Canavarın Dişlerinde

Aslında, bu Pazarın yazısı birkaç gün önceden kafamda oluşmuştu. Ama, daha önce de birkaç kez olduğu gibi, Cuma sabahı durum değişti çünkü, soL’un Cuma günkü yazarları, uzunca bir süredir ilk kez, eksiksiz olarak yazmışlardı. Böyle yaptıklarında, çoğu kez, soL okumaya ayırmam gereken süre uzuyor o neyse de, Pazar günü için aklıma takılmış, takılmakla kalmayıp epeyce de olgunlaşmış bir yazı varsa, onu bir kenara bırakmam, en azından, ertelemem gerekebiliyor.

Bu kez de biraz öyle oldu. Sormamız gerektiği halde hiç sormadığımız ya da yeterince ve doğru biçimde sormadığımız sorulara değinen bir yazı olgunlaşmaya başlamışken, bizim Cuma yazarlarımızın yazılarını okuduktan sonra, onu gelecek haftalara bıraktım ve bana en güncel görüneni, sadece en güncel değil aynı zamanda en can alıcı olanı üzerinde durmaya karar verdim.

“Can alıcı” derken deyimi birincil anlamı ile kullanmış oluyorum gerçekten, bundan daha fazla can alan bir sorun yok. Adına “trafik canavarı” diyorlar. Başlıkta dişlerinden söz edilen de o canavar işte!

Hükümet kararıyla resmen uzatılmış bayram tatilinde, trafik kazalarındaki günlük ortalama ölü sayısı 19’a yükselmiş. Bu istatistiğin olağan zamanlarda da başka hiçbir alanla karşılaştırılamayacak kadar yüksek bir düzeyde olduğu bilinir de, bu kadar “tavan yapması” için bayramların gelmesi gerekir hele böyle uzatılmış olanlar, onun için biçilmiş kaftandır.

Kaan Arslanoğlu bu Cuma günkü yazısında, trafik kazalarında ölenler üzerine ciddi ciddi yazmaya başladıktan sonra, herhalde elinde olmadan, gırgıra vurarak devam ediyordu. Şimdi, gel de, bizim memlekette hangi konuyu sonuna kadar kemali ciddiyetle konuşabilirsin ki azizim, yollu bir kahve muhabbeti cümlesi ekleme…

Şöyle diyordu Arslanoğlu:

“(…) dünya ölçeğinde kapitalizmin fikir babaları konuya ‘trafik canavarı’ konseptiyle yaklaşıyorlar. Onlara göre bu katliam tümüyle bir takım kendini bilmez sürücülerin kabahati. O halde ‘canavar’ ı boş verelim, söz konusu kişileri açıkça ‘terörist’ ilan edelim. Konuyu da ‘terörizmle mücadele’ bağlamında değerlendirelim. Bu şekilde daha radikal önlemler almak mümkün hale gelir. Örneğin bu trafik teröristlerinin tüm yakınlarını, hatta soydaşlarını izlemek ve onları suçlayıp baskı altına almak konuyu hayli politikleştirecektir.”

“Trafik canavarı” tamlamasının Arslanoğlu’nun değindiği gibi dünya ölçeğinde yaygınlık taşıyıp taşımadığını bilmesem de bizim ülkemizde uzun bir süre önce ortaya atılıp ısrarla kullanıldığını, bunun kamu kuruluşları eliyle yapıldığını, her zaman devletinin emir ve hizmetindeki medya aracılığıyla da olağanüstü yaygınlaştırıldığını, hemen herkes gibi, ben de çok iyi biliyorum. Yukarıya aktardığım satırları okurken, bundan yaklaşık 14 yıl önce yayımladığımız bir yazıyı hatırladım. Asıl konusu bu değildi ama bununla çok ilgili olduğunu, belki de özünde yer alan bir noktaya işaret ettiğini ileri sürebilirim.

