Bir mit yıkılıyor: Bir işbirlikçi ve vatan haini olarak Osman Hamdi Bey

Osman Hamdi Bey 1902’de Bağdat ilindeki kazılardan buluntuları düzenlenmesi için 'emaneten' Berlin’e gönderiyor ama o gün bugündür İştar Kapısı Almanya’da sergileniyor.

Gamze Erbil

Osman Hamdi Bey’le ilgili yerleşik algıyı yerle bir edecek olan kimi gerçekler; -aslında sanıldığı gibi tarihsel ve kültürel miras bilincine sahip bir bürokrat olmadığı ve Batılı “ahbaplarının” yönlendirmelerine açık zaaflı bir kişiliğe sahip olduğu, resimlerinin esasen peşkeş çektiği tarihi eserler nedeniyle “beğeni” topladığı-, Yaşar Yılmaz’ın Osmanlı arşivlerinde yaptığı araştırmayla ortaya çıktı. Bu çalışmayla ortaya çıkan bir başka gerçeklik de, Almanlarda bulunan İştar Kapısı’nın aslında “emanet” olarak Berlin’e götürüldüğü ve resmi arşiv belgelerine göre aslında bugün geri istenmesinin meşru olduğu gerçeği. 

Osman Hamdi figürüyle ilgili ortaya çıkan yeni tablonun mevcut yönetsel aygıt içinde “idrak edilmesi” hayli güç görünüyor ama gerçeklerin inatla kendini dayatacağını da biliyoruz.

Yaşar Yılmaz’la son kitabı üzerine konuştuk.

Bir süredir yürüttüğünüz çalışmalar belli bir eksene oturdu ve Osmanlı coğrafyasının / Anadolu’nun kültürel mirasının Batı’ya nakli konusunda odaklandı. “Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü” biraz da bu odak noktasında ortaya çıkan bir eser… Kitabın ismi neden bu kadar “yumuşak”? Çünkü aslında bir mit’i hedef alıyor ve daha sert olabilirdi…

Yaşar Yılmaz: Osman Hamdi’nin Öteki Yüzü başlığını yerinde bir tanımlama olarak düşünüyorum. Bir efsaneyi devirmek sağlam belgelerle olur. Bu çalışmayla, bir “miti” ben değil Osmanlı arşiv belgeleri hedef alıyor. O belgeleri ilk kez görenler “olamaz” diye irkiliyor; aslında bugüne kadar neden görülmemiş, tartışılmamış diye kandırılmışlığına kızıyor. 

Bugünden bakıldığında, birileri Osman Hamdi Bey’in 'tarihi miras' bilinci oturmamış bir coğrafyada kazı masraflarını karşılayacak bir yönetimin tartışmalı olduğu, Anadolu’da dokunduğun her taşın tarihi eser olduğu… vs. bir nesnellikte 'ancak bu kadarını yapabilirdi' … diye aklanabileceğini düşünüyor. Siz onun karşısına basitçe direnen diğer bürokrat ve yetkilileri (Islahiye kaymakamı, Birecik kaymakamı, bodrum kale komutanı…) koyuyorsunuz ve böylece tablo sadeleşiyor. Biraz daha o dönemin müzecilik/arkeoloji tarihi konusundaki durumunu somutlaştırabilir miyiz?

Evet, ülkenin kültür varlıkları bilinci önemli. Bu bilinci zayıf toplumların eserleri risk altına girer. Daha önceki çalışmam olan Anadolu’nun Gözyaşları’nın önsözünde, bir ülkenin kültür varlıklarının soyulması için; savaş şartları, ekonomik çöküş ve en önemlisi tarihi eser bilincinin gelişip gelişmemesi olarak belirtmiştim. Tarihi eser bilinci doğru öğretilen bir tarih bilinci ortamında gelişebilir. Okullardaki tarih kitaplarımızda tarihi dil, ırk temelli kısır tarih yerine artık “Anadolu coğrafyasının tarihi” olarak öğretmeliyiz. Coğrafya temelli tarihe bakışla Luvier, Hititler, Hurriler’le başlayan yazılı kaynaklarla 4 bin yıllık bir geçmişe, yazılı olmayan dönemimiz ise 12 bin yıl geriye giderek zenginleşecek. Tarihi eserlerimizin hepsinin mirasçısı olduğumuzu kavrayacağız. Bu bilinçle eğitilen her yurttaşımız bu coğrafyanın eserlerini kendiliğinden kollayacaktır.

