Futbolun müsilajları: Kirli siyaset, piyasacılık ve mafya

Tüm o tuttuğumuz, desteklediğimiz kulüplerin tarihi ne yazıktır ki politik ele geçirilme, tarikatlara bağlanma, patronlara peşkeş çekilme ve envai çeşit mafyanın babalık taslama tarihidir.

İsmail Sarp Aykurt

Futbol asla yalnız değildir; mafya, tarikatçılık, piyasacılık ve kirli siyaset ülkemizdeki futbolun kaybolmayan mitleridir çünkü...

Türkiye’de futbolun kirli siyaset ve mafyanın özel bir alanı haline gelmesinde, futbolun bir oyun olarak da kitleleri etkileyen yapısının önemi var. Son söyleyeceğimizi baştan söylemek gerekirse, Türkiye’nin toplumsal/tarihsel serüveni ile futbolun tarihsel serüveni birbirine koşut ilerlemiştir.

Rızanın imalatında bir basamak: Futbol

Futbol, ülke içerisine ilk yerleşmeye adım attığı dönemlerde meydan okumanın bir aracı olarak görülmüş ve bu durum, üstün güç (düvel-i muazzama) olarak görülen yabancılara kafa tutabilmenin bir aracı olarak kodlanmıştır. 

O dönemlerdeki psikoloji oldukça açıktır. Batı karşısında yaşanan ezikliği, geri kalmışlığı kırabilmenin bir yoludur futbol. Futbol, Türklerin de yabancılarla eşit nitelik ve becerilere sahip olduklarını gösterebilmek için biçilmiş kaftan olarak görülür. 

Bu durum, Türk gençleri arasında alıcı bulur ve futbol, dönemin siyasetçilerinin de ilgisini çekmeye başlar.
Futbolun o yıllarda ve onu izleyen günlerde sıklıkla karşılaştığı durumlardan birisi her iktidar tarafından araçlaştırılması olmuştur. 

Bu oyun, değişmez bir ısrarla devlet nezdinde dışarıya ve yabancılara karşı milliyetçi duyarlılıklar temelinde toplumsal mobilizasyonu sağlama vesilesi olarak kurgulanmıştır.

Bu durum kimi restorastonlarla devam ediyor. Türkiye’de futbolun prospektüsünde şunları söylemek olanaklı ve gereklidir:

İlki, futbol, milli kimliğin inşası ve de ikamesinde kullanılan bir araç halini almıştır.

Bunun en saf haline 1950’lerde rastlansa da “Mehmetçik” şovundan Kıraç’ın marşına kadar “Bizim Çocuklar” ideolojisi bunun en güncel yansımasıdır.

Skorlarla ilgisi yok. Ancak bu hamle, her zamanki gibi boş ve fos bir hamle olmaktan öteye geçememektedir.
İkincisi ise toplumsal kutuplaşmalar veya ekonomik, siyasi, toplumsal vb. krizler ile uğraşan toplumların “gazının alınması” futbola biçilen yeni bir roldür. 

Farklılığımız şudur: Bizde gaz almak için önce gaz vermek gerekir...

Bununla beraber, taraftarlık kimliği de köylerden kentlere yoğun bir göç akımının yaşanan son dönemlerde etkili olmuş, yaşanan kimlik krizleri postmodern bir taraftarlık alt kültürü üzerinden kodlanarak, kimi sorunların üstü bir bakıma örtülmüştür.

Bu örtü, kaldırılmış değildir...

Gözler ovuşturulduğunda görülecektir. Futbol olduğu kadar, taraftarlık da bir politikanın doğrudan bir nedeni ve sonucudur.

Demokrat Parti yılları: Futbolun likidasyonu

14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimler sonucunda Demokrat Parti (DP) iktidarının kesinleşmesi, futbolun da yeni bir evreye geçtiğini gösteriyordu. Bu evre, büyük kulüplerde iktidarın değişmesi ve aynı zamanda siyasal çevrelere verilen mesajlar ve uluslar arası propaganda süreçlerinin başlaması demekti. Bu sürecin sonuncu hamlesi olarak ise ülke futbolunda profesyonelleşme gündeme getiriliyor ve pek geçmeden yasalaşıyordu.

Popülerleşme, kitleselleşme ve gericileşmenin de başladığı yıllardı diyebiliriz bu döneme.

Seçim gününden hemen sonra ise ciddi hazırlıklar başlıyordu. Öncelikli hedeflerden birisi Türk-Amerikan ilişkilerinde hızlı bir iyileşme ve kaynaşmanın tahkim edilmesi olarak somutlanmak isteniyor, futbol kulüpleri de bunun için ‘hazır kıtalar’ olarak bekletiliyordu. 

Ülke, Demokrat Parti iktidarı ile birlikte komünizm düşmanlığını, Batı’ya yaklaşarak, sosyal ve siyasal olarak öykünerek kanıtlama yoluna girmişti. Ülke içinde de bir dönüşüm yaşanıyordu o yıllarda. İstanbul’un büyük kulüplerine ciddi bir siyasi yığınak yapılmaya başlandı.

