Üniversite A.Ş. (II)

Akademik kariyere girmeye Üniversiteye girdiğim ilk yıl karar vermiştim. “Okumayı yazmayı seviyorum, bir de bunun için para veriyorlar ne güzel!” diye düşününüyordum.

Asistan olarak girdikten sonra hızla üniversiteyi ve üniversitedeki hocaları başka bir gözle tanımaya başladım. 1990 yılında üniversiteye asistan oldum. İlginç yıllardı. Okuduğum okul, 1980 darbesinden en çok hasarı almış kurumların başında geliyordu. 67 tane öğretim elemanı 1402’ye kurban verilmiş, 3-5 kişi de arkadaşlarının atılması karşısında sessiz kalamamış, böyle bir durumda üniversitede bulunmanın anlamsız olacağına karar vermiş ve istifa etmişti. Üniversitelerde öğrencilere yönelik baskılar çok yüksek düzeydeydi. Girişlerde kimlik kontrolü yapılıyordu. Sakal bile yasaktı. Elbette her türlü örgütlenme de yasaktı. Öğrenci dernekleri yeni yeni kurulmaya başlanmıştı ve dernekçi öğrenciler üzerinde inanılmaz bir baskı vardı. Dekan koridorlarda dolaşıyor ve bizlere terorist gözüyle bakıyordu.

Zaten derslerin de bizlere verdiği doğru düzgün birşey yoktu. Bizler de üniversiteyi dışarıda aramaya başladık. Sınıfı geçecek kadar derslere çalışıyor onun dışında entellektüel merakımızı dışarıda doyurmaya çalışıyorduk. Bu amaçla birtakım yeni yapılar de devreye sokulmuştu. BILAR bunlardan birisiydi. Okuldan atılmış hocalarımızla burada biraraya gelebiliyorduk. Onun dışında Mülkiyeliler Birliği bir okul açmış, Mülkiye’den uzaklaştırılan hocalarımızla bizleri bir araya getirmeye çalışıyordu. Sadun Hoca’yı, Yalçın Küçük’ü, Alaeddin Şenel’i ilk burada dinledim. Şimdi düşünüyorum da, o gün bu gündür entellektüel merakımı üniversite dışında doyurmaya çalıyor, üniversiteyi üniversite dışında arıyorum.

1990’da 1402’lik hocalar geri dönmeye başlayınca çok sevinmiştik. Nihayet üniversitede adam gibi adamlarla birlikte olacaktık. Ben de o yıl yeni asistan olmuştum. Korkut Hocayı okulun koridorlarında ilk gördüğümde yanına nasıl koşturduğumu, “Hocam hoş geldiniz, ben de burada asistanım” diye kendimi tanıttığımı hatırlıyorum. Sonra diğer hocalar da döndü okula. Alaeddin Şenel epeyce bir ayak diredi, dönmek istemedi. Aslında Alaeddin Hocanın çok haklı olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Üniversite çoktan üniversite olmaktan çıkmıştı. Tanıyanlar bilir, Alaeddin Şenel çok ilginç bir insandır ve böyle bir insan ancak üniversitede barınabilir. Ama üniversite artık o kadar ‘normalleşmiş’, öyle bir batağa batmıştı ki Alaeddin Hocanın burada soluk almasına imkan yoktu. 1402’lik hocalarımızın geri dönmesi bile 1980 darbesinin üniversitelerde kurumsallaşmış tektipliğini aşacak ivmeyi yaratamadı. Alaeddin Hoca üniversiteye döndü ama döndüğüne de bin pişman oldu. Bunu hiç dile getirmedi, şikayet etmedi fakat belliydi. Emekli olurken kendisi için verilen kokteylde yaptığı konuşmada kullandığı son cümle çok çarpıcıdır “Yaşasın Özgürlük” diyerek sol yumruğunu havaya kaldırdı. Hoca emekli olurken özgürlüğü selamladığı için mutluydu.

********************

Günümüzde üniversitelerde mesleğini merak ve heyecanla yapan insan o kadar azdır ki! Ne çalıştıkları konuları belirlerken ne de bunu araştırırken bu saiklerle hareket ederler. Üniversite iktidarsızlaşmıştır. İktidarsızlaştıkça da kurum içerisindeki iktidar mücadeleleri artmıştır. Hocalar bir yeri çitlerler (bu bir bölüm, bir ana bilim dalı ya da bir merkez olabilir) ve ‘burası benim’ derler. Asistanları paylaşırlar, yükseklisans-doktora öğrencilerini paylaşırlar paylaştıkça iktidar alanları artar. Herkes birinin adamı olmak zorundadır. Yoksa nefes alamaz. Yoksa yok olur! Hocalar da asistanları-öğrencileri paylaştıkça iktidarlarının çitlerini sağlamlaştırırlar. Paylaşmak kollektif değil bencilce birşeydir. Bu tür bir iktidar iktidarsızlıktır üniversite ‘kifayetsiz muhterisler kurumu’ haline dönüşmüştür. Bu kavga da aslında bir biçimde paranın iktidarına hizmet eder.

