Sporda Sovyet deneyi bize ne anlatıyor?

'Sosyalizm, bir araştırmacının yıllar evvel dillendirdiği gibi, sporu dönüştürdüğü kadar sporcuyu da eğlendiren bir şaklaban olmaktan kurtardı ve onu bir sanatçı statüsüne yükseltti.'

İsmail Sarp Aykurt

Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren işçi sınıfı ve öncüsü Bolşevikler, henüz iç savaş esnasında, karşı devrimci sınıfın ve işbirlikçilerinin topyekûn saldırısı altında iken spor da gündemde olmayan bir konu sayılmazdı.

Spora ihtiyaç vardı. Henüz olgunlaşmamış olsa da hiç gecikmeden beliren ve zamanla bir politika hâline evrilmeye başlayan bu ihtiyaç, Sovyet yurttaşının hem toplumcu fikirlere sahip örgütlü bireyler hem de fiziksel olarak üstün özelliklere sahip insanlar olarak yetişmesi açısından olmazsa olmazlar listesinin en başlarında yer tutmaya başladı. 

Dekadans döneminden kuruluşa

Genç Sovyet coğrafyasında spor, kapitalist ülkeler arafından çevrelenen, siyasi ve ekonomik izolasyona tabi tutulan Bolşevikler için sağlıklı ve güçlü kalabilmenin bir gereği hâline gelmekle birlikte, savaşın getirdiği ek yüklerle insan ve asker kaynağının da dinç tutulması adına zorunluluğa dönüşmüştü. 

Ancak bunlar tek başına bir anlam taşımıyordu. Çünkü zaten spor, sosyalist iktidarın ilk günlerinden bu yana  ve henüz dezavantajlı olduğu aşikâr olsa da, Marksist kurama göre zihin ile bedenin ayrılmaz bir bütün olduğu, eğitimin de bunun yadsınamaz bir parçası olduğundan hareketle kurgulanmaya başlanacaktı.

Bolşevikler, bu özel momentin nesnelliğiyle yüzleşmekten kaçınmadı. Kılavuzları Marksizm olsa da, ellerinde ne örnek alacakları kapsamlı bir şablon ne de sistemli ve somut bir model bulunuyordu. Aksine kafa karışıklıkları ve soru işaretleri egemendi. 

Spor toplumsal bir itki olabilirdi ancak ya işçi sınıfının iktidar ve süreklilik motivasyonunu kırıcı bir etkiye yol açsaydı?

Bolşevik önderlik buna izin vermedi. Her ne kadar Bolşevik fiziksel kültür politikaları  yeni bir tartışma kategorisini oluştursa da ve  toplum, fiziksel olarak o yıllarda spor açısından uygun bir zemine sahip olmasa da  Leninist normlara geçiş, sporun da bolşevize edilmesine alan açmış oldu.

Daha önce aristokrat çevrelerde popülerlik kazanmış eskrim, yatçılık ve binicilik vb. gibi spor dalları marjinalize olurken; o dönemin işçi sınıfı içinde yükselen spor dalı futbol başta olmak üzere güreş, hokey ve bisiklet de halk içinde yaygınlık kazanmaya başlamıştı.

Toplumsal devrimin uzuvlarından bir tanesi sporun kendisine dönüştü.

Bolşevize edilen spor

Bolşevikler direksiyonu bırakmadı ve yeni oluşturdukları spor kurumları ile gönüllü spor topluluklarının yanı sıra örgütledikleri fabrika spor süreçleri ile toplumu spora, sporu da topluma tanıttı ve alıştırdı. Beden terbiyesi, Sovyetler Birliği için artık sosyalist toplumun inşası için de değer kazanıyor, kadın ve erkeklerden aktif roller talep ediliyor, karşılıklı mutluluk sporun insancıl olan yönünü apaçık ortaya koyuyordu.

1917’de ardına kadar açılan kapı, sporun da tarihinin yeni baştan yazılması anlamına gelecekti.

“Spor yapmak”, Sovyet spor kültürünün değişmez ve sıradanlaşan bir ilkesine dönüşüyordu. Marx ve Engels’in metinlerinde spora dair bir şey bulunmasa da Sovyetler Birliği’nde spor, temel metinlerin spordaki soyutlanmasına denk düşüyordu.

Sovyet fizkultura politikası, ideolojiden arınmış bir ortamda oluşmadı. Tam aksine Sovyet spor aklı, yozlaşmış burjuva kültürün reddini içererek yeni bir ideolojik form oluşturdu. 

Spor afişlerinden propagandasına, spora ayrılan kamusal kaynakların gelişkinliğinden, merkezi planlanan spor hayatına kadar her kulvar yeni bir şeyin var olduğunu somut olarak göstermiş oldu.

Erken dönem politika ve spor diplomasisi

Örneğin, erken dönem Sovyet dış politikasında beden terbiyesi içeriğinin oluşturulmasında etkin olan Vsevobuç (Genel Askeri Eğitim ve Kızıl Ordu Yedek Birlikleri Oluşturma Kurumu) başkanı Nikolay İlyiç Podyovski burjuva spor ideolojisi ile kavga veriyordu.

1922’de Fin takımı ile randevu, bir sene sonra ise Almanya ile İskandinav ülkelerine yapılan futbol turneleri önemli uluslararası girişimler olarak öne çıktı. Dinamo, Spartak, Lokomotiv gibi kulüpler ise bu dönemin ortaya çıkardığı taze başlangıçlardandı.