Hepileri dergisinin Ocak 1998 tarihli 10. sayısında yayımlanmış, Yalçın Küçük imzalı, “Bir Kir Teorisi” başlıklı yazıdan şu satırları aktarmak istiyorum, uzun da olsa, hem düşünce hem kahkaha kışkırtıcısıdır ve her ikisi de çok yararlıdır:

“Bugün artık, ‘enflasyon’ türünden, bu tekeller düzeninin halkımızın iliğini kemiğini emmesinin doğrudan sonucu olan bir olguyu, ülkemizde, akıl yoluyla kavramak ve tartışmak mümkün değildir çünkü artık sadece ‘enflasyon canavarı’ var. Bugün, yollarımızın mezbahaya çevrilmesinde, demiryolculuğu körelten Amerikancı politikaların, her televizyon sahibine küçük bir otomobil fabrikası açma izni veren parsellenmiş devletin, zenginlerden vergi alarak yol yapma politikasını terk etmenin, rüşvetçi polisin, bu düzenin hiç rolü yoktur çünkü artık sadece ‘trafik canavarı’ var. İşin daha acı yanı, artık insanlarımızın çok büyük bir çoğunluğu bir hamamböceği haliyle, buradaki pisliği görmüyor ve belki de benimsiyor sosyal olgular hem canavar-hayvan haline getiriliyorlar ve hem de, (…) bazı haklarla donatılıyorlar. Örnek olsun, trafik canavarının tatil ve bayram hakkı vardır bunun için, pek çok zaman, ‘trafik canavarı tatil yapmadı’ türünden haberler veriliyor. Halkımız, tatil hakkı elinden alınan canavara acımaya hazırlanıyor. (…) Aynı ilkellerde olduğu gibi, fetişlere ruh ve can veriliyor ve bazen de çok korkuyorlar. Şimdilerdeki en büyük fetişleri ‘endeks’ adında birisidir bu endeks, Disney akıllıların bilemedikleri her şeyi biliyor ve buna göre tepki gösterebiliyor. Bazen sakin sakin gidiyor, önüne bir engel çıkıyor, inceden inceye kıvrılıyor, fakat, (…) bir ters söz üzerine, ben anlayamıyorum, endeks çok kızıyor ve birdenbire düşüyor işte o zaman müthiş ürküyor ve paniğe kapılıyorlar, bütün falcılar çağrılıyor ve ‘sen bilirsin, endekse ne yaptılar’ diye sorular soruluyor. (…)

Ey Solcu,

‘Trafik Canavarı’ ya da ‘Enflasyon Canavarı’, emekçi halkımızın sırtındaki sülük oligarkları kamufle etmek için, tekellerin tellaklarının buldukları sözlerdir. Her gün bir endeks örneği kıvrılan, bunların yalanlarıdır.

Ey Solcu, toplumsal ve sınıfsal olayları, hayvanlarla açıklayanların kendileri hayvanlardır. Üstelik hayvanların en iğrenci, hamamböcekleridirler.

Ey Solcu, solculuk akıl ve sevgi düzlemlerini birlikte yükseltmektir.”

Benden önce kürsüye gelen falancanın şöyle güzel, böyle benzersiz sözlerinden sonra konuşmak çok zor ama… Bunlar, toplantılarda söz alan konuşmacıların sıkça dillendirdikleri giriş cümleleridir. Ben de onlardan esinlenerek, üstadın kendi deyişiyle Paris’teki “gönüllü sürgün”den gönderdiği bu satırlardan sonra yazmaya devam etmek hiç kolay değil ama, diyorum ve devam ediyorum.

Bir sürücü belgesi sahibi oluşunun üzerinden otuzun üzerinde yıl geçmiş ve o kadar uzun bir süre “trafik canavarı”nın sayısız marifetine tanıklık etmiş bir yurttaş olarak yazıyorum bunları. Ben halk arasında hâlâ ehliyet diye anılan sürücü belgesini aldığımda, bu konuyla ilgili işler kamu eliyle yapılırdı, şimdi özelleştirilmiş durumda ilgim ve bilgim olmadığı için bir yargıda bulunamayacağım. Ancak, biraz konu dışına çıkarak olsa bile, kişi düzeyinde Turgut Özal’ın adına yazılmakla birlikte gerçekte 12 Eylül süngüsü ile yürütülmüş uzun özelleştirme kampanyasının sonundaki bir durum saptamasını yazmadan geçmeyelim: Bugün, herhangi bir emekçinin, özelleştirilmiş mal ve hizmet üretim alanları içinde ortaya çıkmış ve kendisi için iyi olduğunu düşünebileceği bir birim sonuç karşılığında en az beş birim kötülük vardır.