Yine mi siyaset? Çankaya’nın şişmanı iş peşinde

1950’li ve 60’lı yıllar ise kulüplerin ve futbol dünyasının Demokrat Partili milletvekillerine ve onların politikalarına terk edildiği yıllardır.

Kirli düzen siyaseti ile futbol ilişkisi bu dönemlerde zirveyi görmüştür. Ancak zirvede bırakmayı ise hiç düşünmemiştir.

1980 yılının 12 Eylül günü ise, toplumsal hayatın ve elbette ki futbolun da kesintiye maruz bırakıldığı zamanlardır. Askeri darbe, ülkede birçok şeyi değiştirmiş, futbola müdahaleyi başka boyutlara taşımıştı.

Özellikle liberalizmin kurumsallaşması ve cuntacı anlayışın hâkim kılınması emekçi sınıfların belini kırmış, dinci gericiliğin önünü açmıştı. Futbolun tüm bu süreçten bağımsız kalması zaten olanaksızdı.

Dönemin Futbol federasyonu başkanı, hakem Sadık Deda, darbenin ‘patronu’ Kenan Evren’in boyunduruğuna giriyor, futbol kulüpleri arasında paylaşımlar yapılıyordu. Siyaset ile futbol her zamanki gibi iç içe idi. 

Özellikle, Çankaya’nın 1. Şişmanı Özal’ın yürütücüsü olduğu 24 Ocak neo-liberal ekonomik dönüşüm kararları spor ve futbol üzerinde ciddi travmalar yaratıyor, futbol, geniş kitlelerin deşarj olma, düzene bağlanma etkinliği olarak sunuluyordu. 

1980’li yıllar, tavizler, vaatler, ‘yasal’ şikeler ve müdahale yıllarıdır. Özal’ın başında bulunduğu ülke, piyasacı etkilerin futbola yerleşmesini sağlıyor, futbol, sermaye gruplarının ve burjuva siyasetin bir politika malzemesi haline geliyordu. Siyasetin futbol üzerindeki tartışılmaz etkisi, sporun ve özellikle onların en popüleri olan futbolu zapturapt altına alıyor, endüstriyel futbol düzeninin de ülkeye tedricen nüfuz etmesine imkân sağlıyordu.

Futbol, artık sermayenin, tarikatların ve mafyöz yapılanmaların bir nevi ‘taharet musluğu’ halini almıştır.

Muslukla aklananlar vardır, ancak kanalizasyon ülkenin tam ortasına basınçla akmaktadır.

Artık futbola vidanjör lazımdır.

Günümüze gelirken: Mafya, müsilaj ve AKP

90’lı yıllar siyasal sahnede İslamcılığın Refah Partisi ile yükselişe geçtiği, faili belli cinayetlerin, devletin farklı adlandırılan aynı yapılanmalarının cirit attığı yıllardır. 

Özal iktidarı ve 12 Eylül ile başlayan islamizasyon, liberalleşme ve gericileşme, futbolun da siyasal arenada görünür olmanın bir aracı halinde olduğu önermesi ile birleşince ortaya cemaatçi bir tasarruf/istihdam ağ ve şirketleşme çıkmıştır.

Bu, gerici ve piyasacı yapılanma ideolojik bir müdahaledir. Özellikle Almanya’daki Türklerden toplanan paralarla Endüstri Holding, Kombassan Holding ve Yimpaş gibi firmalar bu hususta öncülük yapmakta beis görmemişlerdir.

Sermaye ile gericiliğin bağı her zamanki gibi buluşuyordu. Holdingler, kuruldukları kentin takımına yatırımlar yapıyor, iş adamları kendi tanıtımlarını yapıyordu. 

İslami cemaatlerin ve holdinglerin bu girişimleri, 1996 yılında kurulan Refahyol hükümeti döneminde artmış, futbol başka vesilelerle de siyasal tartışmalara konu edilmişti. 

2002’de iktidara gelen AKP ise, günümüze kadar uzanan dönemde futbola ve taraftara sıklıkla müdahale etmiş, tribünlerin ve stdyumların çehresini değiştirmek için siyasi girdiler yapmıştır. 2002’den beri üstünde durulacak bir gelişme, AKP ile birlikte başlayan Anadolu Kulüpleri’ndeki yükselişler, futbolun aktif kullanımı ve stadyum mühendisliğidir. 

Mafya: Kimin eli kimin cebinde?

Mafyaya gelince...

Mafya her zaman düzen siyasetinin doğrudan yapamadığı kirli işlerinin yaptırıldığı, kirli işlerine meşruluk kazandırmaya çalıştığı bir alan ve en az düzen kadar kirli bir düzen aparatıdır. Bağımsız değildir, düzen ve onun tüm politik temsilcileriyle aynı yerdedir, birliktedir ve futbolda da böyledir. 

