Evdeki hesaplar çarşıya uymuyor: AKP'nin ustalığı çark etmek mi?

AKP hükümeti son günlerde açtığı başlıklarda sürekli geri adımlar atmak zorunda kalıyor. Suriye krizi, kürtaj tartışması, KPSS skandalı konularında sürekli çark etmek zorunda kalan AKP, inandırıcılığını ve gücünü de zedelenmekten kurtaramıyor. Yani evdeki hesaplar çarşıya uymuyor.

Türkiye'de son aylarda açılan gündemlerin önemli bir bölümü, bizzat AKP ve başbakan Erdoğan tarafından açılmış, AKP'nin İkinci Cumhuriyet'in inşasına yönelik planlarının birer parçası olarak planlanmıştı. Kürtaj tartışmasından Suriye ile yaşanan uçak krizine kadar birçok başlıkta, AKP, iktidarını güçlendirecek ve daha ileri mevzilere yerleşmesini kolaylaştıracak bir zemin kazanmaya çalıştı.

Fakat sürecin gelişimi, AKP'nin arzuladığı hızda ve yönde olmadı. Her bir başlıkta belirli bir konsolidasyon sağlayabilen AKP, karşısında oluşan muhalefeti ve toplumsal huzursuzluğu etkisizleştirmeyi başaramadı. Birçok konuda inandırıcılığını yitirmiş olmasının yanı sıra, AKP'nin daha dar ama konsolide bir toplumsal destek olarak gördüğü gerici-islamcı tabana yaslanmaya eğilim göstermesi de, söz konusu muhalefeti ve huzursuzluğu kıpırdatan bir neden oldu.

Şimdilik bu durum karşında başvurulan hareket, geri adım atılmak zorunda kalınan gündemleri suskunlukla geçiştirip unutturmak, olmuyorsa inkar etmek ve atılan adımlardan çark etmek şeklinde beliriyor. Fakat hesapların gerici dönüşümden tümüyle vazgeçmekten çok, daha uygun bir zamana ertelenmesi ve koşullar elverdiğinde yeniden harekete geçilmesi yönünde olduğunu tahmin etmek zor değil.

Dış politikada taşeronluk dersi
AKP hükümetinin iktidara geldiği günden bu yana en çok üzerine yürüdüğü ve kendisi için bir destek kaynağı haline getirmeye çalıştığı alanlardan biri dış politika. Özellikle kendinden önceki iktidarları pasiflikle, "pısırık" olmakla, "monşer" suçlamalarıyla eleştiren AKP, kendi dış politika vizyonunu aktif ve model ülke olmak, bölgede liderlik sergilemek ve uluslararası toplumun etkin üyelerinden olmak gibi başlıklarla tanımlıyor. Fakat AKP iktidarının dış politika sicilinin, her türlü hamasetten sıyrılındığında, başlı başına fiyaskolarla dolu olduğu görülüyor.

ABD'nin Irak'a müdahalesi gündeminde, tezkereyi Meclis'ten geçirmeyi başaramayan AKP, cezasını Irak'a müdahale sırasında kenarda oturarak çekmeye zorlandı. Yedek oyunculuktan şikayet etmeye başladığında ise, meşhur "çuval olayı" ile kulağı çekilmiş oldu. Hükümet, yaşanan olayın kabul edilemez olduğunu yüksek sesle yinelemesine karşın, konuyla ilgili hiçbir adım atmadı.

Davos zirvesinde İsrail'e sert biçimde sataşan AKP, bir anda Ortadoğu'nun hamisi rolüne talip olarak sahneye çıktı. Fakat böylesi meseleleri ulu orta halletmeyecek kadar deneyimli bir dış politikaya sahip İsrail, aradığı fırsatı Mavi Marmara olayıyla buldu. Türkiye'nin resmi olarak uğurladığı ve AKP'nin bir övünç meselesi haline getirip tüm ülkede fırtınalar estirdiği Mavi Marmara, İsrail askerleri tarafından basıldı, gemide bulunan yolculara ateş açıldı, ölenler ve yaralananlar oldu ve İsrail uzun bir müddet gemiyi Türkiye'ye teslim etmedi. Başbakan'ın televizyonlardan haykırdığı hamaset yüklü sözlerden başka, Türkiye sadece bir savaş gemisine Akdeniz'de tur attırıp geri çağırmakla yetindi. Daha etkili adımlar atacak alanı ve olanağı olmadığını kısa sürede fark eden AKP, kısa süre sonra gündemi suskunluğa terk etti.

