Devrimden Sonra

Önce iyice bir seyretmeli, sonra da üzerinde düşünmeli. Gündeme getirdikleri, getirmedikleri hatırlattıkları, atladıkları üstesinden geldikleri, gelemedikleri ustalıkları, acemilikleri… İşte bunlar ve benzerleri üzerinde bir enaz düşünme süresi ayrılmalı.

Bu öneriyi, kırk küsur yıl önce ilk legal yazılarına sinema ve tiyatro eleştirileri ile başlamış biri olarak da yapabilirdim. Ama öyle yapmıyorum sadece, geçen yılın Kasım ayı sonlarında burada yayımlanmış “Pek Yakında” başlıklı yazısında, bu filmin ilk duyuruluşunun hemen ardından kapıldığı heyecanlı bekleyişi dile getirmiş bir sosyalist olarak yazıyorum.

Bu arada, devam etmeden, az önce kullandığım “legal yazı” deyişine bir açıklık getirmekte yarar olabilir malum, herkesin aklında binbir kuşkunun dolandığı zamanlardayız.

Bu deyiş altmışlı yıllardan kalmadır ve pek az yazmış ya da yazdıklarının pek azı yayımlanmış, ama aslında has bir şair olan, genç yaşında kaybettiğimiz Ergin Günçe’ye aittir daha doğrusu, ondan esinlenerek benim tarafımdan uydurulmuştur. En fazla büyük ağabeyimiz yaşındaki genç iktisat hocalarımızdandı kendisi ve ara sıra fakülte kantinine gelerek bizlerle sohbet etmekten hoşlanırdı. Bizim de pek hoşumuza giderdi elbette. O sohbetlerden kalma bir sözdü: “Çocuklar, ben illegal bir şairim yazıp yazıp çekmeceme atıyorum.” derdi.

Neyse, şimdilerde gözlerimizi, kulaklarımızı tırmalayan birtakım yaratıkların ortalıkta konuşmak, bağırıp çağırmak, yemek içmek, iki ayak üzerinde yürüyüp dolaşmak türünden insana özgü eylemler içine girdiklerine tanık oldukça, ülkemizden gerçek insanların da gelip geçtiklerini hatırlamak, kimileyin bir ihtiyaç oluyor galiba.

Yazıya başlarken demek istediğim, şu “Devrimden Sonra” filminin, seyretmek ve kafa yormak için vakit ayırmayı hak ettiğiydi. “Dervişin dediğini yap, yaptığını yapma!” sözündekine benzer ağır bir eleştiriyi de geçersizleştirmiş durumdayım üstelik. Filmi Ankara’daki ilk gösteriminde olmasa da, ikincisinde, 13.00 matinesinde seyrettim geçen Cuma günüydü. Peki, neden geçen Pazar yazmadın, diye sorulacak olursa, nedeni şudur: Birkaç kez daha seyretmeden yazmak olmaz, ilk seyir, merakla beklediğin bir kitabı eline alıp çabuk çabuk sayfalarını karıştırmaya benzer, dedim. Nitekim, sonraki günlerde, iki kez daha izledim. Dolayısıyla, yazmam gecikmiş oldu. Umarım, mutlaka görülmeli önerim için vakit geç değildir ilk haftadaki kadar yaygın olmasa bile, farklı düzenlemelerden yararlanarak seyretme imkânı bir süre daha devam edecektir. Ayrıca, bu filmin daha çok uzun süre seyredilebilir olması için gerekli kolaylıklar sağlanmalıdır.

Şuradan başlayabiliriz: Kasım ayında ilk haberdar edildiğimizde, 1 Mayıs’ta gösterime gireceği söyleniyordu. Birkaç günlük gecikmeyle gerçekleşti herhalde, başarı saymak gerekir. Üstelik, 6 Mayıs da bizim için önemli günler arasındadır.

Öte yandan, en sonda, Bandiera Rosa ve Enternasyonal eşliğinde dakikalarca perdede akarken adlarını okuduğumuz bu filmin yaratılmasına katkıda bulunanların çokluğu, yalnız bizi heyecanlandırmış görünmüyor. Birkaç gün önce soLkültür’de dikkatimi çeken bir okur mektubundaki nottan anlaşılıyor ki, karşı saflarda da, çok haklı olarak, gıpta ile karşılanmış Yeni Şafak gazetesinin sinema yazarı bu ortaklaşma karşısında hayranlığını gizleme gereğini duymamış.