20’li yılların başlangıcında, bizi de ilgilendiren spor olayları, bu kez Sovyet-Türk dostluğu için düzenlendi. 1924 sonrasında genç Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği arasındaki diplomatik görüşmeler, bir spor diplomasisi de yarattı. Düzenlenen müsabakalar Sovyet ve Türk emekçi halklarını birbirlerine yakınlaştırmıştı.

Bir süre sonra, 1936’da kurulan Sovyet futbol ligi ise halkın ilgisinin pratik yönüne dair fikir veriyordu. Futbol, kapsayıcılık açısından sosyalizm için de başka dönütler veriyordu. Farklı zaman dilimlerinde gerçekleşen farklı içerikli sportif hamleler ise bir programın parçası olmakla kesinlikle övünebilirdi.

Yani, parti programının...

Sovyetler Birliği içerde ödün vermediği spordan, dış ilişkilerinde kimi zamanlar bir diplomatik araç kimi zaman da proleter dayanışma hedefiyle faydalandı. Bunda anormallik aranamazdı. Güncel siyaset ve sınıfsal tutum belirleyici olmaktan uzaklaşmadı.

Bazen sosyal demokrasi ile bir bariyer ve ayrım noktası olan spor, bazen de işçi sınıfının en ileri propaganda aracına dönüştü. Örneğin, 1928 Moskova Spartakiad Oyunları’na binlerce sporcu katılmış, reformist örgütler ise organizasyona katılmayı reddetmişlerdi. Spor, her zaman fazlasıyla siyasal kaldı. 

Ancak önemli olan devrimci olanın yanında saf tutmaktı.

Süreklilikler ve kesintiler

1939-1945 aralığı Sovyet sporunun sürekliliğinin kesintiye uğradığı zamanları işaret eder. İkinci savaş, spordaki politik değişiklikleri de önceledi. 1952 yılında ilk kez burjuva kökenli olimpiyatlara katılma kararı alan Sovyetler Birliği, olimpiyat tarihinde bir kırılmaya yol açmış oldu. 

Kazanılan başarılar ve yükselen grafiğe eş zamanlı olarak eşlik eden madalya sayıları bir Sovyet-Amerikan çekişmesine alan açmış oldu.

Bu durum, dönemin Soğuk Savaş koşullarına uyumlu bir gelişme gibi görülüyordu. Diplomatik gerilim, sportif bir gerilimi ve çekişmeyi de doğurdu. Her ne kadar nesnel koşullar ve siyaset ile kazanmak ya da kaybetmenin getirdiği yükün maliyeti ağır olsa da Sovyet spor okulunun spora atfettiği toplumsal rol pek değişmedi.

Sovyet  sporcuları ise 1952’den 1988’e kadar devam eden yaz ve kış olimpiyat deneyimlerinde 473 altın, 376 gümüş, 355 bronz madalya ile toplam 1204 madalya kazanmıştı.

Peki, bu uzun yıllara yaslanan deney bize ne gösterdi?

Sovyet deneyi, bize kolektif bir spor yaşamının inşa edilebileceğini, kamusal ve bedelsiz bir sporun mümkün olduğu kadar, eşitlikçi bir şekilde de planlanabileceğini, bir ülkenin Valeri Lobanovskiy gibi bir futbol dehasını, Larissa Latınina gibi rekortmen bir kadın jimnastikçiyi, Tatar panteri kaleci Rinat Dasayev’i, buz hokeyci Bobrov’u, demir adam Boris Şaklin’i, basketbol aklı Gomelskiy’i, kara örümcek  Yaşin’i ve  sayısız branştan sayısız sporcu ve antrenörü yetiştirmenin olanaklı olduğunu ispat etti. 

Bir ülkenin en ücra köşesindeki sıradan emekçinin de spor yapabileceğini, spor organizasyonlarına ayrım gözetilmeksizin katılabileceğini bilmesi kadar, buna fırsat bulabilecek zaman, mekân ve imkânları olduğunu, işçilerin çalışma hayatlarında bile sporunu icra edebilecek araçlara hükmedebileceğini öğretti sosyalizm...

Sovyet deneyi, sporun bireysel menfaat ya da salt bir kapitalist rekabet dürtüsü altında değil; kitlesel ve toplumcu saiklerle örgütlenebilen, amatör, dayanışmacı ve insancıl yönünün gerçek olduğunu hatırlattı. Deneyimin başarısı, sporu toplumsallaştırmasında ve kitleselleştirmesinde, toplumu spor ile buluşturacak araçları yaratabilmesinde ve tüm bunları eşitlik temelinde planlamasında aranmalıydı.

Hüner, sosyalizmdeydi.

Liberallerin sayıkladığı gibi “gri alanlar, karanlık dehlizler, kasvetli ezberler ve bilinemeyenler” yoktu.

Hatta en çok bilinen, sosyalizmin var olmadığı bir ülkede artık gazete manşetlerini süsleyen şeyin eski “Minskli Serçe” lakaplı, rekortmen Sovyet jimnastikçi Olga Korbut’un “parasızlıktan, geçim sıkıntısından ve açlıktan” altın ve gümüş madalyalarını satılığa çıkarmış oluşuydu.

Fark basit, sade ve ibretlikti. Post-sovyet dönemde spora emek değil, oligarklar egemen oldu.

Şüpheye ve dezenformasyona yer bırakmak yok.

Sosyalizm, bir araştırmacının yıllar evvel dillendirdiği gibi, sporu dönüştürdüğü kadar sporcuyu da eğlendiren bir şaklaban olmaktan kurtardı ve onu bir sanatçı statüsüne yükseltti.

Ve bu irtifa, yeniden keşfedilmeyi fazlasıyla hak ediyor.