Opera Sinan: Hasan, Bertan, Erdoğan (1)

 Sinan, Cumhuriyet tarihinin ilk islamcı operası olarak kayıtlara geçti. Saray’ın, siyasal ölümüne beş kala gerçekleştirdiği bu operasyon, siyasal, sanatsal ve etik çöküşün anlamlı bir göstergesidir.

Melis Gönenç

İslamcılar arabayı çeken atları çatlattılar. Laik cumhuriyetçi kesim tarafından çitilenme endişeleri kesinlik sınırına yaklaşınca, çitileyecekler için anlamlı bir tarih olan 29 Ekim’de, Laik Cumhuriyet’in kültürel ve mimari simgelerinden biri olan AKM’yi mutlaka açmaları gerektiğinin bilincine vardılar. Hem de bir opera ile.

İyi de, kendi tabanlarına yabancılaşma riski?

Malum, opera-bale gâvur işi; yerli ve milli değil. Hele bir de islamcı tabanda ekonomik vaziyetler mafiş olunca, o sahne daha da gâvur işi görünmez mi?

Saray, formülü bulmakta gecikmedi: İslamcı opera.

Nasıl olur?

Olur… Olur… Makyavelizmin islamcı siyasetteki karşılığı “Takıyyecilik”tir.

“Librettist islamcı, besteci laik cumhuriyetçi” denklemi kuruldu mu, tekne kızağa konabilir.

Tamam, islamcı kalem ibadullah da, libretto yazmak ayrı bir ustalık işi. Öyle birini bulmak kolay değil ki…

Canım, abartmaya gerek yok; islami dediysek, bize özgü islami. Libretto dediysek, bize özgü libretto.

Yani?

Osmanlı, cihat, cami filan… Biraz Kanuni, biraz Sinan.

Librettocu hazır; bizim mütefekkir Bertan.

Kim?

Bertan Rona yahu! Hani, Akil var ya, Şefik Kahramankaptan, işte onun islamcı versiyonu.

Zaten sorun librettoda değil, o iş çoktan halledildi. Mesele, kutsal cihat çağrıları ile şereflenecek librettoyu müziklemeyi kabul edecek laik cumhuriyetçi besteci bulmakta.

Getirin şu besteci listesini!

Besteci seçiminde ihale şartnamesi

Besteci arayışının siyasal kültür ölçütleri:

1) Laik Cumhuriyet’in dışladığı alaturka müziği, yani, Osmanlı müziğini yerli ve milli müziğimiz kabul edecek.

2) Laik Cumhuriyet’in halk müziğini “Türk müziği” anlam alanının temel oluşturucusu olarak tanımlamış olmasına karşın, alaturka müziğin de aynı konumda bulunduğunu ve ikisinin birlikte ve eşit ağırlıkta “Türk müziği”ni oluşturduğunu kabul edecek.

3) Laik Cumhuriyet’in ulusal çoksesli müziğin esin kaynağı olarak yalnızca halk müziğini meşru görmesinin aksine, alaturka müziğin de aynı niteliği taşıdığını kabul edecek.

4) Osmanlı ile Cumhuriyet arasında kültürel kopuştan çok, devamlılık olduğunu kabul edecek.

Besteci arayışının müzikal ölçütleri:

1) “Müzik türleri arasında ne hiyerarşi, ne de ayırıcı keskin çizgiler vardır; hepsi birbiri içinde kullanılabilir, alıntılanabilir. Özgün olan, tarihsel olarak değil, kültürlerarası, çoğulcu eklektizm içeriği temel alınarak yeniden tanımlanmalıdır” anlayışına yatkın olacak. Kısacası, postmodern yaklaşımı benimseyecek.

2) Alaturka müzik ile halk müziğinin ortak paydasının makamsal yapı olduğunu, halk müziğindeki “ayak” kavramının makam anlamı taşıdığını, modal ile makamsal olanın müzikal karşılığının aynı olduğunu kabul edecek.

3) Müzikal tür tasnifinde “ses aralığı” kavramının tarihsel ve estetik belirleyici olmayıp, görmezden gelinebileceğini kabul edecek.

4) Senfonik orkestraya alaturka sazlar yerleştirmenin, alaturka ses  aralıklarının verilebilmesi için mikrotonal zorlamalar yapmanın, aynı biçimde, halk müziği sazlarını da katmanın müzikal görgüsüzlük olmayıp, müzikal zorunluluk olduğunu kabul edecek.

5) Besteci için ne biçim, ne de içerik anlamında hiçbir müzikal sınır bulunmadığını, tonal, modal, atonal yığılma ve her türden tını avcılığının meşru olduğunu kabul edecek.

Besteci arayışının simgesel ve kişilik ölçütleri:

1) Çoksesli müzik ilerici, laik cumhuriyetçi kamuoyunun duyarlılık gösterdiği bir alan olduğundan, bestecinin mutlaka “ilerici”, hatta, “solcu” bir imaja sahip olması, işbirlikçi kimliğinin bu şekilde gölgelenmesi gerekir.

2) Tercihen ABD’de eğitim görmüş ya da, oradaki müzik ortamında bulunmuş olması, postmodern kültürün liberal havasını solumuş olması gerekir.

3) Laik Cumhuriyet’in ortodoks anlayışının simgesi olan “Cebeci” yerine, çok daha esnek ve alaturkaya açık İstanbul formasyonlu, bulunamaması durumunda, en azından Bilkent çıkışlı liberal olması gerekir.