Yeniden konuya dönerek, ehliyet aldığım günlerde başımdan geçen bir olayı aktarmak istiyorum: O sıralar sınavın ilk aşaması olan yazılı sonuçlarının asılı olduğu camlı dolabın karşısında birbirileriyle bağrışa çığrışa şakalaşan iki genç vardı yaş sınırı olan 18’i ancak ay farkıyla geçmiş olabilecek iki genç. Listenin ilk sıralarındaki, 100 üzerinden 95, 93 gibi notları birbirlerine göstererek “yuuhh, çüüüşşş, ohaaa” türünden şaşkınlık ünlemlerini seslendiriyorlardı. “Siz kaç almışsınız çocuklar?” diye sordum biraz da kızgınlıkla, çünkü listenin önünü kapatarak başkalarının görmesini engelliyorlardı. Çok uzun zaman oldu, hatırladığım kadarıyla, 10 ile 15 arasında puanlar alarak çakmışlardı. “Bu üçüncü girişimiz be abi!” diye de eklemişti biri. Şimdi düşünüyorum da, o gençler çok zorlanarak da olsa ehliyetlerini almışlardır mutlaka. Daha sonra, ikisinden biri, yüksek olasılıkla, bir trafik kazasında ölüp gitmiştir öbürüyse, şu anda hâlâ direksiyon sallıyordur, muhtemelen bir bölünmüş yolda ve eğer bilmem kaçıncı kazasından kıl payı kurtulabilmişse…

Yanlış anlaşılmasın, o zaman da şimdi de, benim buradan çıkardığım sonuç “her şeyin başı, eğitim” nakaratı değil. Bu durumun asıl hatırlattığı şu olmalı: Halkımızın “ehliyet” dediği belge, genç insanlar açısından, en parlak ve yüksek okulun diploması kadar değerli bir iş bulma umududur. O belgeyi edinen işsiz güçsüz genç için, ekmek parasının yolu, hem de öyle böyle değil, bastırdın mı kaçan bir motorlu aracın direksiyonuna geçerek serüvenden serüvene koşabileceği fiyakalı bir yol açılmış demektir.

Artık o araç köhne bir kamyon mu, bin türlü kusuru gizlenmiş bir otobüs mü, oturan kadar ayakta dikilen yolcunun tıka basa doldurduğu yana yatmış bir minibüs mü, yoksa arkasına takılı römorktaki kızlı kızanlı tarım işçilerini tarlalara, bağlara, bahçelere taşıyan bir traktör mü olur, orası bahtına kalmış. Geçen yüzyılda kapitalist uygarlığın insana “bahşettiği” iki benzersiz nimetten biri olan otomobil, bizim geç kalmış kapitalizmimizde de yeterince çoğalmış olmakla birlikte, onun “mütemmim cüzü” olan otomobil mezarlıkları henüz yoktur ve çoktan o mezarlıkları, oradan da atık değerlendirme imalathanelerini boylamış olması gereken her türden binlerce motorlu taşıt, insan, hayvan ve yük dolu olarak karayollarımızda cirit atmaktadır.

Karayollarımız ise bir yerden bir yere ulaşmanın alternatif yollarından biri değil, neredeyse tek yolu olacak kadar olağanüstü bir ağırlığa ulaşmış ayrıca, şu cumhuriyet tarihinin aralıksız en uzun süreli başbakanı olmaya pek yaklaşmış siyasetçinin en çok övündüğü icraatı arasında saydığı gibi, duble duble halkımızın hizmetine sunulmuştur. Bir de, içeride üretim, dışarıdan ithalat rekorları kırılarak yine o her şeye layık halkımızın hizmetine sunulmuş son model otomobiller, namı diğer, yer uçakları varken, kimde can kalır! Ne şehir içi ne şehirler arası dinle, bas gaza, uçarcasına git gideceğin yere!

O eski zamanlardan farklı olarak, şimdi dualarımız da yeri göğü tutuyor üstelik, içimiz rahat olsun: Bizi paramparça etmekten bıkmayan canavarın dişleri de sökülür bir gün inşallah!

Neyse, boşuna demedik yukarıda, bu memlekette hangi konuyu sonuna kadar ciddi ciddi yazıp çizmek mümkün olabiliyor ki!