Arap Baharı olarak adlandırılan süreçte, AKP, bölgede sahip olmayı arzu ettiği pozisyona ulaşmak için yeni bir fırsat doğduğunu sandı. Özellikle Libya konusunda sert ve uzlaşmaz bir tutum izleyen AKP hükümeti, ilk olarak, hem ülke içinde hem de uluslararası düzlemde yeterli inandırıcılığı sağlayamadı. Daha çok kısa bir süre önce, Libya Devlet Başkanı Kaddafi'yle sarmaş dolaş fotoğraflar çektiren ve Kaddafi'nin elinden üstün hizmet madalyası alan Erdoğan'ın, bir anda Kaddafi düşmanı kesilmesi birçok kesimde soru işaretleri yarattı. Ardından Libya'ya NATO müdahalesi konusunda ön saflarda yer almak ve pastadan büyükçe bir pay kapmak için girişimlerde bulunan AKP, Fransa'nın pek de nazik olmayan tavrıyla kenara itildi. Erdoğan'ın "NATO'nun Libya'da ne işi var" sözlerinden kısa bir süre sonra, Dışişleri Bakanı'nın Libya operasyonunun NATO tarafından tek merkezden yönetilmesini istedikleri yönünde açıklamalar geldi. Böylece bölgede güvenilirliğini ve samimiyetini yitiren Türkiye'nin, uluslararası itibarı da büyük ölçüde zedelenmiş oldu.

AKP'nin uluslararası düzlemde attığı son adım ise Suriye konusunda oldu. ABD'nin bölgeye dönük planları içinde, Esad rejiminin tasfiyesinin ve ABD güdümünde yeni bir Suriye yaratılmasının, bu yolla İran'ın yalnızlaştırılmasının ilk sıralarda olduğu zaten biliniyordu. AKP, geçmişteki acı deneyimlerinin etkisiyle ve Davutoğlu'nun derinlik içermeyen stratejik tercihleriyle, Suriye konusunda çabuk ve tayin edici adımlar atmayı kararlaştırdı.

Fakat AKP'nin yürümek zorunda olduğu zemin sanıldığı kadar pürüzsüz değildi. Öncelikle, ABD'nin zamanlaması ile Türkiye'nin adımları arasında bir uyumsuzluk vardı. ABD bir yıpratma ve tartma imkanı olarak AKP'nin Suriye'ye yönelttiği basınca itiraz etmedi, ama kendi zamanlamasından vazgeçmek yönünde bir değişikliğe de gitmedi. Dolayısıyla Türkiye, bir anda, uluslararası toplumun bir üyesi olmaktan çıkıp, komşusuyla durduk yere çatışan bir ülke konumuna düştü.

İkinci olarak, Libya'da yaşananlara benzer biçimde, başbakanın Esad'a yönelttiği eleştiriler inandırıcılık sorunuyla karşı karşıya kaldı. Çünkü yakın bir zamana kadar Erdoğan ile Esad kardeşlik mesajları veriyor, aileleriyle birlikte tatile çıkıyor, birbirlerine karşılıklı ödüller ve nişanlar sunuyorlardı. Hatta Türkiye ile Suriye arasında vize uygulaması kaldırılmış, ortak bakanlar kurulu toplantıları dahi yapılmıştı. Erdoğan'ın hızlı dönüşü, ihtiyaç duyduğu inandırıcılığı yine sağlayamadı.

Son olarak ise, Suriye Libya gibi uzakta değil, Türkiye'nin sınırlarını paylaştığı bir komşu ülkeydi. Dolayısıyla, sarf edilen sözlerin ve harekete geçirilen planların somut karşılıklarının olması gerekiyordu. Nihayet geçtiğimiz günlerde Suriye tarafından düşürülen Türkiye'ye ait savaş uçağı, Türkiye'nin somut olarak çözmek zorunda kaldığı bir kriz yarattı. Suriye uçağın Türkiye'ye ait olduğunu bilmeden, kendi hava sahasında düşürüldüğünü açıkladı ve üzüntüsünü iletti. Oysa AKP, bu krizden bir fırsat yaratabileceğini sanmıştı. Uçağın uluslararası hava sahasında ve füze ateşiyle vurulduğunu ilan etti. Ardından Suriye ile olan muharebe kuralları değiştirildi ve Erdoğan, Suriye'nin kendi toprakları üzerindeki hareketlerini dahi tehdit olarak gördüğünü ilan etti.

