Sosyalist Türkiye'nin iskeleti

'Tarihe sipariş veremeyiz. Türkiye’ye sosyalizm muhtemelen hiç beklemediğimiz, belki de istemediğimiz koşullarda gelecektir.'

Barış Zeren

Bu yazı Dayanışma Meclisi'nin yayını Dayanışma Forumu'nun 7. sayısında yayınlanmıştır.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü ardından sermaye dünyası sosyalizme karşı ideolojik mücadelesinde ileri sürdüğü bütün iddialardan vazgeçmiş durumda. Piyasa ekonomisinin toplumun tümüne refah getireceği vaadini henüz Sovyetler çözülmemişken bırakmıştı ama küreselleşme için düzülen süslü vitrin de son yıllarda dağıldı. Dünya ekonomisi krizler, tedarik zincirlerinin kopuşu, artan ulusal ve uluslararası eşitsizlik içinde devinedursun, demokrasi vaadi de çökmüş durumda. Ortadoğu Asya hattındaki İslamcı despotizmler Doğu Avrupa’da yükselen neo-nazi hareketlere karışıyor, Batı Avrupa’da aşırı sağın güçlenmesine Latin Amerika’da mafyatik-kontrgerilla rejimleri eşlik ediyor. Temsili demokrasi ve halk egemenliği nosyonları yamanamaz şekilde aşınmış, itibar yitirmiş, giderek daha fazla insan dünyayı bir avuç ultra zenginin yönettiğine inanıyor. Boşuna değil, 2008 krizinden itibaren “batamayacak kadar büyük” sloganıyla ifade edildiği üzere, devletler halkın parasını büyük tekelleri ekonomik iflaslardan kurtarmak üzere kullanıyorlar, kapitalizmin oligarşik niteliği daha da belirginleşiyor. 

Sermaye dünyasının bu pervasızlığının bir nedeni var. Kendini tehdit altında hissetmiyor, zira bütün politikalarına karşı yöneltilen itirazlara rağmen eşsiz bir büyü salgılamış durumda. Karşıtları açısından mutlak ve değişmez görünüyor. Kapitalizmin yıkılıp yerine yeni bir toplumun kurulabileceğine ilişkin inanç, yani ütopya, Sovyetlerin çökmesiyle birlikte çöktü ve sosyalizm her ne kadar itibarını toparlasa da henüz ütopyasını bulamadı. 

Ütopya, bugünün imkânları içinden yarını kurmak, hayali değil, büyük ve gerçekçi bir inşa demektir. Türkiye’de nasıl bir sosyalizm kurulabilir, sorusu aslında büyük bir ütopik tasarımı gerektiren ciddi bir soru. Ama bunun karmaşık, incelik isteyen bir iş olması, böyle bir tasarımın anahatlarını tartışmaya, böyle bir sistemin ülke içinde ve dışında tamamını değilse de, iskeletini çizmeye engel değil.

Böyle bir Türkiye’yi düşünmeye şu saptamayla başlayabiliriz: Türkiye’de sosyalist bir sistem azımsanamaz kuruluş sorunlarıyla karşılaşacaktır. Emperyalist dünyanın düşmanlığını çekecek olması bir yana, plansız, orantısız ve bağımlı kapitalist Türkiye’nin altyapısını dönüştürme güçlükleri de sosyalist bir iktidarı bekliyor. Böyle köklü bir değişim tıpkı Birinci Dünya Savaşı gibi dünya dengelerinin altüst olduğu bir konjonktürde gerçekleşecek olursa, ki büyük bir ihtimaldir, öngörülemeyecek güçlükler de bunlara eklenecektir.

Bununla birlikte, Türkiye’nin bütün bu ve başka güçlüklerin üstesinden gelmede önemli bir üstünlüğü bulunuyor: Kadro potansiyeli. Türkiye, yüz yıl öncesinin Türkiyesi değil, Çarlık Rusyası hiç değil. Tarım toplumu olmaktan çıkmış, belirli bir sanayi altyapısına, ama en önemlisi, emek-yoğun ekonomisiyle orantısız biçimde, ciddi bir vasıflı, eğitimli, yetişmiş proleter nüfusa sahip bir ülke. Yüzde doksanı köylü olan 1917 Rusyası’ndan farklı olarak, üretim organizasyonundaki ve toplumsal işbölümündeki rollerini yerine getirebilecek önemli bir ara eleman, teknisyen ve mühendis nüfusu Türkiye’nin geniş proletaryasına dahildir ve doğru bir sosyalist öncülük altında sağlam bir toplumsal omurga oluşturacaktır. 