4) Liberal piyasa koşullarına uyum gösteren, siparişe ve paraya hassas, hırslı ama köşeli olmayıp, ılımlı, sosyal ilişki kolaylığına sahip biri olması gerekir.

Besteci kervanı geçiyor…

(Bu bölüm 19 Haziran 2019 tarihli görüşme tutanağından alınmıştır):

A: Siz delirdiniz mi? Böyle bir şartnameyi doğru dürüst müzik kültür ve görgüsü olan, ciddi yeteneğe sahip hiçbir besteci kabul etmez. Vasat yeteneklere, entel görgüsüzlere kalırsınız. Vallahi, rezil olursunuz…

S: Hay sen çok yaşa avukat bey! AKM açılışına yerli-milli opera siparişi verilecek, aha şartnamesi, dedik ya, daha şimdiden sinek gibi üşüştüler. Sıkı para ihsanı duyulmuş. Araya adam sokan mı ararsın, nabız yoklayan mı, kendi gelen mi, bir bilsen?!

A: Dedim ya, onlar yeteneği sınırlı olanlardır.

S: Peki, öyle olsun; hatırını kırmayalım.

Sorduk, soruşturduk; opera besteleyebilecek herkesin ismini bir kâğıda yazdık. Sonra, şartnameye en az uygun olanlardan başlayarak elemeye karar verdik. Amacımız son iki kişiyi bırakmak ve birini seçmek. Seni de şeytanın avukatı olarak çağırdık.

A: Niye?

S: Niye, biliyor musun? Bu çoksesli müzik âlemi bir tuhaf. Biz ne yaparsak yapalım, hiç tepki vermiyorlar. Alaturka çalın, söyleyin, diyoruz; faizini de ekleyip, arabesk bile söylüyorlar. Yerli ve milli diyoruz; çoktan ilahi ve mevlide sarkmış oluyorlar. Şaşıp kalıyoruz. Üstelik, bunların seyircileri, yazarları her yaptıklarını ayakta alkışlıyorlar. Oysa, biz iktidara geldiğimizde, dostlarımız, “Aman, üç kuruma dikkat edin, sert kabukturlar: Ordu, yüksek yargı ve çoksesli müzik dünyası” demişlerdi. Arkadaşlar ile tam da, “bunlar muasır medeniyete ait olduklarından, muhalefet etmeyi ayıp sayıyor olmalılar” diye sarıyorduk ki, o uyuz gazeteci kız çıktı. Eli de bir ağır, bir ağır… Neyse, seni, biraz karşıt fikre ihtiyacımız olduğu için çağırdık; yanlış bir iş yapmayalım; AKM, opera meselesi epey hassas konu. Malum, siyasi ahvalimiz egzoz.

A: Anlaşıldı. Anlaşıldı. Hadi, verin listeyi de şu isimlere bir bakalım… Hımm, ilk sıraya Yalçın Tura yazılmış. Sizin cihatlı, camili librettoya çok uygun. Onu seçin. Tamam, yaşı epey ilerledi fakat pratik adamdır; oradan buradan bir kolaj yapıverir.

S: Muhterem hocamızdır ama, olmaz. Çünkü bizden biri. Laik cumhuriyetçi kesim asla kabul etmez. Ayağımıza sıkmış oluruz. Oğlunu, Hasan Niyazi Tura’yı düşündük. Ancak, onun da durumu aynı. 2018’de İDSO’ya şef yardımcısı yapıp yükselttik. CSO’da geviş getiriyordu. Ayrıca, İDSO’nun şefi Ender Sakpınar’ın solcu olduğunu söylediler. Biraz da denge gelsin istedik. Bu çocuktan çok umutluyuz. İnşallah, milli, manevi değerlerimizin korunması babında güzel şeyler yapacak. Cerrahiler ona pek hayran. Şimdilik çok göze batmaması, rahvan gitmesi lazım.

A: Tevfik Akbaşlı.

S: Ona, daha yeni, Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 100. yılı vesilesiyle bir opera sipariş ettik: Yeniden Doğuş. Lakin, uğurlu gelmedi. İstanbul’daki temsil, yinelenen belediye seçimlerinin hemen öncesine kondu. Bizim aday Binali Yıldırım’ın da gideceği tutmuş. Olacak şey mi? Millet seçim iptal edildi diye zaten burnundan soluyor, sahnede Atatürk’ü filan da görünce galeyana gelip, Binali’yi avaz avaz yuhalamasın mı? Ardından 10.000 olan oy farkı 800.000’e çıktı. Şeyh Rengim Gökmen de, “Ben size bu adamın uğursuz olduğunu söylemiştim” diye beton atınca, hezimete hissedar yapıldı.

Can Atilla kırmızı peleriniyle ilham perisini çağırmak üzere.

A: Can Atilla tam size göre.

S: Çok haklısın. Birinci sınıf esnaf. Her malı okutabiliyor: Nazım Hikmet, Mevlana, Osmanlı (Cariyeler ve Geceler, 1453-Sultanlar Aşkına, Aşk- Hürrem). Çok da bilge, maşallah:

“[Bestecinin ilham kaynağı olarak] Bir melek insana ilham verebilir mi? Bunu, gerçekten derinliği olan insanlar ile konuştum ve sonunda enteresan bir noktaya geldim. İslam tasavvufunda var bu. Adı da nefs-i mülhime.” (İlham İçimizde Saklı Mıdır? Can Atilla, TEDx AnkaraCitadel, YouTube, 27 Haziran 2016)

Tabii, bu değerli mutasavvıf kardeşimize derhal Göbeklitepe Operası’nı sipariş ettik. Daha yeni. İzlerken, meleklerin kanatlarını hissedeceğiz, inşallah.

