“Başını okşasan, elini ısırır…”

İnsan işte, yapar mı, yapar…

Geçen yüzyılın başlarında söylenmiş olan, başlıktaki söze geleceğim. Ama o kadar eskiye gitmeden, çok yakın tarihli bir değinmeden söz edelim önce.
Konusunda gerçek bir uzman, sözüne sadık, tam bir “İstanbul efendisi”, bizim Sol Meclis çalışmamıza destek istediğimizde geri durmamış, sosyalizme hep dostça bakmış bir insan olan Öztin Akgüç, geçen Pazar günü Cumhuriyet gazetesindeki yazısında şöyle yazıyordu:

“İleri demokrasiye uygun vatandaş tipi, irdelemeyen, öğrenme istenci olmayan, kendine verilenle yetinen, büyüklerin kendinden daha iyi düşündüğüne inanan, kısa süreli çıkar kollayan, çıkarlarını tehlikeye atmayan, devlete karşı ezik, devlet büyükleri önünde zıplayan, alkış tutan, ‘Türkiye seninle gurur duyuyor’ diye bağıran, özgürlük, bağımsızlık gibi kaygıları, daha doğrusu tutkuları olmayan vatandaş tipidir.”

Yazısının sonunda da şunları eklemişti Öztin Hoca:

“Övünmek gibi olacak ama, ben ileri demokrasi tipi vatandaşa değil, hangi orunda olursa olsun, düzgün, kişilikli, bilgili, onurlu vatandaşa saygı duyar, gıpta ederim. Türkiye’nin sorunlarının günümüzün muteber, matlup, makbul sayılan, istenen vatandaş tipi ile değil, kişilikli, bilgili, onurlu, bağımsızlık, özgürlük tutkunu vatandaş sayısının artması ile çözülebileceğine inanırım.”

Biz de, büyük kurucularımızdan hatırlayarak hep deriz ki, o ileri demokrasinin vatandaş tipi diye resmedilen, başka bir anlatımla, geçmiş çağların fışkısında yetişmiş olan insan ancak bir devrimle bu pislikten arınabileceği için, başka gerekçelerin yanı sıra, bu nedenle de devrim gereklidir.

Başlık yaptığımız söze gelince, biraz ayrıntılı anlatmak durumundayım.

Herhalde ilk basımı Şubat 1968’de idi varsa daha öncekileri bilmiyorum, sonraki yıllarda bir iki baskısı daha yapılmış olabilir. Lenin’in sanat ve edebiyat üzerine yazıp söylediklerinden derleme yaparak bir önsöz eşliğinde kitaplaştırmış olan, 29 yaşından öldüğü 73 yaşına kadar Komünist Partisi üyesi, hukuk ve iktisat doktoru bir Fransızın, Jean Freville’in çalışması, o tarihte Payel Yayınevi tarafından yayımlanmıştı. Çevirmen, Demir Özlü’nün bir söyleşide “Stalinistti” dediği ve Kurbanoğlu olan soyadını Demokrat Parti milletvekili olan kardeşi yüzünden kullanmadığını söylediği, bizim eski tüfeklerden Şerif Hulusi idi. Belki daha önceden bilen pek az sayıda kişi dışında, hemen hepimiz oradan okuyup öğrenmiştik.

Öğrendiklerimizden ve o kitabın en çok aklımda kalan bölümlerinden biri, Lenin’in müziğe ilgisi konusunda, iki kişinin tanıklıklarına dayanılarak aktarılanlardı. Tanıklar, eşi Krupskaya ve yakın dostu Gorki. Krupskaya, onun en çok sevdiği müzik eserinin Beethoven’in “Appassionata” adıyla bilinen piyano sonatı olduğunu ve yakın arkadaşları İnessa Armand’dan durmadan bu sonatı çalmasını istediğini hatırlıyor. Gorki ise, bu kez başka bir icradan Beethoven sonatlarının bazılarını dinledikten sonra Lenin’in şunları söylediğini yazıyor sözünü ettiğim Şerif Hulusi çevirisinden aktarıyorum:

“Bence Appassionata’dan daha güzel bir şey yoktur. Bu eseri her gün dinlesem, yine doymam, fevkalâde, insanüstü bir musiki bu. Belki de saf bir gururla her zaman ‘Bak, insanlar ne mucizeler yaratabiliyor’ diye düşünürüm.”