Kazı olanaksızlığını öne sürenlere şunu söylemeliyiz: “Kazı masraflarını karşılayacak paran yoksa kazma, dokunma. Toprak eserleri binlerce yıl korudu; bırakalım elli yıl daha korusun. Acelen niye, sen son nesil misin ki acele ediyorsun; senden sonrakiler daha paralı, daha bilinçli olacaklar bırak onlar açsın. Emperyalistlere peşkeş çekip çıkar sağlama” demeliyiz. Osman Hamdi’nin eserleri yağmalatmasının hiç gerekçesi yok. Eserlerimizin karnı aç Batılı müzeler için kıymetli olduğunu bal gibi biliyordu. Küçücük, yüz haneli, yoksul İslâhiye’nin genç, yurtsever kaymakamı kadar yurt sevgisi gelişmemişti. Arkadaşı Karl Humann Zincirli Höyüğü’nden kazıp çıkarttığı eserlerimizi kağnılarla taşımak isteyince “kanunen yasak, götüremezsin” diye karşısına durdu. Osman Hamdi ona acele mektup yazıp, özel ulak göndererek zorluk çıkartmamasını istedi. Bununla da yetinmeyerek hem bölgenin mutasarrıfına, hem de bölgenin müze sorumlusuna olmak üzere iki telgraf çekip kaymakamın zorluk değil, Humann’a kolaylık göstermesini istedi. O iki telgrafı Osmanlı arşivlerinde okuduğumda yaşadığım üzüntüyü anlatamam. Kahramanımız kim olmalı? Kaymakam mı, Osman Hamdi mi?

Bu olaylardan yaklaşık yüz yıl önce Batı’da arkeoloji bir bilim olarak üniversitelerde dersler arasına girmiş, arkeologlarını yetiştirmeye başlamıştı. Hamdi Paris’te kaldığı yıllarda müze koleksiyonlarından haberdardı. Osmanlı’da yetişmiş hiç arkeolog yoktu. Hamdi beyin yardımcısı Osgan Efendi, İtalya’da yontuculuk dersleri almıştı. Osman Hamdi, ne arkeoloji ne de kazı yöntemlerini biliyordu. Yardımcı aldığı Fransız arkeologlara rapor hazırlatıyor, o raporlara imzasını atıyor, müze yayını olarak yayımlatıyordu. Onlar eserleri rahat götürme pahasına Hamdi’ye övgüler yağdırıyor, nişanlar veriyorlardı. Bir Doğulu’nun nasıl kullanılacağını, yazdıkları raporlardan açıkça görüyoruz. Bir Osmanlı’nın karakterini, nasıl ikna edilebileceğini ince ince analiz etmiş, raporlamışlar. Kitapta örnek belgeler koydum.

Bir bürokrat olarak Osman Hamdi’nin bugüne kadarki imajını, tarihi ve nesnel temellere oturtarak yerle bir ediyor bu kitap. Elde bugün örneklerine çok rastladığımız bir tipoloji kalıyor: Batı hayranı, kültürel/ulusal değerlere dönük kayıtsızlığı ihanet eşiğini aşmış, bulunduğu konumla ölçüsüz biçimde uyumsuz bir çıkarcılık/düşkünlük gösterecek bir zaaflı kişi portresi… Onu bir bürokrat olarak istismara açık hale getiren bu özellikleri, gerçekleşmiş olan büyük yağmanın kanıtlarıyla birlikte sunulması gerçekten etkileyici. Bugün iktidar cephesinde bu tabloyu kabullenme imkanı olabilecek kimse var mıdır? Çünkü bu tablonun tersine dönmesi ancak o cephede de böyle bir kabullenişle karşılık bulacak sanki.

