Yeni Sömürgecilik ve Yeni Anayasacılık

3 Ağustos 2010 itibariyle ünlü otomobil markası Volvo’nun üreticisi olan Volvo Car Corporation’ı Çin’li otomobil üreticisi Geely Holding Group aldı. 2008’in Mart ayında ise Jaguar ve Land Rover, Hintli Tata firmasına satılmıştı. Kapitalizme bir haller oluyor. Sanırım kriz, sadece Amerika’daki mortgage piyasalarını sarsmadı ya da krizin en önemli dalgası atlatılıp artık yaraların sarılması aşamasına girilmedi. Kriz gelişmiş ülkelerin hem finans sermayesini hem de üretim gücünü sarsmaya devam ediyor.

Dünya kapitalizminin son 40 yılını biraz inceleyen birisi bu yazdıklarıma bakıp, ‘bu zaten yeni bir şey değil ki! Kapitalizm zaten uzun zamandır derin bir kârlılık ve verimlilik krizi içerisinde paradan para kazanarak ve verimlilik krizini az gelişmiş ülkelere ihraç ederek bu sorunu aşmayı denediler ama ellerine yüzlerine bulaştırdılar’ diyecektir. Doğrudur! Ama bu sefer kanımca, hem krizin niteliği hem de krize üretilmeye çalışılan çözüm çok farklı. Yeni bir dönemin taşları döşeniyor. Bu yeni dönem eskiden bildiğimiz bir dönem ama nüansları bakımında yeni! Bu krizi aşmak için yeni tür bir sömürgecilik örgütleniyor. Kanımca AKP’nin yeni Anayasa çalışması da bu yeni sömürgecilik döneminde sömürgelerdeki yerel iktidarının niteliğini ortaya koymaya yönelik bir çalışma.

*****

Marks, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ine şu şekilde başlar: “Hegel bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: Birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.” Marks’ın 18 Brumaire’de anlattığı hikâye dünya tarihinde belki 10’larca kez sahneye konuldu şimdi Türkiye’de bir kez daha sahneye konuluyor. Bir şey bu kadar çok yinelenirse hastalıklı bir hal, bir ‘tutulma’ hali hâsıl olur. Hastalık bulaşıcı olsa gerek!

AKP anayasasının belki de en can alıcı yönü güçler ayrılığı prensibine vurduğu darbe. Klasik demokrasinin temel prensibi olarak bilinen güçler ayrılığı, aynı zamanda da iktidarı parçalayarak bu parçalı iktidar yapısını birbirini denetleyen bir düzlem üzerine oturtması yani güçler ayrılığı prensibi iktidarı sınırlayarak temel hak ve özgürlüklere yer açmanın da önemli bir uygulaması olarak karşımıza çıkıyor.

Güçler ayrılığı konusunda benzer bir tartışmayı Av. Ayhan Erdoğan soL sayfalarında 26.07.2010 tarihinde yürüttü. Bu tartışmada kapitalist demokrasi algısı ve güçler ayrılığının mantığını, Marks ve Engels’in Alman İdeolojisi’ndeki saptamalarında yola çıkarak analiz etti. Güçler ayrığı prensibinin temelinin aristokrasi ve burjuvazi arasındaki çekişmeye dayandığını, bu sayede burjuvazinin aristokrasinin yetkilerini sınırlandırarak iktidara ortak olduğunu burjuvazi aristokrasiyi bertaraf ettikten sonra da bu çekişmenin bitmediğini güçler ayrılığının burjuva demokrasilerinde burjuvazi ile ‘başta halk grupları olmak üzere çeşitli sınıf ve katmanlar arasında’ var olan çekişme sayesinde devam ettiğini vurguladı. Ben de bu yazıda bunlara bazı eklemeler yapmak istiyorum.

