Modaların ve paranın peşinden koşmadan, dirsek çürüterek ve ‘seçkin yalnızlığı’ içerisinde…

H. Ünal Nalbantoğlu Hocanın Aziz Hatırasıyla

Evvelsi hafta hocam Hasan Ünal Nalbantoğlu’nu kaybettik. Türkiye’de hatta belki de dünyada üniversite sistemi içerisinde düşünmeye, tartışmaya ve bilgiye susamış genç insanlar için Ünal hocanın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha ve çok derinden hissediyorum. Tüm dostlarına baş sağlığı diliyorum.

*************

Üniversiteler çoktan kurumuş vaziyette. Kestirmekte güçlük çekiyorum, bundan 25 yıl önce mi daha kuruydu yoksa şimdi mi? Ben anlatayım siz karar verin.

Üniversiteye girdiğim yıllar 12 Eylül Darbesinin hemen sonrası, YÖK’ün asker dipçiği eşliğinde zorbalığını bizlere dayatmak için gücünü sonuna kadar kullandığı yıllara denk gelir. O zamanlar kapıdan girenlerin sadece kimliklerine değil, sakal tıraşlarına da bakılırdı. Sakalı olan öğrenciler okula alınmazdı. Arkadaşlar arasında, “bir gün sıyırıp etek tıraşımı da şunlara göstereceğim” yollu espriler de olmasa okulun hiçbir çekiciliği yoktu. SS subayı kılıklı dekanlar sakal kontrollerine bizzat nezaret eder aynı dekanlar öğrenci kantinlerini de gezer bu arada gözlerini dikerek ters ters öğrencilere bakardı. Hocalar 1402’lik olmuştu. Okulda kalanlar da gölgelerinden korkuyordu. Okulda uyduruk notlar ezberlenip ders geçiliyor, derslerde en ufak bir tartışmaya yer verilmiyordu.

Üniversitede o günden bu güne ne değişti derseniz, benden pek iç açıcı yanıtlar alabileceğinizi sanmam. Belki bir tek buna projecilik eklendi. Proje yapıp para kazanmaktan bir şey okumaya ve öğrenmeye dermanı kalmamış hocaları da bu sisteme ekleyin olsun bitsin.

Bir de akademik akıl, slogan düzeyinde işletilmeye mahkûm edildi. Düşünmek maçta tezahürat yapmak gibi bir şey olarak algılanmaya başlandı. Siyaset bilimini NTV haber programı tadında demokrasi ve ergenekon ikiliğinde algılayan siyaset bilimcisi hocalar türedi. Bu arkadaşlarımızın sınıf atlamak için en büyük hevesi televizyon şebeği olmak şeklinde özetlenebilir. Başarı bol ergenekonlu ve boş demokrasi sözcükleriyle dolu televizyon programlarına katılma oranı ile ölçülmeye başlandı.
Televizyon şebekliği ile proje arasına sıkışmış kalmış bir üniversite! Eskisini beğenmezseniz buyurun buradan yakın!

Cehalet düzeyi bakımından da pek bir fark yok.

Eskiden bizim espri konusu bir asistan arkadaşımız vardı. Bu arkadaşımız üniversiteyi okula uğramadan bitirdiği halde bir biçimde asistan olmayı başarmıştı. Boş zamanlarında oturur Red House sözlük okur ve bu yolla yabancı dilini geliştirmeye çalışırdı. Üniversite hakkında en ufak bir fikri yoktu ve ev tutmak için gittiği ev sahiplerine asistanlığının daha birinci ayında “ben bu genç yaşımda üniversiteye hoca olmuşum” yollu hava atmıştı. Onun için üniversite hocalığı prestijli bir işti ve bu işin ilerisi de memleketinden milletvekili olmak sonra da bakan olmaktı. Eminim bu meslekteki ilerlemenin bu şekilde olduğuna da içten içe inanıyordu. Asistanlık, doçentlik, profesörlük, milletvekilliği ve nihayet bakanlık… Yani arkadaşımıza göre yükselince muhtemelen öyle bir yere geliniyordu.