O, burnuyla bile orkestra yönetebilen özel bir yetenek. Elemtere fiş, karşınızda Tolga Taviş!

A: Tolga Taviş… Şaka mı bu?

S: Yoo, niye ki? Bizim Bertan’ın kankası. Onun librettosunu, Hekimoğlu’nu besteledi, şiirlerinden şarkı bile yaptı: Rona Şarkıları. Ayrıca, Hekimoğlu dünya çapında bir operaymış. Carmen, La Bohem, Aida gibiymiş. Onlar da yerel temalardan yola çıkmış. Üstelik, opera 21. yüzyılda yok olabilirmiş; sinema ile yarışamazmış da. Zikrinin berraklığı içimizi ısıtıyor. Maaşallah, çok bilgili adam, ne de olsa Amerika görmüş…

A: Bunları da nereden çıkarttınız?

S: Kendi söyledi. Samsun’da Radyo Gerçek var ya, işte orada bizim Bertan bir program yapıyor. Adı da, Bertan Rona ile Duyuşlar. Orada söyledi. 8 Mart 2017’de.

A: Peki, Hekimoğlu Operası’nı izlediniz mi? Yeşilçam Operası. Hadi, sizin Bertan şaftı kaydırmış, Osmanlı adaleti diye çınlıyor, ya bu Tolga’ya ne demeli? En ufak bir müzikal fikri, yaratıcılığı yok. Film müziği ile sahne müziği farkını dahi bilmiyor. Doldurmuş türküleri, folklorik dansları falan… İlk ve ortaöğretimdekilere operayı sevdirme işlevi tamam ama, en basitinden Hekimoğlu türküsünü bile koral yapacağım derken eline yüzüne bulaştırmış. Anlayacağınız, üçüncü sınıf kasaba müzikali. Besteci olup, iş kapayım diye sizin mütefekkire yapışma terapisi adeta. Sakın ha! Koskoca AKM; vallahi altında kalır, cehennemlik olursunuz…

Ayrıca, ciddiye alınacak biri değildir. Sizin Şeyh Rengim Gökmen’in tarikatındaki yeminli müritlerden olmasının ötesinde hiçbir özelliği yoktur. Sizinle ve Şeyh ile ilişkisi olmasa, değil şeflik, bestecilik… Neyse, boş verin, zaman öldürmeyelim. Sırada kim var?

S: Bujor Hoinic var ama, ona zaten Troya’yı verdik. Oğlu Artun da olmaz,”Oh, maşallah, aile boyu!” filan diye dedikodu çıkarırlar. Ayrıca, bizim oğlan Karahan bu çocuğa nedense acayip kıl gidiyor.

Kıbrıs fatihi Ali Hoca: Böyle on adamın olsun, operayı uçurursun billahi..!

A: Ali Hoca size itici gelmemeli.

S: Bittabi, bittabi… Akıllı adamdır. 2012 yılıydı. Ergenekon ayağına laik cumhuriyetçileri iki seksen uzatmışız. Yaprak kıpırdamıyor. AB bizi ha babam pompalıyor. -Hey gidi hey, ne güzel günlerdi be!-Osmanlı’ya yan bakma devri bitmiş, secde etme devri başlamış. Ecdat mecdat durumları fora.

Bilirsin, bu laikçilerin Osmanlı alerjisinin simgeleri vardır. Biri Lale Devri’dir. Tilt olurlar; saraylarda şaşalı hayat sürülmüş, halk yoksulmuş, Divan Şiiri’nde aşk, meşk, Sadabad, zevk u safâdan gayri bir şey yokmuş, tatara titiri… Bayatlamış kemalist lakırdılar… O cenahtan Lale Devri’ni övecek birilerini arıyoruz. Meğer, senin Akil çoktan gönüllüymüş. “Ben librettoyu yazarım” dedi. Kokuyu aldı, kolpoyu kaptı, uyanık; “2012, Türk-Hollanda ilişkilerinin 400. yılı, ilişkilerin simgesi de laledir” filan diye aradan süzülüverdi. Hem bizden, hem onlardan sakal alacak. Bunun gibi on tane adamın olsun, opera-baleyi uçurursun, billahi!

Neyse, libretto bir geldi ki, dilimizi yuttuk; Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa var ya, tokmakçı, hani, millet nefret edip, linç etmişti. İşte, ona, “Ben halkımı düşünürüm, korurum; piyasaları denetim altında tutup, fiyat artışına izin vermem” falan dedirtiyor. Bildiğin sosyal demokrat. Bu kadarına bizim mütefekkir Bertan bile cesaret edemezdi. Bayıldık, tabii. O gün daha iyi anladık ki, bu kesimin yazarları çok kafa insanlar.

Anladın, değil mi?

Ali Hoca’yı Akil ayarlamış. Adam Kıbrıslı. Eh, doğal olarak, anglo-sakson pragmatizmi koklamış. Köşeli değil. Bayağı da becerikli. Beste de makamsal yapılı, melodik filandı. Bize ziyadesiyle uyuyordu. Hemen sahnelettik: Lale Çılgınlığı. Gerçek bir besteci. Duruma hemen uyum sağlıyor. Son dönemde, siyaseten sıkışıp da, laik cumhuriyetçilere biraz göz kırpmak zorunda kaldık ya, 2019 Mayıs’ında, acele tarafından bir soprano-klarinet ve orkestra için Nazım Hikmet besteledi. Yaman adam!