Düşen uçağın enkazına ulaşılmasının ardından, Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay ve MİT gibi devletin en yetkili organları, uçakta füze izine rastlanmadığını açıkladılar. Wall Street Journal'a bilgi sızdırarak ABD, Dışişleri Bakanı Lavrov'un açıklamalarıyla da Rusya Suriye'nin iddialarının doğru olduğunu, uçağın Suriye hava sahasında vurulduğunun kendilerince de bilindiğini ima ediyorlardı zaten. Dolayısıyla hem içeriden hem de dışarıdan, AKP'nin iddiaları yalanlanmış oldu.

Henüz AKP ya da Erdoğan tarafından bir açıklama yapılmamış olmasına rağmen, devlet yetkilileri tarafından paylaşılan açıklamalar, AKP'nin çark etmek için hazırlık yaptığı ihtimalini güçlendiriyor. İplerin kendisinde değil, ABD'de olduğunu zamanlamanın ve uygulamanın ABD tarafından belirleneceğini bir kere daha anlayan AKP, içinden geçmekte olduğumuz günlerde, Suriye'yle yaşanan uçak krizi konusunda iddiasını geri çekmeye ve ABD ve NATO tarafından çizilen pozisyona geri çekilmeye hazırlanıyor.

Kürtaj ve sezaryen yasası niye çıktı?
Geçtiğimiz dönemin en çok tartışma yaratan başlıklarından biri de, kürtajın yasaklanması ve sezaryenin sınırlandırılması konusu oldu. Başbakan Erdoğan'ın "her kürtaj bir Uludere'dir" sözleriyle doruk noktasına ulaşan ve kısa sürede kadın düşmanı bir histeriye dönüşen tartışmada, "tecavüze uğrayan kadın doğursun, devlet bakar" ya da "tecavüze uğrayan kadını öldürelim, bebeğin ne suçu var" gibi insanlık dışı açıklamalarda bulunan hükümet kanadı, bir yandan Uludere'yle ilgili basınçtan kurtulmaya, diğer yandan da gerici-şeriatçı toplumsal tabanın arzularını dile getirmeye soyunuyordu.

Fakat kadınların yoğun ve etkili muhalefetiyle karşılaşan AKP, hızla geri adım atmak zorunda kaldı. Önce "kürtajı yasaklamayacağız, sadece kontrol altına alacağız" türünden açıklamalar yapılırken, ilgili yasa Meclis'e taşındığında neredeyse hiçbir değişiklik yapılmadığı görüldü. Diğer bir deyişle, kürtaj hakkını ve sezaryen uygulamasını düzenleyen yasalar, geçmişte olduğu biçimiyle yasalaştırılmış oldu. Böylece AKP, ilk adımı attığı ve tartışmaya açtığı bir başlıkta, çark edip yola çıktığı noktaya geri çekilmek zorunda kaldı.

Bu geri çekilişte, söz konusu gündeme dair etkili ve güçlü bir muhalefet sergileyen kadınların büyük payı oldu. AKP, ülkenin tümüne hükmeder görüntüsü verirken, aslında kadınlar, aleviler, Kürtler gibi toplumsal dinamikler üzerinde egemenlik kuramadığını gördü. Üstelik, İkinci Cumhuriyet'in inşası sürecinde daha radikal adımlar atmak zorunluluğunu duyan AKP'nin elinin, sanıldığı kadar rahat olmadığı da ortaya çıkmış oldu.

KPSS'de yolsuzluk iddiaları korkutuyor
Son yaşanan KPSS skandalı ile birlikte, iktidarın bir süredir sergilediği tereddütlü tavır yeniden gözler önüne serildi. Daha önceki sınav yolsuzluklarında sert ve uzlaşmaz çıkışlar yapan Erdoğan'ın, son KPSS olayıyla ilgili suskunluğu dikkat çekici. Üstelik şu ana kadar hükümet cephesinden dişe dokunur herhangi bir açıklama da duyulmadı. Daha önce yaşanan sınav skandallarını, göreli olarak güçlü bir durumda karşılayan AKP, şimdilik sessizliğini korumaya devam ediyor.