O zamanlar bu tip arkadaşlara üniversite yönetimleri bayılıyordu ve her türlü burslar bu arkadaşlara veriliyordu. Bu arkadaşımızı da Sasakawa bursu verip İngiltere’ye gönderdiler. Sanırım yöneticilerimiz Red House sözlüğü okuyarak geliştirilecek İngilizcenin yeterli olmayacağına karar vermiş olmalılar! İngiltere’ye gitti ve geldi. Dönünce kendisine İngiltere’de ne yaptığını sorduk. Bir kursa gitmiş önceleri, sonra bakmış bu kurstakiler hep çoluk çocuk, kendisi koskoca üniversite hocası, ayrılmış kurstan kütüphanede Red House sözlüğü okumuş. Bir zamanlar bir hocamız bize “boş vagonlar da gidip gidip geliyorlar Avrupa’ya, ne değişiyor” diye sormuştu biz bu sözün hikmetini anladık bu sayede.

Elbette idareciler dil kurslarını arkadaşlarımız için yeterli görmediler arkasından hemen bir YÖK bursu patlatıp arkadaşımızı yurtdışında doktoraya göndermek istediler. Arkadaşımız da koskoca üniversite hocası olarak ve müthiş Red House İngilizcesini konuşturarak yurtdışındaki üniversitelere başvurdu. Üniversitelere şöyle bir mektup yazmış “I am an assistant of professor. I want to have a doctorate degree from your university." Berbat İngilizce bir yana mealen çevirisi şu şekilde: “Ben doçentim, üniversitenizden doktora derecesi almak istiyorum”. Tabii ki bu başvuru mektubu ile hiçbir yerden kabul alamadı ve YÖK bursunu yaktı. Nedense iktidar böyle arkadaşlarımız üzerinde çok ısrarcı davranmaktadır. Bunun üzerine bir Milli Eğitim Bakanlığı bursu vererek arkadaşımızı Çin’e gönderdiler.

Arkadaşımız fırsattan istifade Çin’de bir büro kurup ticaret yapmaya başlamış. Neyse 4-5 yıl sonra elinde bir doktora tezi ile Türkiye’ye döndü. Tez jürisi Türkiye’nin gerçekten en prestijli iktisatçılarından oluşuyordu. Bu ekip tezi değersiz bulup derece vermedi. Arkadaşımız bunun üzerine mahkemeye başvurdu. Bu süre zarfında mecburi hizmeti olduğu için rektörlük bu kişiyi tıp fakültesinin döner sermaye birimine aldı. Mahkemesi sürerken asistan maaşından kat kat fazla maaş alarak mecburi hizmetini yürüttü. Sonuçta mahkemenin kurduğu juriden doktora derecesini de alarak okula doktor olarak döndü. Ancak bir süre sonra akademinin kısır ortamı arkadaşımıza yetersiz geldi ve üniversiteden ayrıldı.

Ne yazık ki bu arkadaşımız benzeri insanlar açısından Türkiye her zaman bu kadar şanslı olamamıştır. Benzer birçoğu yurtdışlarına gönderilmiş oralardan doktora dereceleri almış ve gelmiştir. Sonra da üniversitelere yönetici olmuşlardır. İşte günümüzün önemli bir farkı da budur. Türk üniversitelerinde böyleleri o kadar çoktur ki ve o kadar üst düzeylerde görev alırlar ki, şaşarsınız! Zaten hep gözleri idarecilikte, yükselmekte vs olduğu için, en az çaba ile en kolay yoldan nasıl yükselirim, üniversitede bir ‘makam’ kaparım diye bakarlar.

Son bir yıldır ailevi nedenlerden dolayı taşra üniversitelerine gitmek için çaba sarf ettim. Burada daha da beterleriyle karşılaştım ve üniversiteler adına çok ürktüm. Kemiksiz, sözüne güvenilmez, el ovuşturup yalakalık yaparak yüksek okul müdürlüğü, rektör danışmanlığı kapmaya çalışan neler var oralarda inanamazsınız. Daha da beterleri! Ahmet Necdet Sezer tarafından rektörlük ataması yapılan ama “ben muhafazakârların adayıyım” diye ortaya çıkan eski sosyal demokrat yeni muhafazakâr rektörler...