Özellikle futbol takımları içerisinde tarikat örgütlenmesinden 2002 yılındaki milli takımdaki tarikat krizine kadar değmediği bir “derin ilişki” yoktur. Sinan Engin, Ağar, Peker, Eken, Çakıcı, Terim, Emre Belözoğlu, Arif Erdem, Hakan Şükür ya da diğerleri... Aynı masadadırlar.

Şike, bahis, menajerlik işleri ve mafya ne kadar ilişkili ise bu isimler de birbirleriyle ilişkilidirler. Hayırseverlik egzersizleri, bahis organizasyonları, meşru ve yasal finans şirketleri aracılığıyla aklanan kara paralar, kurşunlananlar, satın alınan maçlar, tehdit ve hakaretler...

Örnekleri var. 1999 yılında futbol federasyonu seçimlerinin mafya gölgesinde geçmesi gibi aslında gerçekleşen tüm federasyon “seçimleri”, 2004’te TBMM bünyesinde şike, mafya ve haksız rekabeti araştırmak için kurulmuş olan Meclis Araştırma Komisyonu’nun araştırmacı Ecevit Kılıç’ın aktardığı ve ona Komisyon başkanı AKP’li Ankara milletvekili Haluk İpek’in sorduğu “Fatih Terim’in İtalya’da görev yaptığı dönemde İtalya ile Azerbaycan arasındaki silah ticaretinde rol oynadığı konusunda ne biliyorsunuz” sorusu, 80’li yıllarda başlayan kuralsızlıklarla doldurulmuş kulüp kongreleri, transfer usulsüzlükleri ve altından akan ikincil bir ekonominin varlığı bu çürük işlerin deşifresidir.

Mafya varsa onu yönlendiren bir kirli siyaset ağı da var demektir. 

Ve buna eşlik eden ve yine Ecevit Kılıç’ın güzel ifadesiyle, “kirli kramponlar” da yok değildir.

Devam edelim.

Siyasal iktidar tarafından yaratılan 3 Temmuz operasyon süreci ve ideolojik olarak 3 Temmuz olgusu Türkiye'de futbolun zemininin ne denli siyasetle içli dışlı olduğunun ve futbolun buna ne kadar açık ve elverişli olduğunun berrak bir kanıtıdır.

2013 Haziran/Gezi Direnişi sonrasında ise, tribünlere dönük müdahaleler, baskı ve davalar, Fenerbahçe’ye yapılan ‘iktidar operasyonu’ sonrasında ortaya çıkan yepyeni futbol ortamı,  sahte/gerici taraftar grup ve 'iktidar maşalarının' türemesi ve futbol sürecinin 'betonist bir karşı devrime' esir edilmesi ve buna bağlı olarak stadyum inşaatlarının hız kazanması vb. gibi bir çok gelişme, AKP’nin futbolu ciddi ölçülerde kullandığını göstermektedir.

Futbolun Türkiye’ye girişinden bu yana, geçirdiği tarihsel aşamalara bakıldığında, sürekli olarak göze çarpan durum, mevcut iktidarlar tarafından çeşitli boyutlarda işgaline girişildiği ve politik bir mevzi olarak kazanılmaya çalışıldığıdır.

Neden mi? Çünkü futbol, “siyaset bulaştırmayalım” denilecek bir alan olmaktan öte, kirli siyasetin genital bölgesidir.

O halde madem spor, bir üst yapı kurumu olarak ekonomik durum ve siyasi ilişkilerden bağımsız değil ve hatta iç içedir; o halde önemli bir seçimin kavşağındayız demektir.

Bu seçim, insanca ve eşitlikçi, her birimizin dilediği spora dilediği zaman ve yerde, bedelsiz erişebildiği bir düzende yaşamak ile barbarlığın hüküm sürdüğü, insanın insanı sömürdüğü ve sporun, spor yapma, izleme ve yönetme rahatlığı ve keyfiyetinin sadece küçük bir para babaları kliği ve onların hempalarına ait olduğu çürümüş bir düzende yaşamaya zorlanmak arasında gidip gelmektedir.

Sermayenin iktidarda olduğu bir ülkede, gericilik ve gericilikle birliktelik bir kural olarak piyasacılık gündemdedir. Bu gündemin de gerçeğe dönüştürüldüğü alanlardan birisi hep spor ve özellikle futbol olagelmiştir.

Ve tüm o tuttuğumuz, desteklediğimiz kulüplerin tarihi ne yazıktır ki politik ele geçirilme, tarikatlara bağlanma, patronlara peşkeş çekilme ve envai çeşit mafyanın babalık taslama tarihidir.

Bunlar Peker’in iyi kurgulanmış videolarında anlatılmamaktadır.

Ama biz bu topyekün pislikle nasıl mücadele edeceğimizi biliyoruz.