Bence, bu çalışmanın en önemli bir iki özelliğinden biri, gerçekten hayranlık uyandıran bir ortaklaşmanın ürünü oluşudur. Kimsenin adını sanını bilmediği insanlardan bu ülkede hemen hemen her sinema seyircisinin birçok kez izlediği ve izlemeye devam ettiği oyunculara kadar çok sayıda devrimcinin oluşturduğu bir kolektif, bundan böyle hep örnek gösterilecek bir çalışmaya imza atmıştır.

Ancak, bu özelliği öne çıkarmakla, ürünün kendisine haksızlık etmiş olmayalım. Bu film de, tıpkı kendisini ortaya çıkaran ortaklaşma gibi, bir ilktir. Uzun bir süre boyunca, onu izleyecek ve aşacak yeni ürünlere esin verecek, örnek olacaktır.

Şimdi, bilgiçlik taslamadan ve bilmediğimiz sularda kulaç atmaya kalkışmadan, çok önceleri öğrendiğimiz ve geçerliliğini bugüne kadar pek çok kez sınadığımız bir yolla, iki soru sorarak kısa bir irdeleme yapmaya çalışalım: Bu eser ne anlatmak istiyor ve nasıl anlatıyor?

Anlatmak istediği, ilkin, şudur: Bu ülkede sosyalist devrim yapılır, yapılacaktır onun ürünü bir sosyalist iktidar ülkenin yazgısını emekçilerin eline vermek üzere yola koyulacaktır. Aslında, film bunu anlatmaya gerek duymuyor, demek daha doğru çünkü, bu bir belittir eserin yaratıcıları açısından, apaçık ortadadır, doğruluğunu göstermek için ayrıca bir çabaya ihtiyaç yoktur.

İkinci olarak, devrim, ülkede yaşayan her toplumsal sınıf ve kesimi, hatta tek tek herkesi etkileyecek büyük çoğunluğun ise iyiliğine olacaktır.

Bununla birlikte, üçüncüsü, devrimin o büyük çoğunluk içinde birtakım kuşkular, kaygılar, hatta korkular yaratması beklenmelidir. Bunun ilk akla gelen nedeni, elbette, o kitlelerin bugün ve çok eskiden beri mahkum edildikleri koşullanmalardır. Ama, daha da önemli neden, bugüne kadar içinde tutuldukları ve devrime kadar da hiçbir zaman büsbütün kurtulamayacakları umutsuzluk, güvensizlik ve karamsarlık durumudur.

Dördüncüsü, devrimden kaçarak ve kaçtıkları yerlerden saldırarak kurtulmayı seçenler olacağı gibi ülkede kalarak alçakça eylemlere girişenler de olacaktır.

Beşincisi, devrimin amaçladığı yeni dünyanın kurulması ve korunup pekiştirilmesi için onu şu ya da bu ölçüde sahiplenip destekleyen herkesin katkısına ihtiyaç duyulacaktır.

“Ne anlatmak istiyor?” sorusu için benim yanıtlarım bunlardır.

“Nasıl?” sorusu içinse şunları söyleyebiliyorum: Film, bunları anlatabilmek için, devrimden sonra ortaya çıkması mümkün ve muhtemel, sayısız denebilecek çokluktaki durumdan üçbeş örneği bir kenara ayırarak anlık, daha doğrusu, birkaç anlık kesitler biçiminde canlandırma yolunu seçmiş. Kasım ayında gelen ilk haberlerde, filmin on iki bölümden oluşacağı duyurulmuştu, şimdi sekiz bölüm izliyoruz. Demek, ilk tasarlananlara göre, üçte bir oranında bir vazgeçiş zorunluluğu ortaya çıkmış. Bu, çalışmanın gelişimi sırasında yaratıcıların düşüncelerindeki değişikliklere bağlı olabileceği gibi, karşılaştıkları besbelli imkânsızlıklarla da ilgili olabilir. Nitekim, filmin yönetmeni, bu hafta soL’da okuduğumuz röportajda, bahaneler ve özürler sıralama havasından özenle uzak durarak, bu güçlüklere kısaca değinmişti. Bazılarını kestirebileceğimiz, bazılarını ise herhalde aklımıza bile getiremeyeceğimiz imkânsızlıkların yanı sıra bu filmin bir ilk deneme oluşunun da bu tür bir anlatımın seçilmesine yol açtığını ve böyle bir seçimin yanlış olmadığını sanıyorum.

