AKP Doğan Medya Grubu’nu Neden Silkeledi?

Aydın Doğan'a verilen 826 milyon TL'lik (eski parayla yaklaşık 1 katrilyon lira) vergi cezasına ilişkin tartışmalar hız kesmeden devam ediyor. Bu cezanın, muhasebe kayıtlarında yapılan kasıtlı ya da kasıtsız bir usulsüzlükten kaynaklanan ve siyasi etkilerden uzak basit bir maliye işlemi olmadığı ortada.

Çünkü Türkiye'de medya ortamı, bu ülkede yaşanan iktidar ilişkileri ve çatışmalarının, servet kavgalarının, yapısal değişimlerin, sınıfsal çelişkilerin, tarihsel kırılma noktalarının ve toplumsal gerilimlerin neredeyse birebir yansıdığı bir alanı oluşturur.

AKP'nin 22 Temmuz 2007 seçimlerinden, şaibeli de olsa, daha büyük bir güç olarak çıkmasının ardından, Türkiye'de ABD ve AB desteğiyle toplumu ve rejimi dönüştürme, başka bir anlatımla ülkenin düşük yoğunluklu bir islamizasyon operasyonuna tabi tutulma siyaseti hız kazandı. Öyle ki, bu operasyon 2008 yılından itibaren bir darbe karakteri kazanmaya başladı.

Bu operasyonun medyayı da kapsaması kaçınılmazdı. Uzan Grubu'nun dağıtılması, Sabah-ATV Grubu'nun AKP tarafından ele geçirilmesi, Star gazetesinin hükümetin kontrolüne girmesi, Kanaltürk'ün yoğun bir mali kuşatma ve siyasal baskı sonucu iktidara yandaş bir gruba satılması bu operasyonun etaplarını oluşturuyordu.

Öyle anlaşılıyor ki, sıra A. Doğan Medya Grubu'na gelmişti. Bunun işaretleri daha önceden verilmişti aslında. Genel seçimlerden önce Hürriyet gazetesinin etkili köşe yazarlarından Emin Çölaşan'ın işine son verilmesi, grubun popüler muhalefet gazetesi Gözcü'nün kapatılması "yaklaşan felaket"in ayak sesleri gibiydi.

Güç ve iktidar aracı olarak medya

Biraz abartılı şekilde de olsa "bilgi ve iletişim çağı" olarak da nitelendirilen günümüz dünyasında medya, en önemli güç ve iktidar araçlarından biridir. Çünkü medya, gücü ve iktidarı elinde tutanların en etkili ideolojik aygıtıdır. Başka bir açıdan bakılırsa medya, güce ve iktidara ulaşmanın da vazgeçilmez alanlarından biridir.

Durum böyle olunca, yükselen, iktidardan pay isteyen, gücün ve servetin yeniden paylaşımını talep eden her kişi, çevre, grup, kesim ve sınıf günümüzde basın sektörüne girmeye çalışmaktadır. Bu nedenle 1980'li yılların sonundan itibaren Türkiye'de medyanın mülkiyet yapısı ve sermaye bileşimi hızla değişmeye başlamıştır. Büyük sermaye grupları, kara ya da kayıt dışı para sahipleri, hatta mafya hem meşruiyet kazanmak hem de ekonomik ve siyasal bir sıçramayı gerçekleştirmek için bu alana yatırım yapmaya yöneldi. 1990 sonrasında ulusal ve yerel televizyon kanallarındaki olağanüstü artışın nedeni budur ve dünyada başka bir örneği pek yoktur. Okuma alışkanlığının az olduğu, şifahi kültürün hâlâ yaygınlığını ve etkinliğini koruduğu bu toplumda iktidardan ve servetten daha çok pay talep edenlerin televizyonlara yönelmesi anlaşılır bir durumdur.

Türkiye'de büyük medyanın etkinliği, özellikle siyasal ve ekonomik istikrarın bozulduğu, ülkenin güçsüz koalisyon hükümetleriyle yönetildiği dönemlerde olağanüstü şekilde arttı. Öyle ki, bir dönem Sabah ve Hürriyet grupları hükümetler yıkıp hükümetler kurmaya, bakan tayin etmeye, parlamenter "darbeler" tezgâhlamaya, sektör dışı işleri nedeniyle kendilerine rakip olan grupları tehdit etmeye bile kalkıştılar. Durum şımarıklık ve küstahlık raddesine kadar vardı. Medya patronları ve üst düzey yöneticiler kendilerini ülkenin pilot kabininde görmeye başladılar.

Bu bir dengesizlik durumuydu. Özel şartların bir araya gelmesi nedeniyle kazanılan olağanüstü ve fakat geçici bir güce işaret ediyordu. Ahlaksız bir ilişki oluşmuştu, sürdürülebilir olmaktan uzaktı. Medya, iktidara tutunarak iktidar alanını genişletmek gibi tuhaf bir yol izliyordu.

O nedenle AKP iktidarının Doğan Medya Grubu'nu bu "cezalandırma" hamlesine biraz daha yakından bakmakta yarar var.