Benimle doktora tezi yazmak isteyen ancak benim bu teklifi kabul etmediğim bir hocamla doktorayı bitirdikten sonra ODTÜ’de bir kokteylde karşılaşmıştım. Hocam biraz da alkollü iken bana şunu söyledi, “benimle doktora tezi yazmadın, beni doktora jürine de sokmadın, bir sürü Dünya Bankası, Avrupa Birliği projesi yapıyoruz, bunların hiçbirinden faydalanamayacaksın!”

Merkez Üniversitelerindeki iktidar mücadelesi projeler üzerinden yürütülür. Bu, proje kapma ve bu projelerden çevreye çıkar sağlama üzerinden bir mücadeledir. Şu andaki YÖK başkanı olan Yusuf Ziya Özcan hocamızın ODTÜ’deki odası uzun yıllar ODTÜ Sosyoloji bölümünde bu tür projelerin merkez üssü gibi çalışmıştır. Ancak Ziya Özcan hocamızın ODTÜ Sosyoloji bölümünde bir iktidarı söz konusu olmadığı için, kendisi bu projeleri bölümde tutunabilmek için kullanmış, bölümdeki iktidar odaklarına bu sayede yakınlaşmış ve bu iktidar odaklarına bu yolla rüşvetini vererek barınabilme iznini kazanmıştır. Ne zaman ki kendisi TÜBİTAK’ta sosyal bilimler için proje veren birimin başına geçmiş, o zaman bölümdeki iktidar odaklarının dışında bir odak olarak güçlü bir biçimde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ‘Merkez Üniversiteleri’ diye adlandırdığımız ‘köklü’ üniversitelerimizde iktidarın merkezinde projecilik yatar. Hocalar tüm duyargaçlarını proje kapmak için harekete geçirmiş durumdadırlar. Bu projelerden inanılmaz paralar kazanırlar.

Dünya Bankası ve Avrupa Birliği projelerinin tekliflerini ve eleman portföyü oluşturak için kurulmuş ve üniversite dışında örgütlenmiş özel şirketler mevcuttur. Hatta birçok üniversite bu tür şirketler kurmuş ve hocalarını ve olanaklarını bu şirketler aracılığıyla uluslararası düzeyde pazarlamaktadır. Bu şirketlerin protföylerinde hocaların CV’leri bulunmaktadır. Şirketler hocaları projelere pazarlarlar. Avrupa Birliği projeleri için genellikle uluslarası ortaklar da gerekir. Şirketler, başka ülkelerdeki benzer şirketlerle işbirliğine girerek bu uluslararası bağlantıları da sağlarlar. Üniversiteler ve üniversite hocaları proje simsarı şirketler eliyle yönetilmektedir.

Projelerden kazılan paralara ilişkin bir fikir verebilmek için bana 2002 yılında yapılan bir teklifi anlatayım sizlere. Van’da 3 yıl süre ile yürütülecek bir projenin Türkiye ayağının başına geçmem için bana tüm masraflar karşılandıktan sonra günlük net 100 euro teklif edilmişti. Bu, toplamda bütün memuriyetim süresince alacağım maaştan 3-4 kat daha fazla bir paraydı ve sadece 3 yılda kazanılacaktı. Öneriyi kabul etmediğim için yine bir hocam bana “oğlum sen salak mısın” demişti.

Hocalarımız yıllardır bu projelerde görev almaktadır. Bir süre sonra üniversite hocaları Dünya Bankası, Avrupa Birliği gibi kurumlar hangi konulara proje desteği veriyorsa o konularda çalışmaya başlamaktadır. En saygın üniversitelerimizdeki çok değerli hocalarımız kendi merak ve ilgileriyle hemen hiçbir şey okumamakta, hiçbir şey araştırmamaktadırlar. Dolayısıyla bu projelerde ürettikleri bilgi dışında öğrencilerine anlatabilecekleri birşeyleri de kalmamaktadır. Merkez üniversitesindeki hocaların kafaları Dünya Bankası ve Avrupa Birliği projeleri aracılığıyla şekillendirilmektedir.

Üniversite yönetimleri de proje yürüten hocalara altın yumurtlayan tavuk gözüyle bakıp bu hocalarına daha çok sahip çıkmaktadır. Projeci hocalar merkezlerin başına getirilmekte akademik kurullara, üniversite senatolarına, bölüm başkanlıklarına, enstitü ve merkez müdürlüklerine projeci hocalar atanmakta üniversite yönetimlerinde bu tür hocalara daha aktif görevler verilmektedir. Üniversiteler projeciler tarafından yönetilmektedir. Proje yapmayan hoca artık bir tür ‘acayip bir yaratık’tır. Akademik etkinliğini kendi ilgi ve merakı çerçevesinde şekillendirmeye çalışan hoca için kendi köşesine çekilmekten başka çare kalmamaktadır. O da çekilebilirse! Gençler için elbette bu da olanaklı değildir.

Para herşeyin altını oyan ve anlamsızlaştıran en büyük sihirbazdır. Üniversite A.Ş.’yi kutsayan ve hocalarımızın kutsallığını sağlayan da paradır. Kutsayan ve kutsanan para üniversitelerimizin merkezindedir.

Bir sonraki yazımızda Üniversite A.Ş.’nin merkez ve taşra üniversiteleri arasında yarattığı hiyerarşik yapılanmayı para ile nasıl kurumsallaştığını tartışmak üzere Bilimle kalınız!

[email protected]