Bu omurga, ilk günlerden merkezileştirilen ve devletleştirilen Türkiye ekonomisini taşıyacak bürokrasinin de çekirdeği olacaktır. Böyle bir bürokrasinin yokluğu Sovyetler Birliği’nin doğum sorunları içinde başat önemdeydi. Orada, zaten nüfusa oranı çok düşük olan yetişmiş nüfusun önemli bölümü savaş ve devrim çalkantıları içinde ülkeyi terk etmiş, kalanlar eski rejim köklerine bağlılıkla sosyalist iktidarı sabote etme eğilimine girmişlerdi. Merkezi planlama teşkilatı genişledikçe bürokrasi ihtiyacı da artmış ve sorun daha kronik hale gelmiş, Sovyetler buna göre tetikte, güvensiz bir kontrol sistemi olarak yapılanmış, bu doğum izini bir daha üzerinden atamamıştı. Asırlık tarihsel gelişmeler, bu evrenin Türkiye’de 1917 Rusyası’ndan daha sorunsuz atlatılmasını mümkün kılıyor. 

Türkiye kapitalizmi, 1960-70’lerdeki ithal ikameci sanayileşme dönemini bir yana koyarsak, sınai altyapıyı derinleştirerek bağımsız ve “milli” bir ekonomi yaratma hedefinden hep uzak durdu. Türkiye’nin bağımsız bir makine ve kimya endüstrisi yok. Sosyalist Türkiye muhtemelen hammadde ve teknoloji açığını kapatmak için mutlaka bir müttefikler kuşağı oluşturmak zorunda kalacaktır. Savunma gerekliliği yanında bu ekonomik yapı da sosyalist Türkiye’nin yeni bir jeopolitik oluşturmasının kaçınılmazlığını gösteriyor.

Bu jeopolitik öncelikle Batı’dan farklı endüstrileşme başarıları yakalamış ülkeleri yanına çekmeyi gerektiriyor. Rusya ile Çin elbette ilk akla gelenlerdir; Batı dünyasıyla antagonizma ilişkisini derinleştirdikçe böyle bir arayışın temel adresleri olmaları mümkün görünüyor. Bunun dışında, Asya’da oluşan yeni ekonomik birliklerde Türkiye, Batı kapitalist sistemi içinde mahkum olduğu emek-yoğun ve bağımlı endüstrileşme kapanından kurtulacak imkânlar bulacaktır. Bu nedenle, sosyalistler bu antagonizmanın derinleşmesi politikasını bugünden benimsemek durumunda görünüyor.

Öte yandan, belirtmek gerekir, bu perspektif, şu anda Türkiye kapitalizmine alternatif olarak çokça pompalanan Avrasyacılık’tan farklıdır. Avrasyacılığın kapitalizm karşıtı bir program olmaması, Türkiye’nin kapitalizmle taşındığı bu enkaz durumdan çıkması için nihai bir zemin sunmamasında başat etkendir. Onun dışında, Avrasyacılık, Avrasya’nın bir kutup oluşturduğu jeopolitiği hazır varsayıyor. Oysa, Avrasya ülkeleri arasında hâlâ çözülmesi gereken çekişmeler var ve Rusya ile Çin gibi ülkeler kapitalist Batı’yla irtibat noktaları bulma arayışlarını sürdürüyorlar. Şu anda Batı’dan kopan değil, Batı’nın emperyalist işleyişi nedeniyle ittiği bir devletler toplamı söz konusu ve emperyalizme rakip bir sistemin yokluğunda, Rusya ile Çin Batı’yla her an tekrar buluşmaya hazır bir kamp arz ediyor. Tam da bu ikircikli doğası sayesinde, Avrasyacılık Türkiye’de sistem değişikliği ihtiyacına risksiz, demagojik bir yanıt sunuyor ve toplumsal statükoyu korumanın bir yolu olarak savunuluyor. Kriz içindeki bir ülkede “Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirmek isteyenlerin” başta mülkiyet ilişkileri olmak üzere, statükoyu kurtarma reçetesi olarak görünüyor. Erdoğan’cılığın bu söyleme kolaylıkla sarılabilmesinin altındaki sır da bu.