Aynı röportajda, kısa anlatmanın daha zor olduğu da belirtiliyordu. Filmin kendisi bu saptamanın doğruluğunun yeni bir örneğidir. Bu tür uzmanlık gerektiren ve eleştirel sayılabilecek ayrıntılara girmeme kararımı bir an için çiğneyerek şu kadarını söyleyebilirim: Ben olsaydım, seyircinin neredeyse filmin tek tek her karesini hiç eksilmeyen bir dikkatle izlemesini gerektiren birtakım küçük ayrıntılara ve oyuncu ustalıklarına yaslanmak yerine, bir ölçü daha didaktizmi de göze alarak, bazı bölümleri birer ikişer dakika uzatmayı tercih ederdim o arada, fazla uzayıp sarkmış izlenimi bırakan birkaç bölümde aynı sürelerde kısaltmalar yapmak da mümkün olurdu.

Madem, bir ayraç açarak, girmemek kararımı bozduğum ayrıntılara girdim, bu ayraçtaki bir değinmeden yola çıkarak, bir başkasını açayım: Oyuncu ustalıkları demişken, bazı adlar özellikle dilimin ucuna kadar geliyor gelmesine de, bu filmin ruhuna baştan sona sinmiş bulunan ortaklaşma anlayışına saygısızlık olabileceği kaygısıyla, vazgeçiyorum.

Seçilen örnek durumların/olayların en tipik ya da en öncelikli yahut şu şu açılardan en vurgulanması gereken örnekler olup olmadığı sorusu ise, önemsiz olmamakla birlikte, tam bir görüş birliği sağlamanın mümkün görünmediği bir tartışmanın konusu olabilir. Dolayısıyla, önceden belirlenmiş bir sürede somut ürün elde edilmesini gerektiren bu tür çalışmalarda, böylesi tartışmalardan olabildiğince uzak durmak en iyisidir.

Bir de, belki, bundan sonrasına ilişkin birkaç söz ekleyebilirim.

Örnek olsun, bu filmin sekiz bölümünü oluşturan durumlardan/olaylardan esinlenerek, onlardan birini ya da birkaçını ayrı ayrı ele alan filmler yapılabilir.

Yine örnek olsun, arkaplanında henüz gerçekleşmiş bir sosyalist iktidarın bulunacağı, belki de kimilerinde bu iktidarın geçmişinin birkaç ay yerine birkaç yıl olacağı, bir kapitalistin öyküsü, bir işçinin öyküsü sergilenebilir ya da, diyelim, bir aşk öyküsü anlatılabilir.

Sözün kısası, “Devrimden Sonra”, sosyalist iktidarımızı izleyebilecek günleri toplumsal ve bireysel hayatımızın heyecanlandıran ve ürküten zenginliği içinde hayal etmenin yolunu açmıştır. Sadece seyirciler için değil sinemacılar için, sadece sinemacılar için değil, sanatsal yaratıcılığın öteki alanlarındaki herkes için…

Yeter ki, güzel olduğunda tartışmasız birleştiğimiz, yalnız olduğunda ise kuşkularımız bulunan ülkemizin sosyalist devrim ihtiyacı konusunda zihnimiz açık olsun.

* * *

Not: Geçen günlerde, bizim kuşağımızdan, kişisel olarak tanıdığım iki devrimciyi daha kaybettik Türkiye İşçi Partisi yöneticilerinden Zeki Kılıç yoldaşımız ile 1967’de göreve getirilmiş olan Sinan Cemgil başkanlığındaki ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Yönetim Kurulunda birlikte çalıştığımız arkadaşım Halil Çelimli de aramızdan ayrıldılar. Ne diyebiliriz, devrimcilerin ölmesi ne kadar doğalsa, devrim yürüyüşünün sürüp gitmesi de o kadar kaçınılmazdır.