Bu işi ona verirdik ama, son yıllarda Kıbrıslı kimliği o kadar vurgulu ki, biliyorsun, gidip orada CSO filan kurdu, siyaseten uygun olmazdı. AB ilişkileri ölü, ABD ile buzul çağı, Doğu Akdeniz’de kapandayız, kalkıp da Kıbrıslı birine açılış operası besteletmek, horozlanmak anlamına gelir. Hiç sırası değil.

Gölgelerin gücü adına metalci Musa! Klasik orkestraya ney de koyar, radyo da…

A: Musa Göçmen de var.

S: Onu pek beğeniyoruz. Kafasında hiç sınır yok. Klasik müzik ukalası değil. Üstelik, müşterisi de çok. Hep özel sektörde çalışmış, esnaflığı biliyor. Zorluk çıkarmıyor. Klasik orkestraya ney koymuş, 2018’de Sultan Bestekârlar adıyla harika bir program yaptı. Bize ilaç gibi geldi; klasikçilere Osmanlı öpücüğü: Eviç Saz Semaisi, Neva Peşrev (Sultan II. Bayezid), Şehnaz Peşrev (Sultan I. Mahmud), Hicaz Kalender (Sultan II. Mahmud), Suz-i Dilara Peşrev (Sultan III. Selim), Hicaz Mandıra (Sultan Abdülaziz) vb.

Hem aziz ve muhterem sultanlarımızın ruhlarını şad eyledik, hem öz musikimiz vasıtasıyla, kadim kültürümüzün yüceliğini bir kez daha idrak ettik, hem de, alaturka diye küçümsedikleri klasik musikimizin, onlarınkini onların sazlarıyla nasıl gemlediğini gördük.

Allah onun velûd sanatçılığını daim eylesin!

A: Tamam da, bu Musa minyatür işler yapar. Piyasacıdır. 10 dakikadan fazla şarkı söyletemez. Opera dediğin en butik haliyle bile bir saat insan sesi. Asla beceremez; şarkıcı konserine döner, komik duruma düşersiniz. Ayrıca, adam şovmen. “Dikkat çek, malı okut” düsturunu öyle bir bellemiş ki, gerçekten sınırı yok. Mimar Sinan’a camide tepine, silkine heavy metal söyletmesi işten bile değil. Koca Sinan, Metal Sinan olur. Sizinki de topunuzu kazığa oturtur.

S: Çetin Işıközlü’ye ne dersin? Pek uygun değil gibi.

A: Neden?

S: Adam Cebeci’nin eskilerinden. Kanında mikrop var. Türk musikimizin kıymetli sazlarını klasik orkestraya sokma kabızı. İnanna adlı bir operası var, Sümer falan. Yıl 2006, henüz Ergenekon’u patlatmamışız, haliyle, biraz ürkeklik var. Buna dedik ki, şu operaya bir ney kaynat. Olmazmış; Sümer’in tarihsel bağlamı ile uyum muyum sorunları vesaire. Allah seni inandırsın, sonunda bizim uykucuya söyletmek zorunda kaldık da, öylesine kerhen koydu. Herif masif  “Eski Türkiye.”

A: Uykucu kim?

S: Vardı ya, bizim bakan Atilla Koç.

Rabbim bize o günleri bir daha yaşatmasın! “Bu ney her yere girecek. Olmadı kanun, olmadı ut, tambur, kemençe, kudüm, mudüm… neyse işte. Uzaylılar operası, senfonisi de yazsanız, girecek” demekten göbeğimiz çatlardı. Şükür ki, o karanlık zamanlar gerilerde kaldı. Şimdi, kendileri koşarak gelip, “kanun konçertosu yazdım, ney konçertosu yazdım” falan diye dibimizde yeşeriyorlar. Üstelik de, en solcu bilinenleri. Rabbim gerçekten de çok büyük!

A: Onur TürkmenYiğit Aydın da nereden çıktı?

S: “Onlar en hasından postmodern, sizin işinizi fersah fersah görür” dediler. İncelettik. Bilkentliler; sağlam pabuç. Anadan doğma liberaller.

Bu Onur bize Allah’ın bir lütfu. Malum, 2007’de jakoben-kemalist askeri vesayeti yıkıp, ülkeyi özgürleştirmek için Ergenekon harekâtını başlattık. Aynı yıl, bu kıymetlimiz de, jakoben-kemalist vesayeti müzikte yıkıp, özümüze dönüş harekâtını başlatıyor: The Book of Hat. Çağdaş enstrümantal tekniklerin Türk musikisine uygulanabilirliğini gösteren doktora tezi. Kemençe, ut, kanun, ney üzerine. 2014’e kadar aralıksız sürdürdüğümüz bu mücadelemize müzikal desteği takdire şayandır: Music for Kemençe Quintet (2010), Hat for Kemençe and Strings (2011-2012) -Bu bestesi, Türk musikisi teorisi ile tonal müzik teorisinin nasıl yan yana gelebilir oluşunun manifestosu niteliğindeymiş-,  Minyatür (2012) (Kemençe, alto kemençe), 5 Short Pieces for 4 Musicians (2012) (Ney, kemençe, çello, kanun), Havuz (2013) (Kemençe, mikrotonal gitar), Reminiscences for Kanun and Piano (2013), Sailing to Byzantium (2014-2016) (Kemençe, ney, saksofon, trombon, keman vb.)