Dolayısıyla, Türkiye gibi kritik bir ülkede yaşanacak sosyalist devrimin, Avrasya’yı da dönüştürecek, ABD’nin eski korkusuyla “domino taşı” etkisi yaratması muhtemeldir. Öte yandan, domino etkisi herhalde uzak coğrafyalardan önce yakın coğrafyası için geçerli olacaktır ki, sosyalist bir egemenliğin korunması için en önemli “dış” avantaj da bu sayılabilir. Sosyalist Türkiye, bölgesiyle ilişkilerini tersine çevirerek kapitalist Türkiye’nin bağrında yatan şovenist dış politikayı değiştirme yoluna devrimin ilk günlerinden itibaren girecektir. Yunanistan’dan Lübnan’a, Ermenistan-Azerbaycan’dan Suriye’ye uzanan bir kuşakta bir Doğu Birliği tasarımını yaşama geçirecek, emperyalizmin yüzyıllardır etnik-dini gerilik ve boğazlaşmaları layık gördüğü bir coğrafyayı yeniden şekillendiren bir konfederasyon tasarımını yaşama geçirecektir. Bu ülkelerin burjuvazilerini değil, emperyalist sistemden zarar gören —ve kuşkusuz sosyalist Türkiye’nin doğuşundan etkilenen— geniş emekçi kesimlerini yanına çekecek bir uluslar politikası, böyle bir tasarımın temel dayanağı olacaktır. 

Emperyalist nüfuzu kıracak böyle bir birlik projesi, bölgeye barış getirmede de başat zemin oluşturacaktır. Türkiye’nin Yunanistan’la Ege sorunu gibi bir sorunu kalmayacak, Ege adaları iki devletçe korunan bir ortak statüye kavuşabilecektir. Ortadoğu’nun kronik sorunlarından Kürt sorunu da böyle bir konfederasyon şemsiyesi altında, ülke egemenliklerinden taviz vermeden, bölünme, iç savaş gibi tehlikeler olmaksızın, Kürtlerin de hakları sağlanarak çözülebilecektir. Sovyetler Birliği’nden Yugoslavya’ya kadar sosyalizmin, en karışık coğrafyalarda sağladığı uzlaşma ve barış, sosyalist Türkiye’nin başarabileceği radikal çözümlerin en garantilisidir.

Bu jeopolitik sahayla birlikte, Türkiye’nin iç idari düzenlemeleri konusunda sosyalist sistemin manevra alanı bulacaktır. Özel mülkiyetin kaldırılması ve mülk sahibi sınıfların siyasal iradesi kırıldıkça halk meclisleri aracılığıyla insanların mülki idareye doğrudan ve aktif biçimde katılması sağlanacaktır. Tek parti sistemiyle halk meclisleri yönetimi arasında yapılacak ayarlamada kriter, ikisinden birinin kendi işlevinden fazla yük üstlenmemesi olacaktır. Sovyetlerde enkaz halinde bürokrasinin yamalarını kapamaya çalışan ve asıl görevlerini, ideolojik bir merkez oluşturma görevini ihmal eden parti sistemi özgüvensiz sistemin oluşumunda başar role sahipti. Türkiye sosyalizminde ise sosyalist bir eleştiri mekanizmasının gelişmesine özel önem verilecek, idari yapılanmada aparatçik üreten değil, inisiyatif göstermekten korkmayan bir kadro üretimi sağlanması özellikle gözetilecektir.

Ekonomi ve silahlı kuvvetler merkezileştirilecek, siyasi merkeziyetçilik sağlandıktan sonra idari yapılanmada yerel yönetimlere daha fazla inisiyatif sağlanacak, merkezin asıl, makro görevlerine odaklanması kolaylaşacaktır. Bunun şimdiki liberal yerel yönetimcilikten en bariz farkı, bölgesel eşitsizlikleri gideren, yerelleri birbiriyle bütünleştiren merkezi planlamanın yanında, tek parti sisteminin birleştiriciliği ve emperyalist müdahale imkânlarının da kökten kesilmiş olmasıdır. 

Tarihe sipariş veremeyiz. Türkiye’ye sosyalizm muhtemelen hiç beklemediğimiz, belki de istemediğimiz koşullarda gelecektir. Yukarıda anahatlarını saydığımız sistemin ne kadarı nasıl uygulanabilecek, buna nesnel koşullar karar verecektir. Yine de öngörülemezlik yalnızca dezavantajlar lehine işlemez: Türkiye sosyalistleri iktidarı alacak cüreti gösterdikten sonra, tarih de toplum da ona daha önce öngörülemeyen imkânlar sunacaktır. Yeter ki ütopyayı düşünmekten, tartışmaktan, yazmaktan geri durmayalım.