Yıllar önce, “Anadolu’nun Gözyaşları-Yurtdışına Götürülmüş Tarihi Eserlerimiz” kitabını hazırlarken birkaç arşiv belgesinde Osman Hamdi Bey’le ilgili bize anlatılanlarla uyuşmayan durumları fark ettim. Yayınevimizin uzmanları onu başka bir araştırmada ele almamın doğru olacağını söyledi ve sadece Amerikalılar bölümünde kısa birkaç paragrafla bu konuya değinmekle yetindim. Pandemi boyunca eve kapanıp Hamdi Bey’le yabancıların ilişkisini ele alan belgeleri inceledim. Gaziantep-İslâhiye, Zincirli’den eserlerimizi Hamdi Bey’in müze müdürü olarak hazırladığı raporlarla arkadaşı Alman Karl Human tarafından götürülüşü öyküsü etrafında konuyu ele aldım. Yaklaşık 30 yıllık müdürlüğü döneminde tarihi eserlerimizden sorumlu kişi olarak Piriene’den, Ortaklar civarındaki Menderes Magneziya’sından, Milet’ten, Didim’den, Bergama’dan eserlerin yurt dışına çıkışına yol açan raporları arşivde buldum. Bunların bugüne kadar incelenmeyişini, yayınlanmayışını “şimşekleri üzerime çekmeyeyim” diye düşünen “Doğulu toplum” oluşumuzla mı açıklayacağız? 

Yazdığı raporlar onun bir işbirlikçi olduğunu, kahraman olmadığını gösteriyor. Toplum artık uyanmalı gerçeği görmeli.

Somut bir örnek üzerinden gitmek gerekirse 1902’de Babil’de yapılan kazılar sırasında Babil harabelerinden birleştirilmek üzere parçalar Berlin’e götürülüyor ve orada düzenlendikten sonra iade edileceği söyleniyor. Ancak bugün Berlin’de sergilenen ve sizin de görüntülediğiniz İştar Kapısı süslemeleri bir türlü Türkiye’ye iade edilmiyor. Bu nasıl mümkün olabiliyor, hiç istenmediği için mi? Yoksa karşı taraf açısından başka bir 'hukukuna uydurma' durumu mu var? Çünkü sizin sunduğunuz belgelerde, aslında bir söz yerine getirilmemiş… gibi bir durum var.

Osman Hamdi Bey de, Almanlar da biliyorlardı ki eser unutulacak ve istenmeyecek. Nitekim Hamdi eserin iade şartıyla onarıma göderilmesinden sonra sekiz yıl daha görevda kalıyor; Ama eserimizi geri istemiyor. Sonra birinci paylaşım Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı derken emanet verilen İştar Kapısı Almanlar’da kalmış. Ben rastlantı eseri arşivde belgeleri görünceye kadar bizim bakanlık ve yetkililer de unutmuş. Tersi olsaydı Almanlar bugüne kadar geri istemez miydi? Unuturlar mıydı? Her memur hazineden aldığı maaşın hakkını vermeli: İşini, ciddi ve cesurca yapmalı.

Bir ikincisi de, bir önceki soruyla ilişkili. Bunu isteyecek bir kültürel formasyonu var mı Türkiye’nin mevcut bürokratik/siyasi aygıtının temsilcileri içinde. Siz kitapla ilgili hazırlıklar sırasında bu konuda bir etüd yapma fırsatı bulabildiniz mi, ya da nasıl tepkiler aldınız-alıyorsunuz?