Böylece, musikimizin değil aşağı olmak, onlarınkinden fazlasına bile sahip olduğunu bize kanıtladığı gibi, onu icra etmek için birbirlerini çiğneyen gâvurlara, yüzlerce yıllık tonal enstrümanlarını mikrotonale çevirme koşulunu da kabul ettirmiş oluyor. Artık başımız dik.

Aslanım harbiden kemiksiz!

Ya Mevlana tutkusuna ne demeli? Tasavvuf bendesi, billahi. Yine 2007’de, Mevlana Hazretleri’nin Mesnevi’sinden dizeleri besteliyor: Vecd. Sonrasında Mevlevi ayinlerinin analizi filan.

Elbette, bu zamansal örtüşme ve tesadüflerin hepsi takdir-i ilahi zuhûrâtı.

Dahası da, hediyesi de bol: “Ulus devlet dönemi bitti, sanat müziği, yüksek sanat kurumlara hapsolmuş durumda, kitlelerden uzak; yapay zeka, dijital çağ yüksek sanatı demokratikleştirecek, kurumları eritecek vb.” Ağzından bal damlıyor. Yıllardır bu batıcı kurumların gereksizliğini, halka yukarıdan baktıklarını söyler dururuz. İşin ruhunu da gayet iyi bellemiş. Bak, ne diyor: “Para olmayan yerde sanat olmaz.”

Bu çocuklar hep o mübarek adamın, Doğramacı’nın bize armağanı. Tamam, faşistti, Kenan Evren ile iş tuttu ama, rahmetlinin iki abidevi hizmeti var ki, asla unutulmaz:

1) Sözde değil özde liberal yetiştirme merkezi Bilkent’i kurdu.

2) Cebeci sultasını yıkarak, öz musikimizin konservatuarı ile Batı müziğininkini eşitleyen YÖK’ü kurdu.

Her ikisi de önümüzü açtı. Kalanı çok zor olmadı. Allah gani gani rahmet eylesin.

Ya Yiğit Aydın?

Müstesna aydın. Yıllardır, ayrışmayı bırakalım, milli birlik, beraberlik ruhuyla “bir olalım, iri olalım, diri olalım, kardeş olalım” diyoruz. Bu kıymetli aydınımız bu milli idealimizi fevkiyle kavramış. Karşıtlıkları, ideolojik kopuşları, estetik çatışmaları bir kenara iten sükûn abidesi, harika bir müzikoloji anlayışına ermiş:

Ayrıştırmacılık bizim toplum olarak, galiba, bir hasletimiz. Kuşakları ayrıştırmak, doğrular ve yanlışlar, iyiler ve kötüler gibi düşman gruplara ayırmak doğru değildir. Çağdaş Türk müziğinde 1. kuşak uluslaşma, 2. kuşak modernleşme ideallerine daha yakındır. Bu farklılıklar birbirlerini tamamlıyorlar. Birinin lehine diğerini reddetmek durumunda değiliz… Muammer Sun kendi müziğinde çok farklı bir yol izlese dahi, derslerinde Usmanbaş’ın müzik estetiğini savunmuştur.”

Pırıl pırıl bir Bilkentli.

Yıl 2013. Laikçilerin, askeri vesayetçilerin belini kırmışız. Ecdat kültürümüze, özümüze, İslami tefekküre dönüşümüzün önünde hiçbir engel kalmamış. Cenâb-ı Hak bize Doğramacı’nın bu altın çocuğunun hediyesini ihsan buyuruyor: Friends of God.

Müstesna müzikoloğumuz, Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin Şathiyye’siyle, Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’ndan dizeler üzerine anlamlı bir beste yapmış.

Ne diyor Goethe?:

Eğer İslam teslimiyetse Allah’a

Şüphesiz, hepimiz yaşayıp ölmekteyiz İslam’da.”

Bilirsin, yiğit, vefasıyla ölçülür. Bizim Yiğit de Doğramacı’ya vefa borcunu bir opera besteleyerek ödüyor: Saygun Emre Operası. Bilkent siparişi. Saygun’un yaşamı anlatılacak. En önemli bölüm, Saygun’un mirasını Bilkent’e bırakışını seslendiren ve Doğramacı’nın da bir karakter olarak yer aldığı “Vasiyet” sahnesi. 2009’da, Bilkent Senfoni Orkestrası tarafından, Bilkent Konser Salonu’nda, Doğramacı anısına verilen konserde seslendiriliyor. Librettoyu yine Akil kapmış. Prelüed’de, Adnan’ın Monoloğu’nu yansıtan iki bölümde, Itri’nin Nevâ-Kâr’ıyla ezgisel bağ kuruluyor. Yani, Saygun’a monoloğunu Itri’nin makamsallığında yaptırıyor. Ayrıca, Saygun’un ağzından öyle güzel sözler dökülüyor ki:

En derin sevgi, ilahi sevgide.”

Söyle, avukat; cennette daha güzelini bulabilir miyiz?

A: Vallahi, âlemsiniz! Siz bunların, değil sözünü ettikleriniz, herhangi bir yapıtını dinlediniz mi?

S: Hayır.

