir kız çocuğu olduğunu çıkardığım, şu öğrenci: “ Ben N.Ç.'ye tecavüz etmedim. Metin Lokumcu’yu öldürmedim. Benim elimden kitaplarımı aldınız ama ben gidip tekrar aldım. Sosyalist düşüncelerim yargılanmak isteniyor benden bunu alamazsınız.”

Ya bizim Erkan’ın, “bizim” dememin dost okurlarca hoşgörüleceğini umduğum, bir iltimas geçme değildir, hepsi içinde tanıdığım tek çocuktur, bütün o öğrencilerin olsa olsa küçük ağabeyleri yaşındaki Erkan Baş’ın dedikleri: “Sadece bugünkü kararlılığımız bile devrimcilerin neler yapabileceğini göstermiştir. Öncelikle, mahkeme salonunu sermaye ve AKP egemenliğine karşı bir kürsüye çeviren arkadaşlarımıza hoş geldiniz diyelim. Orada onları izlerken gördük ki, bedenleri tutsak edilmesine rağmen akıllarından bir milim bile oynamamışlar.”

Pekâlâ, ey muharrir, madem böyle güzelliklerden bahsedip duruyorsun, hüzün de nereden çıkıyor, deseler ne diyebilirim?

Hüzün şuradan çıkıyor ki, bir yoldaş büyüğümüzü daha kaybetmişizdir ve kendininki yetmiyormuş gibi gençlerin de içini üzmenin alemi var mı sorusunu hep akılda tutmakla birlikte, elden ne gelir, hüznün en koyusuna batmamak insan olanın işi değildir.

Hele hele, kendileriyle gerçekleştirebileceğimiz yaşantıları, onlar sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi erteleyip durduğumuz insanlarımızı yitirmemiz söz konusu ise…

Ne zaman böyle desem, şair olarak artık Nâzım Babamız kadar benzersiz bir yere koyduğum Can Yücel’in yazdıklarını hatırlıyorum dilimizin en güzel şiirlerindendir ve her şiir yazmaya kalkışmamda, bu ustalıktan sonra nereye varabilirim ki, diye vazgeçerim:

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,

40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a,

Bi helalleşmek ister elbet, diğ’mi, oğluyla!

Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,

Ohh, dedim, göğsüne gömdüm burnumu.

En son teftişine çıkana değin

Koştururken ardından o uçmaktaki devin,

Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için

Açıldı nefesim, fikrim, canevim,

Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Bana sorulursa, burada, sadece bu dizelerde değil şiirin tümünde anlatılan, bir hayıflanmadır sevilenlerle geçirilmesi mümkün zamanların geçirilememiş olmasına yazıklanmadır. Her insan için geçerlidir bunun farkına varabilenler için çok daha fazla geçerlidir, çok daha dayanılmazdır.
Benim böyle güzel bir günde hüzünlenmeme yol açan da bu tür bir hayıflanmadır.

Herhalde, 1996 yılındaydı herhalde derken sergilediğim belirsizlik, biraz sonra aktaracağım satırların yazılışıyla ilgili, yoksa öbürünün, gencecik bir insanın bilim yoluna girişinin tarihini unutmam ne mümkün! Kızımın “bilime adım atma” diye pek safça bir nitelemeyle taçlandırdığım üniversitede asistan, şimdiki deyişle araştırma görevlisi, oluşuyla hemen hemen aynı zamana denk gelmişti ve her saftirik şiir yazıcısının yaptığı gibi alt alta satırlar yazmıştım. İşin uzmanları, mensur şiir diyebilirler belki de, şiirle pek bir ilgisinin bulunmadığı saptamasını yapabilirler.

BİLİME ADIM ATANA KUTLAMA

güney hoca’yı hatırlayacaksın

şu bizim hiç görüşemediğimiz kapı komşumuz

çalışır çabalar yazar çizer

tam bir bilim emekçisi

artık meslektaşı sayılırsın dinle anlatacağımı

macaristan’dan bilim emekçileri gelmişler sizin üniversiteye

dolaşırlarken bir ara odasının önüne düşmüş yolları

adını görüp kapıda heyecanlanmışlar

biz iyi biliriz kendisini demişler tanışmamış olsak da

okuduktan sonra falan yerdeki yazısını

şunu şunu geliştirdik aşarak takıldığımız soruları

daha da hoş yanı işin

onun haberi yok olup bitenlerden

ortak bir dostumuzdan işittim bu hikâyeyi

bilim budur işte diyormuş şimdi

bir şeyler üret kuyuya at istersen

bulup çıkaran olur mutlaka

ben de ekliyorum halkımızın bir sözünü

pek sofuca bulmazsın umarım

ya da ne ilgisi var demezsin birden geldi aklıma

iyilik yap denize at

balık bilmezse hâlik bilir

İşte o Güney Gönenç öldü, kızım. İnanmış bir sosyalistti, öğrencilerinin yalakalıklarından değil gerçekten sevdikleri bir hocaydı ayrıca, nasıl unutulur, bir zamanlar bizim mühendislikteki anlata anlata bitiremediğimiz kalemiz olan elektrik mühendisliğinde hocaydı kimileyin ne kadar ayrı düşsem de hep aynı tarafta olduğumuzu bildiğim bir adamdı.

O ortak dostumuzun bu şiiri kendisine ulaştırdığını ve onun hem şaşırdığını, hem mutlu olduğunu da biliyorum üstelik. Yine de, hayatın doğal akışı devam etti ve biz, birkaç ayaküstü karşılaşma dışında, birlikte yaşayabileceklerimizi yaşayamadık.

Besbelli, hayatın acımasızlığında değil kabahatin tümü birazı mı demeli, çoğu mu yoksa, bizdedir.

Öyle bile olsa, kahrolsun bu hayatın doğal akışı!