1. Güçler ayrılığı ilkesinin lağvedilmesi, işçi sınıfının güçsüz düştüğü dönemlerde değil, genellikle kapitalizmin müzmin kriz dönemlerinde söz konusu olmaktadır. Hele bir de bu dönemlerde işçi sınıfı mücadelesi güçlenmekte ise burjuvazinin bu tür ‘demokrasi oyunlarına’ tahammülü iyice azalmakta, bunun yerine Bonapartist, faşist, totaliter rejimleri yardıma çağırabilmektedir.

Marks’ın 18 Brumaire’de anlattığı tam da bu tür bir hikâyedir buradaki baskıcı rejim proletaryaya karşı örgütlenen burjuva ittifakı sayesinde kurulur.

Benzer biçimde 1929 krizinin ürünü olan faşist partiler de kapitalist çıkarların zora girdiği dönemde esas olarak ve ilk başta komünizme ve işçi sınıfına karşı birleşmişlerdir..

1929–1945 arası dönemde kapitalizmin 1929 krizine ürettiği 3 temel çözüm mevcuttur. Birincisi ve hep dillendirileni refah devletleridir. Oysa refah devletleri ve Keynesyen politikalar bu dönemde çok sınırlı bir uygulama alanı bulmuştur. 29–45 arası 16 yıllık dönemde kapitalizmin bulabildiği yegâne çözüm şiddetin devreye sokulmasıdır. Bunu da faşist iktidarlar ve Dünya Savaşı aracılığıyla devreye sokmuştur. Sonuçta 1930’lu yıllar ve 1940’lı yılların ilk yarsısına damgasına vuran barbarlıktır. Barbarlık kapitalizme hiç de uzak bir kavram değildir. Amaç toplumu güç karşısında dize getirmektir. Hitler, Kavgam’da bunu şu şekilde dile getirir: “Toplum ancak kuvvetli şeyler karşısında eğilebilir. Nasıl kadınlar zayıflara baskı yaptığı halde, kuvvetli olanın karşısında diz çöker topluluk da otoriteyi, zayıfa tercih eder”.

Bu dönemde sömürgelerde de inanılmaz baskıcı rejimler örgütlenmiş, katliamlar gerçekleştirilmiştir. Avrupa faşist rejimleri bu katliamların örgütlenmesinde de başı çekmektedir. İkinci Dünya savaşı sırasında 10 milyon nüfuslu Etiyopya’da 2,5 ile 3,5 milyon arası insanın öldüğü tahmin edilmektedir. Savaş ekonomisi en önemli kaynakların sağlandığı sömürgelerin de daha acımasızca ve yüksek dozda şiddet kullanılarak sömürülmesi sonucunu doğurmaktadır.

Kıssadan hisse kapitalist krizler baskı, totaliteryenizm ve faşizmi ortaya çıkartmaktadır.

Kapitalizmin krizsiz geçen 30 zafer yılını arayacak olursak, bu, elbette 1945 ve 1975 arası dönemdir. 1945 sonrası dünyanın yeni bir patronu ve yeni bir para hâkimiyeti vardır. Yeni sistemin patronu ABD, geçer akçesi de dolardır. Bu sayede sistem 30 yıl krizsiz nefes alır. ABD çok iyi bir patron olduğu için değil! Yeni uluslar arası sistem krizleri engellemekte görece başarılı olduğu için. Üstelik bu sistemi sürdürebilmek için refah devletleri ya da sosyal devletler de zorunlu görünmektedir. Gerçi kamu harcamaları dahil az gelişmiş ülkeler için her çeşit harcama, dünyanın kalpazanlığı görevini üstlenmiş ABD’nin mal ve hizmetlerine talebi artırmakta, ABD’nin güçlenmesine yol açmaktadır. Ama olsun! Diğer yandan da kapitalist demokrasiler tarihinde görüp görebileceği en anlamlı toplumsal örgütlülük düzeyine ulaşmıştır.