A: Bakın, iki tür besteci vardır. Müzikal olanlar ve mühendis olanlar. Matematik yazı ve müzik kuramlarına yaslanılarak besteci olunmaz, entel olunur. Enteller, genellikle, müzikal yeteneği sınırlı kişilerdir. O nedenle, daha çok deneysel müzik alanında boy gösterirler. Deneysel olanın tarihsel süzgeçten geçmiş estetik ölçütleri olmadığı ve orada her türden değerlendirme unsuru ancak “bireysel görecelik” ile açıklanabilir bulunduğundan, ortaya çoğunlukla uçuk kaçık fanteziler çıkar. Ciddiye alınabilir şeyler değildir. “Yeni müzik” dedikleri bu garabetin ne yeni, ne de müzik ile bir ilişkisi vardır. Neoliberal dönemin arkaladığı ideolojik tahkim aparatlarından olma dışında bir anlam taşımıyor. Bilkent’e yığılmış olmaları, bu açıdan, tesadüf değil.

Bunların sözel etkinlikleri sizin işinizi görür. Ama müzikal yetersizlikleri ayağınıza dolanır. Opera bestelemek büyük ve zor bir iştir. Hacimli yetenek, derinlikli müzikal görgü ve olgunluk gerektirir. Bu çocuklar neoliberal çağın defolu ürünleri. Müzikal nefesleri tıknaz. Salondan mutfağa ancak yetişir.

Sahnede okunan şiirden, mikrofondaki şarkıdan opera devşirilmez. İnsan sesi matematiğe hiç benzemez. Onur Türkmen de, Yiğit Aydın da insan sesiyle, ondan opera çıkarabilecek ölçüde barışık değiller. Sahne gösterisi ile operayı karıştırmamak gerek. Sizin zavallı Yiğit, Saygun Emre’yi beş yılda ite kaka zor bitirebildi. Ne kadar bitirebildi, onu da Allah bilir. Bütünü sahnelenmedi. Opera, müziği sesle bıngıl bıngıl sulamak değildir. Birkaç dakikasını dinleyin, ne demek istediğimi anlarsınız. Garibanın yukarıda alıntıladığınız müzikolojik tespitlerine gelince; liboş militanlığın ötesinde, elle tutulur bir tarafı yok. Çocuksu. Ama, size uyar.

Onlara opera besteletme düşüncesinin, sizin için, müzikal yetersizlikleri yanında, ayrıca siyasal bir handikapı da var. Madem siyaseten sıkıştınız ve ilerici, laik kamuoyuna şirin görünüp, ödün verme çabasındasınız, o halde, 12 Eylül faşizminin simgelerinden biri olan Doğramacı ve Bilkent’ini perdenin arkasında tutun.

Berlin Duvarı’nı ilahilerle aşan milli kıymetimiz, müstesna bestekârımız Oğuzhan Balcı.

S: Sırada Oğuzhan Balcı var.

A: Size çok çok uygun ama…[Sözü kesilir]

S: Biz de aynı şekilde düşünüyoruz. Bir defa, bizim okulumuzdan, İTÜ Devlet Türk Müziği Konservatuarı’ndan mezun. Türk müziği analizi, formları falan, hepsini bellemiş. Gâvurunkileri de öğrenmiş. Sonra, o mukaddes yerde, MİAM’da yüksek lisansa girmiş. Hani, var ya, MİAM, öz musikimiz ile kalanlarını eşitleyip, harmanlama merkezi. Çağdaş vaziyet, anlayacağın.

Ama, her şeyden önemlisi, işin ruhuna, künhüne varmış. Sekiz çello için bir bestesi var: Duvarların Ardı. Almanya’nın bölünmüş durumunu, Berlin Duvarı’nı “sevimsiz” olarak niteleyip, bestelemiş. Şöyle düşünüyor:

Aynı sevimsiz durumu, bizim ülkenin müzik ortamı ile özdeşleştirdim. Yıllarca birbirleriyle konuşmayıp, anlaşamayan müzikçiler yumağına dönmüşüz… Bunu yıkmak için uğraş veriyorum.”

Ne güzel söylüyor değil mi? On yıllarca öz musikimizi alaturka diye dışlayıp, Batı müziğini zorla dayatan jakoben-kemalist zihniyeti Almanya’nın bölünmesine, Berlin Duvarı’na benzetiyor. Komünist işi, yani.

Yalnızca konuşmuyor. Bu sıkıntıdan nasıl kurtulacağımızın yolunu da örnekliyor: İlahilerimizi senfonik düzenliyor. Önce, “Sordum Sarı Çiçeğe”.  Ardından diğerleri.

Malum, 2007’de Ergenekon’u başlattık. Müzikte de “Kemalist vesayeti” kıracağız. Oğuzhan kardeşimize epey ilahi düzenlettik. 1 Aralık 2007’de Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası’na, Senfoni ile İlahiler konseri verdirttik. Yalnızca ilahiler. Cumhuriyet tarihinde bir ilkti. 30 Temmuz 2008’de Anayasa Mahkemesi kapatılmamızı reddedince iyice rahatladık. Yeşil ışık yakılmıştı. Artık serbesttik. Hesabı görme zamanı gelmişti. 2009’un Ramazan ayında, 10 Eylül’de, aynı konseri yinelettik ama bu kez TRT’den naklen bütün ülkeye izlettik. Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası, Mersin Devlet Opera ve Balesi Korosu, solist olarak, Opera’dan Feryal Türkoğlu (soprano), Hasan Alptekin (bas) ve piyasadan da Burak Kut. Senfonik orkestraya ney, kemençe, kanun, ut eklettik. 125 sanatçı Adana’da, Ortadoğu ve Balkanlar’ın 28.000 kişilik en büyük camiinin, Hacı Merkez Camii’nin siluetinde, Salât-ı Ümmiyye ve Tekbîr ile yeri göğü inletti:

Allahümme salli alâ seyyidinâ muhammedini’n-nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.