**************

İşte böyle bir ortamda Ünal hoca çöldeki bir vaha gibidir. Belki de üniversite kalmamın, kalabilmemin birkaç nedeninden birisi olarak orada öylece durdu.
Her gittiğimde yeni bir soru, yeni bir okuma listesi ve konusu ile ayrıldım yanından. ‘Akademisyen tavrı’, inatçı kişiliği, dimdik durmayı gördüm onda. Karşılaştığı her türlü zorluk karşısında dimdik durabilmeyi… Yakalandığı amansız akciğer kanseri hastalığı karşısında bile o kadar dik durdu ki, bir an gerçekten dize getirecek bu hastalığı diye inanmaya başlamıştım. Hastalığı sırasında 2 kitap 20 civarı makale yazdı. Hem de ne kitaplar, ne makaleler. İngilizcesinden, Almancasından, Yunancasından, Fransızcasından kontrol ederek, Türkçede yeniden konuşturmaya çalışarak felsefe, üniversite, bilgi tartıştı.

Biz öğrencilerine de her zaman bir tür ışık oldu. Yanına her gittiğimde önüme onlarca kitap fırlattı, “şunları oku, gel de konuşalım lan eşek herif” diyerek. Bizler uzun yıllar bu vahada Ünal hoca gibi hocalar sayesinde soluklanma olanağına kavuştuk. Merakla okumak, dirsek çürütmek, moda olandan kaçınmak, akademisyenlikle idareciliği ayırmayı burada öğrendik.

Doktora tezimi ciğerci peşkirine çevirip “bıktım ulan senin bu boktan İngilizcenden, ne zaman öğrenecen bu aptalların dilini bilemedim ki” demişti. Öğrencinin verdiği her şeyi ince ince okur, İngilizcesini düzeltir, bizimle yazdığımız her şey için tartışırdı. Öğrenciye zaman ayırmak! Kaldı mı şimdilerde üniversitede böyle bir yaklaşım? Bizim öğrencilerimize çok az verebildiğimiz şeyi gani gani aldık Hocadan.

Doktora dersleri aşamasında Ünal hocadan tam beş tane ders aldım. Hiçbir zaman derslerine doyamadım. O ders anlatırken gözlerim kilitlenir ve zaman dururdu. Yavaş yavaş konuşur, bu konuşmayla dünyamda binlerce renk belirirdi. Ders anlatmasını hep şöyle hissetmişimdir: Ünal hoca derse elinde onlarca, rengârenk balonlarla gelirdi. Uçan balonlardı bunlar. Bunları sınıfa salardı. Bu balonlar tavana yapışır kalırlardı. Önce şöyle bir bakardı balonlara ve hafifçe gülümserdi. Sonra bu balonlardan birisini çeker ve konuşurdu. Sonra da sırasıyla aynı şeyi diğer balonlar için yapardı. Büyülenmiş gibi dinlerdim Hocayı. Saatler geçerdi, fark etmezdim.

Bu yazdıklarım bir ölünün arkasından güzellemeler değil, tanıyanlar bilir Ünal hocayı. Üniversiteler biraz çekilir durumda ise o ve onun gibiler sayesindedir. Üniversitelerde ne yazık ki entelektüellik adına hiçbir şey kalmadı. Cenazesinde yıllardır milletvekili olmak için çırpınıp duran bir meslektaşı çıkıp, “üniversitenin bugünkü kriterleri açısında başarısız bir akademisyendir Ünal Nalbantoğlu. Yalnız bir akademisyendir” şeklinde konuşmuştu. Yukarıda, üniversitelerimizin başarı kriterlerini sizlere sunmaya çalıştım. Bu ikisini karşılaştırınca, umarım ben de Hocam gibi üniversitede başarısız bir akademisyen olarak ölmeyi başarırım, diye düşünmeden edemiyorum. Bunu tüm kalbimle arzuluyorum. Hatta üniversitenin kurtuluşunun böylesi bir başarısızlıkta yattığına inanıyorum. Ünal hocanın tarzıyla: Modaların ve paranın peşinden koşmadan, dirsek çürüterek ve ‘seçkin yalnızlığı’ içerisinde…