İlk anda bulunan çözüm, olayı KCK ile ilişkilendirip hükümeti ve ÖSYM'yi temize çıkarmak oldu. Onlarca kişi organize biçimde sınava başkalarının yerine girmekle suçlandı ve gözaltına alındı. Fakat KPSS ile ilgili iddialar, sınava başkasının yerine girilmesi değil, sınav sorularının daha önceden çeşitli dershanelere verilmesi hakkındaydı. Üstelik uzun zamandır planlandığı söylenen operasyon, sınavla ilgili yolsuzluk iddialarının ortaya atıldığı saate kadar duyulmamıştı. Dolayısıyla KPSS konusundaki "KCK açılımı", hükümete kısa bir zaman kazandırmış olsa da, tatmin edici ve yeterli bir savunma sağlamadı.

Daha önce cumhurbaşkanı, başbakan ve hükümet tarafından aktif biçimde desteklenen ÖSYM Başkanı Ali Demir, bu sefer neredeyse tek başına bırakılmış durumda kaldı. Yaptığı açıklamada, sınavda yolsuzluk iddialarını kabul etmeyen ve sınavın güvenli ve başarılı biçimde gerçekleştirildiğini savunan Demir, ihtiyatlı davranmayı tercih ederek "bir yolsuzluk varsa sınavları iptal edebiliriz" demeyi gerekli gördü. İddialar güçlenir ve KPSS'de geçmişteki gibi bir yolsuzluk yapıldığı ortaya çıkarsa, AKP'nin içinden kolayca sıyrılabileceği ve bu defa gerekirse Ali Demir'i feda edebilecek bir pozisyonu terk etmek istemediği anlaşılıyor.

Çarşıya uymayan hesaplar
AKP'nin attığı adımların boşa çıkıp çıkmaması kadar önemli olan bir diğer konu ise, tüm bu süreçlerde mağdur olan ve daha olumsuz koşullara itilen geniş emekçi kesimler. Zira AKP, iktidar hırsları ve stratejik hesaplarıyla yaptığı tercihler sayesinde, milyonlarca insanın hayatı ve geleceği konusunda telafisi çok zor zararlar yaratıyor. AKP'nin elinde, Türkiye'nin emekçileri taşeronlaştırılıyor, her türlü haklarından mahrum bırakılıyor, ülke içi ve dışı bir takım hesapların kurbanı haline getiriliyor.

Öte yandan AKP'nin attığı adımlar, sadece Türkiye halkları açısından değil, bölgede yaşayan diğer halklar açısından da endişe verici. En yakın örnek olarak Suriye ile yaşanan krizde, iki ülke savaşın eşiğine geldi. Kuşkusuz böylesi bir savaşta cepheye sürülecek ve savaşın yükünü omuzlarında taşıyacak olanlar Türkiyeli ve Suriyeli emekçiler olacak. Komşu iki halk arasında çıkarılacak bir savaşın, yüzyıllardır bir arada yaşayan halklara yıkım getireceği, karşılıklı güven ve dostluk bağlarında onarılamaz hasarlara neden olacağı ise açık.

AKP'nin yaşadığı sıkışmaların ve bu sıkışmalar karşısında geri adım atmasının, köklü ve kalıcı bir ricat olarak değerlendirilmesi ise mümkün değil. Hele hele AKP'nin bir çözülüş sürecinde olduğunu, iktidarını kaybedeceği çıkışsız bir tünele girdiğini söylemek için herhangi bir veri bulunmuyor. Fakat üst üste gelen ve dikkat çeken manevralar önemsenmek durumunda.

Öncelikle, söz konusu sıkışmalar, AKP'nin uyguladığı politikaların ve izlediği stratejinin ülkemiz ve bölge halklarının çıkarlarıyla uyuşmadığını, hatta halk arasında sempati ve onay yaratamadığını, kendi ülkesinde inandırıcılıktan uzak, uluslararası düzlemde de itibardan yoksun kaldığını gösteriyor. Daha önemlisi ise, AKP'nin gücünün sınırlarına ve iktidarın daha güçlü vurulduğunda sarsılacağına işaret ediyor.

(soL - Haber Merkezi)