Hesaplar tutmadı

AKP'nin, çarpık seçim sisteminin de bir sonucu olarak 3 Kasım 2002 seçimlerinden tek başına hükümet kuracak bir güçle çıkması, bütün beklentilerin aksine dengeleri alt üst etti. Beklentiler şöyle özetlenebilirdi 28 Şubat sürecinin terbiye ettiği varsayılan "Yeni Oluşumcu" ılımlı İslamcılar siyasal istikrarı sağlayacak, batıcı İstanbul sermayesinin taleplerine uygun ekonomi politikalar uygulayacak, AB ile entegrasyon sürecini derinleştirecek ve bütün bunlar olup biterken de eskiden olduğu gibi ülkeyi birlikte yöneteceklerdi.

İşte bu hesap tutmadı.

Çünkü zoraki bir uzlaşma oluşmuştu. İktidardan ve servetten daha çok pay isteyen, bunun yolunun da Erbakan çizgisinin aksine batıyla çatışmak yerine uzlaşmaktan geçtiğini gören AKP ve muhafazakâr taşra sermayesi ile batıcı büyük sermaye arasında oluşan bir uzlaşmaydı bu. Bozulma riskini daha başlangıç anından itibaren içinde taşıyordu. Buna tek yanlı bir uzlaşma girişimi de denilebilirdi. Çünkü 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra ortaya çıkan tablo böyle bir uzlaşmayı kaçınılmaz kılmıştı.

Başta Aydın Doğan grubu olmak üzere, "merkez medya" da denilen tekelci basın, tıpkı TÜSİAD gibi hükümete büyük destek vermeye başladı. Yolun başında işler iyi de gidiyordu. Liberallerin desteğini alan AKP hükümeti akılcı bir politika izleyerek acele etmiyordu. Hükümet aşağıdan yukarıya toplumun dokusunu değiştirirken, diğer yandan da yukarıdan aşağıya doğru iktidar kudretiyle bu dönüşümün yasal dayanaklarını/temellerini oluşturuyordu. Demokratikleşme, vesayet rejimini aşma, AB üyelik sürecini geliştirmek gibi gerekçelerle AKP'ye destek veren liberallerin büyük kesimi de merkez medyada üslenmişti. Verdikleri desteğin tarihsel ve stratejik değeri, kendi ağırlıklarıyla karşılaştırılamayacak kadar büyüktü. İslami hegemonyanın derinleştirilmesine değeri ölçülemez bir destek sunuyorlar, bunun karşılığını da alıyorlardı.

Ancak hesap edilemeyen bir durum vardı AKP bilinen merkez sağ-muhafazakâr partilerden farklıydı. Uzun vadeli bir strateji izliyor, hükümet olmaktan çok kalıcı bir iktidar istiyor, devleti ve toplumu ele geçirmeye çalışıyordu. Başta ABD olmak üzere Batı'ya yaslanarak ülke içindeki iktidar alanını genişletme politikasını yürütüyordu. AKP, Batı'nın talepleriyle kendisinin toplumsal ve siyasal dönüşüm programı arasındaki örtüşmeyi görmüştü. Kendisine iktidar yolu bu nedenle açılmıştı.

Dolayısıyla, bu yolculukta geçici yol arkadaşlarını eleyerek ilerleyecek, kendi "değerlerine" ihanet ederek iktidara destek veren batıcı sermaye gibi, merkez medyayı da belli bir aşamadan sonra silkeleyecekti. Bir yandan "yeşil sermaye"ye alan açarken, diğer yandan da medya ortamına egemen olmak için hamleler yapacaktı. Yaptı da...

Aydın Doğan'ın dramı!

POAŞ nedeniyle uzun süredir hükümetin elinde rehin olan, verdiği kurbanlarla (Emin Çölaşan gibi) durumu idare etmeye çalışan Aydın Doğan'ın en büyük "medya patronu" olarak bu operasyondan muaf olması mümkün değildi. Gazete ve televizyonlarında "demokrasi kahramanı" ilan ettiği, "karizması" na övgüler düzdürdüğü, doğru düzgün eğitimi bile olmayan, servetinin kaynağı belirsiz bir kişiden "siyaset bilgesi" çıkarmaya çalıştığı günler bile kurtaramayacaktı kendisini. Her toplumsal ve siyasal dönüşüm projesinin yürütücüleri gibi AKP'de sadakat ve ideolojik birlik istiyordu.

Doğan Grubu'nun bir üst düzey yöneticisi ile üst düzey bir maliye bürokratı arasındaki telefon konuşması bile, dinlenip hemen servis ediliyordu. Bu dinleme kaydında Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Soner Gedik ile Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanı Mehmet Akif Ulusoy'un "vergi cezası" üzerine yaptıkları bir uzlaşma konuşması vardı. Soner Gedik, Ulusoy'dan kendilerine vergi konusunda kolaylık gösterilmesini istiyordu. Oysa dönem değişmişti, merkez medyanın hükümetleri terbiye ettiği dönemden, iktidarın medyayı terbiye ettiği zamanlara gelmiştik.

Ne demeli bu da merkez medya ve onun plazalarında üslenen liberallere "kapak olsun"...