Orkestranın şefi Emin Güven Yaşlıçam gerçek bir ruh ve inanç insanı:

Konserin 11 ayın sultanı Ramazan’a denk gelmesi inanılmaz bir güzellik. İlahilerin çağdaş müzik ile birleştiğini görmek çok önemli.” (hurriyet.com.tr, 11 Eylül 2009)

Nereden nereye, değil mi avukat? Daha 20 yıl öncesine kadar, “Bir gün bu ülkede senfoni orkestraları dini müzik yapacak, opera sanatçıları da söyleyecek” desen, tımarhaneye kapatırlardı.

Takdir-i ilahi… Takdir-i ilahi..!

Oğuzhan kardeşimizi 2014’te Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası şefliğine getirdik. Her zaman beraber yürüdük bu yollarda: Alaaddin Şensoy’un Bir Teması Üzerine ÇeşitlemelerSelahattin İçli’nin Üç Teması Üzerine Fantezi, Klasik Kemençe Konçertinosu, Nazende Sevgilim, İstanbul Hatırası (Kanun ve senfonik orkestra için), İstanbul Senfonik Süiti (senfonik orkestra, ney, kemençe, kanun, ut) vb. Ha, Gökmenî tarikatı müridlerinden Ersin Antep de bu sonuncuda “anlatıcı” rolündeydi.

A: Söyledim ya, size gerçekten de çok uygun ama, operayı beceremez. İlahinin, şarkının beş, on dakikalık vokali ile böyle bir işin altından kalkılmaz. Opera listesinden çıkarın, başka işlerde kullanırsınız.

Piyano çalma tekniğine “memur kafası” ile yaklaşmayan en etkili silahımız: Hakan Ali Toker.

S: Hakan Ali Toker bize çok sıcak gelen bir isim. Aradığımız birçok özellik onda var: Bilkent ve ABD’de klasik piyano ve kompozisyon eğitimi almış. Dolayısıyla, kafasında hiçbir müzikal sınır yok; klasik, caz, öz musikimiz, tonal, modal, atonal, doğaçlama vb. her bir durum mevcut, tam bir özgürlükçü:

İsteyen istediğini çalsın, kafaya takmasın.

2006’da ABD’den dönüyor. Orada kanun da öğrenmiş. Takdir-i ilahinin bir tecellisi olarak, tam da “eski Türkiye” unsurlarıyla güreşe tutuştuğumuz esnada o kadar güzel işler çıkarıyor ki. Kanun üstadımız Tahir Aydoğdu ve neyzen Bilgin Canaz ile Tanini Trio’yu kuruyor. 2008’de Dokunuşlar, 2011’de ise Dokunuşlar II albümlerini kotarıyorlar. Klasik musikimizin nadide eserlerini piyano, kanun, ney ile icra ediyorlar. Bu arada, Çaykovski’nin Fındıkkıran-Arap Dansı’nı da.

2011’de klasik musikimizin ses hazinesini korumak ve tonal düzene ezdirmemek için, ülkemizde ilk kez mikroton akortlu piyano resitalleri veriyor. 2012’de, bu çalışmalarını Alla Turca Alla Toker albümünde topluyor. Yine 2012’de, musikimizin Senfonik Fasıl adlı konçerto benzeri düzenlemelerini yapıyor; Concerti Orientali adıyla seslendiriliyor. Klasik Batı ve Klasik Türk Musikisi arasındaki duvarları tamamen yıkıyor.

Daha ne yapsın?

Biz de Tanini Trio’ya, 2017’de, teşekkür babında, Türk-Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (TASAM), “Stratejik Vizyon Sahibi Sanatçı Ödülü”nü verdirdik.

Ayrıca, çok da sıkı cazcı. Toker Trio ismiyle bir caz topluluğu var.

Çekici bir diğer tarafı ise, işadamı oluşu. Memur kafalı değil. 2015’te H&H adlı prodüksiyon şirketini kuruyor. Pek becerikli, maşallah.

A: Gerçekten de sizin için ideal. Ama, iki handikapı var: Vokal dünyası zayıf. İki çocuk operası dışında pek bir şeyi yok. Onların da neye benzediği meçhul. Ağırlığı enstrümantal alanda. Öte yandan, siyaseten içinde bulunduğunuz durum gereği, şartnamede belirttiğiniz gibi, “ilerici imajı, laik cumhuriyet duyarlılığı baskın” izlenimi yaratacak birini arıyorsunuz. Hakan Ali Toker böyle bir izlenime epey uzak.

Postmodernin hası da, Ninatta’nın yası da onda. Huzurlarınızda Evrim Demirel.