Gorki’nin yazdığına göre, Lenin, bunları söyledikten sonra, gözlerini kapatıyor ve keyifsiz bir biçimde şunları ekliyor:

“Ama, ben sık sık musiki dinleyemem. Sinirlerime dokunur. İnsanın tatlı delilikler edesi ve pis, iğrenç bir cehennem içinde böyle bir güzellik yaratan kimselerin başını okşayası geliyor. Oysa, bugün insanların başını okşamak mümkün değil, elinizi ısırıverirler. Nazari bakımdan her türlü zora karşı olsak da, insanların hiç acımadan kafasına kafasına vurmak lâzım geliyor. Hım! Hım! Ne allahın belâsı zor iş!”

Doğrusu, bu satırları okuduktan sonra, Appassionata’yı daha çok dinlemeye ve daha çok beğenmeye başladığımı itiraf etmeliyim. Bununla birlikte, Pathétique, Fırtına ve bestecinin ölümünden sonraki zamanlarda galiba en popüleri olmuş Ayışığı sonatlarını da ekleyecek olursak, o dördünü öteki sonatlar arasında ayrı bir kümede toplamaktan yana olduysam da, benim için, Pathétique adıyla bilinen ve bu müzik dehasının, on sekizinci asrın son yılında, daha 29 yaşındayken yarattığı piyano sonatının yeri hepsinden önde gelmiştir. Hayır hayır, artık nedense hiç kurtulamadığımız gerçek bir kötü alışkanlık durumuna gelmiş endüstriyel futbol bağımlılığının etkisiyle ille de şampiyonu ve ötekileri ayırt etmek için değil, sadece, çok sayıda güzellik içinden bazılarının bir parça öne çıkarılmasında herhangi bir kötülük bulunmadığı için…

Bundan aşağı yukarı 30 yıl kadar önce, o zamanki Federal Almanya’nın başkenti ve Beethoven’in doğum yeri olan Bonn’a ilk ve son kez gittiğimde, ilk işim, Almanların bir müzeye dönüştürdükleri onun doğduğu evi ziyaret etmek olmuştu. Büyük bestecinin sağırlık başlangıcından son aşamalarına kadar biraz olsun işitebilmek için kullandığı ve çoğu kendi imalatı olan tuhaf gereçlerin falan da sergilendiği bu anılar evinde dolaşırken, ziyaretçiler okuyup bilgi edinsinler diye iliştirilmiş etiketlerde genellikle sadece Almanca yazılmış olduğunu fark edip epeyce saydırdığımı hatırlıyorum. Bir de, hiç unutmam, çıkarken, bir köşede duran Beethoven büstünün başını okşamıştım. Bir şükran anlatımı olarak ve gestapo kılıklı bir müze bekçisinin telaşla koşturup elimi ısırmasa bile itekleyeceğinden çekinerek…

Bunca lafın sonunda, bir de önerim olabilir: İmkân bulabilenler, yukarıda saydığım dört sonatı art arda dinlesinler. Vakitleri varsa birer kez daha dinlesinler biraz daha vakitleri kalmışsa, birer kez daha vakitleri kalmamışsa, ek vakit yaratarak birer kez daha…

O sırada, örnek olsun, güzel şiirler ve yazılar, hatta basbayağı çetrefil metinler de okuyabilirsiniz. Hiçbir şey yapmadan dinlemekse, en iyisidir. Hem çok daha fazla tat alırsınız hem de pek çok güzel işe girişmek üzere içinizde müthiş bir kalkışma uyanır.