1945 sonrası dönem tekelci kapitalizmin de tam anlamıyla ve bütün kurullarıyla işlemeye başladığı dönemdir. Sömürgecilik tarihe karışmış, gelişmiş ülkeler uluslar arası ticaret yoluyla az gelişmiş ülkelerden kaynak transfer etme yolunu seçmiştir. Zorla ve silahla gelişmiş bir ülkenin az gelişmiş bir ülkeye girmesi ve onu sömürmesi ‘hoş’ karşılanmamaktadır. Sömürünün kaynağı artık silah gücü değil uluslar arası ticarettir. (Hatta ülkesinde hala zencilere köle muamelesi yapan ABD bu dönemde dünyanın patronu olarak kendisini demokrasi ve özgürlüklerin koruyucusu ilan edecektir.)

Krizsiz 30 yıl çabuk geçer! 1970’li yıllarla başlayan yeni kriz dalgasının, kapitalizm için sürekli ve içinden çıkılması pek olanaklı olmayan bir kriz dönemini başlattığını bugün daha net görüyoruz. Bugün geldiğimiz noktada karşımızda, finansal olarak batık, en prestijli firma ve fabrikalarını bile satmak zorunda kalan, mağlup bir emperyalizm vardır. Uluslar arası ticarette çuvallamış, üretici gücü kalmamış, kumara soyunmuş ama ayağındaki donuna varıncaya kadar kaybetmiş bir sistem. ABD, bu sistemin hala patronudur.

1945 sonrası ABD nerdeyse sadece silah ve uzay teknolojilerine yatırım yapmıştır. Parası yoktur, üretimi yoktur ama patronluğu sürdürebilmenin yolunu silahla döşemeye çalışmaktadır.

Tek gücü askeri güçtür. Tek çaresi de sömürgeciliği yeni bir formatta geri çağırmak olacaktır. ABD için dünya kaynaklarını sömürebilmenin neredeyse tek yolu yeni bir tür sömürgecilik örgütlemektir. Kapitalizmin son krizi de, daha önceki krizlerden alışılageldiği gibi, dünyanın birçok yerinde baskıcı rejimler örgütlemeye yönelmektedir. Ama bu kez baskının merkez üssü doğruca sömürgelere kaymaktadır. Sömürgelerde baskıcı, totaliter rejimlerin örgütlenmesi yeni sömürgecilik için vazgeçilmezdir.

2. Türkiye’nin yeni Anayasa arayışını, sömürgeciliğin dünyada yeniden örgütlenmesi çabasından ayırmamak gerekir. Bu anlamda dünyanın kaynaklarını uluslar arası ticaret yoluyla elde etme dönemi bitmekte ve silah zoruyla ve baskıcı yerel rejimler yardımıyla yeni bir tür sömürgecilik örgütlenmektedir.

3. Güçler ayrılığının sonlandırılarak hükümetin emrinde çalışan mahkemeler sisteminin işleyip işlemediği ilk kez Ergenekon olarak adlandırılan davalar dizisinde test edilmiştir. Ergenekon süreci (iddiaların gerçekliği bir yana) getirilmek istenen yeni sürecin bir tatbikatı niteliğindedir. Bu süreçte ciddi bir muhalefetin yükselmemesi tatbikatın başarılı olduğu ve bu taktiğin tüm sisteme yaygınlaştırılabileceği görüşünü pekiştirmiştir.

4. Tüm bunlardan anlaşılan, yeni sömürgecilik, sömürgelerde güçlü, totaliter hükümetler örgütlemek istemekte nadiren ve sadece çok kritik durumlarda sömürgelere doğrudan müdahale etmeyi hedeflemekte sömürgelerdeki iktidarın temel aracı, tüm otorite ve gücü elinde toplamış yerel hükümetler olmaktadır. Yeni Anayasa çalışması da bu gelişmenin hukuk alanında ideolojik yeniden üretiminden başka bir şey değildir.

5. Bu süreçte Türkiye, sadece basit bir sömürge olmanın ötesinde bölgede sömürgecilerin çıkarını sağlamak bakımından da özel bir öneme sahiptir. Bu nedenle yerel düzeyde her türlü muhalefetin sonlandırılması ve bu süreçte hükümetin emrinde çalışan hukuk sisteminin memur kılınması özel önem taşımaktadır.

[email protected]