Kutsal İştar Kapısı’na giden yolun sağlı-sollu 46 metre boyunda, renkli, mineli eşsiz süslemeli yapı Bergama Müzesi’nin, Bergama Sunağı kadar övünerek sergilediği bir eser. Vermemek için bahane sunabilirler ama geçersiz. Onlar Hattuşa sfenksini de tamir için emanet götürmüşlerdi. Unutturdular. Uzun yıllar sonra bizim hükümet geri isteyince vermek zorunda kaldılar. Bu da öyle olacak. Geri gelecek.

Son olarak bir de Osman Hamdi Bey’in “ressamlığı” meselesi var. Burada da bir büyük yanılsama/iki yüzlülük sürüp gidiyor. Siz yine yalın bir biçimde o dönem girdiği ilişkileri ve resminin ne anlam ifade ettiğini ortaya koyuyorsunuz. Bir de basitçe: Fotoğrafını çektiği figürü, tarihi yapı içine yerleştirip (özellikle çinili-renkli ortamlara) eski usul, sıradan oryantalist eserler üretiyor… cümlesiyle yapılan değerlendirme var. Bunlar biraz ağır çıkışlar, on yıllardır buna inanan insanlar için zorluklar yaşanacak gibi… Bu konuda nasıl tepkiler aldınız? Nasıl tepkiler bekliyorsunuz?

Söylemeye gerek yok ki, resim uzmanı değilim. Hamdi Bey’in resimlerini esasen uzmanlara bırakmak isterim. Ben, sadece kısacık kişisel kanımı söyledim. 1832’de, Batı’da Hamdi’nin doğumundan 10 yıl önce modern resim fikri ortaya atılmıştı. Resimde perspektif kaldırılmış, renk anlayışı değişmişti. Ressam, doğayı olduğu gibi kopyalayan değil, onu yorumlayan kişi olarak kabul görüyordu. Fransız Cezanne, Monet, Manet, Hollandalı Van Gogh gibi ressamlarla, modern resim gelişen fotoğraf teknolojisin de zorlamasıyla ilerliyordu. Hamdi Bey bu yıllarda gördüğü şeyleri, fotoğrafını çektiği nesneleri olduğu gibi kopyalıyordu. Dönemin ressamlarının; örneğin Cezanne ya da Van Gogh’un eserleriyle kıyas edilebilir mi? Batılılar’ın, “Siz büyük ressamsınız” yollu övgülerini, onun eserlerini çok yüksek fiyata almalarını ve övgülerinin sebebini kitabımda belgeleriyle anlattım. İşte onların pohpohlamalarının etkisinin günümüze kadar geldiği kanısındayım. 

Ressamımız Avni Arbaş’la yıllar önce bir söyleşi kitabı hazırlamıştım. Resim yapmak isteyen gençlere bir usta ressamımızın öğütlerini aktarmak istemiş, bu nedenle de resim tarihini incelemiştim. Ama tekrar ediyorum bu konuda uzmanların değerlendirmesi daha kıymetlidir. Ben, aynı dönem ressamlardan Şeker Ahmet Paşa, Ali Rıza Bey’in eserlerini yeğlerim.

Bizim zenginlerimiz bir ihale alıp milyon dolarların sahibi oluyor, “ünlü bir ressamın” eserini alabiliyor. Onun için 50 yıl sonra resmin bir anlam ifade edip etmeyeceği, sanat değeri değil, popüler kültürde ressamın ünlü olması önemli oluyor. Hepinizin bildiği gibi para sahibi olmakla asgari burjuva kültürü sahibi olma her zaman eşleşmiyor. O zenginlerin “mega star” dediği sanatçı bazen Kapıkule sınır kapısını bir adım geçince anlamsızlaşabiliyor. O para sahipleri, ressamlar içinde, örneğin Orhan Peker’le daha az ilgileniyor.

Bunlar benim Osman Hamdi resmi konusunda samimi düşüncelerim. Tabi ki bana karşı çıkan da, onaylayan da olacaktır. 

Pekala, kolay gelsin…