S: Tamam. Ama, herhalde Evrim Demirel’e bir kulp takmazsın. Çünkü o gerçekten müthiş. Bilkent, Rotterdam ve Amsterdam’da okumuş: Kompozisyon, elektronik müzik, caz piyano. Sıkı postmodern; en ufak bir önyargısı yok. Daha başında, “bütün müzikler eşittir, geçişkendir”ci. Yedi yıl Hollanda’da kaldıktan sonra, 2007’de dönüyor. Malum, bizim için kritik yıl. Sonrasında bizi hiç yalnız bırakmadı. Klasik musikimizi postmodern durumlar sayesinde hep baş tacı etti; bizi de ihya etti. O kadar mutehassis olduk ki, ona Ninatta operasını yaptırdık.

Hollanda’yı öteden beri sever, takdir ederiz. Biliyorsun, Avrupa’nın tek İslam üniversitesi Rotterdam’dadır. Özgürlük diz boyu, yani. Rotterdam konservatuarı da öyle. Çocuk çok güzel yetişmiş. 2003’te Telvin adlı bestesinde ilk kez koma kullanıyor. Eserin ismi de hoş, koma kullanımı da. 2004’te Osmanlı Minyatürleri’ni besteliyor. Ardından, Saz Semaisi 1 geliyor. Postmodern vatansever; gâvurun ülkesinde bile ecdat kültürüne bağlı kalıyor. Zaten, bu postmodernlik pek hayırhah bir şey. Bak, Evrim biraderimiz postmodernliğin hakkını nasıl teslim ediyor:

Batı sanatı küreselleşmeyle birlikte melezleşmeye olanak sağlamış, yerel kavramlara yeni bir bakış açısı getirmiştir. Bu açıdan bakıldığında, yerelle kurduğum ilişki müzikal kimliğimi bulmamda yol gösterici olmuştur. Yerele dönüş öğesi, yerel müziğin kendi çalgısı ve dokusuyla çağdaş bir müzikal atmosfer içinde var olmak biçiminde kullanılmaktadır.” (Aylin Dinçer, Çağdaş 5 Türk Bestecisinin Postmodern Eserlerinin İncelenmesi, İst. Üniv. Sos. Bil. Ens. Müzikoloji Anabilim Dalı. Doktora tezi, 2012, s.197)

2005’te, Makamsız albümü Kalan Müzik’ten çıkıyor. Hasan Saltık’ın şirketi. Yakın dostumuzdur. Yıllarca bize destek oldu. Biz de eli boş gitmedik, tabii. Hollanda’dan nişan aldı. Keşke bütün Alevi solcular onun gibi olsa. Bu Makamsız’da öyle harikulâde şeyler var ki, Alıntılar bestesinde doğrudan Şevki Bey’in Uşşak makamındaki “Gülzâra Nazar Kıldım” eserini almış. Hem de nasıl:

Uşşak makamı, tampere sistem içinde uygulanamamaktadır. Bu şarkının makama uygun icra edilebilmesi için arpın bazı tellerini komalı akort ettirdim. Böylece, asimetrik ritimli, ton merkezi çok da belli olmayan “pointilist” bir hat, akordu değiştirilmiş telleri aracılığıyla makamsal melodiyi seslendiren arp ile bütünleşmiştir.” (A.g.y. , s.198)

Avukat Bey, bu postmodernliğin kültürlerarası birliktelik anlayışı, hangi hayırlara vesile oluyor, görüyor musun? Rabbim daim eylesin!

Yıllarca o jakoben-kemalistlerin vesayetine katlandık. Neymiş, klasik Batı müziği en gelişkin müzikmiş, türler tarihsel olarak belirlenmiş, keyfi olarak karıştırılamazmış, cehalet ve görgüsüzlük olurmuş, sesin, tınıların tarihsel bellek alanları varmış, öz musikimiz geri ve gerici bir estetiğin ürünüymüş, halk müziği ile asla yan yana gelemez, bir tutulamazmış falan filan. Komünist lafazanlık…

Evrim biraderimizin cevabı:

Ben elde etmek istediğim sonuç için her şeyi kullanırım.” (A.g.y., s.198)

Makamsız’ı oradaki hocası Teo Leovendie 2005’te sipariş etmiş. Gâvur bile bizim klasik musikimizin kıymetini biliyor da, bunlar bilmiyor. Kanun, blok flüt, darbuka, viyola da gamba, çello, vibrafon var. Sabâ ve Uşşak makamı hâkim. Biraderimiz gencecik yaşında dâhiyane buluşlara imza atıyor. On yıllardır kafayı gözü dağıttığımız Doğu-Batı sentezini öyle becerikli hallediyor ki: Kanun ve vibrafon partilerinde mikrotonal yapı (A.g.y., s. 201), Doğu müziğine ait olan seslerin Batı’nın tekniğiyle işlenmesi (A.g.y., s.202), müzikal yapının makamsallıkla atonalite arasında gidip gelmesi (A.g.y., s.205), Klasik Batı Müziği’ne ait bir yöntem olan modülasyonun, geleneksel Türk müziğinde kullanılarak melez bir yapı oluşturulması (A.g.y., s, 207) vb.

2008’de artık ülkeye dönmüş durumda. Ergenekon sürecinin anaforundayız. Darb-ı Dügâh’ı yapıyor. Oda müziği. Öz musikimizin sazları yine var.

Lakin, 2009’daki Diyalog Senfonisi zirve. Soprano, tenor, bariton ve büyük orkestra için. Üç büyük semavi dinin, Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’in müzik aracılığı ile birbirlerini kucaklamasını, birbirleriyle diyaloglarını aktarıyor. Üç vokal solist, üç semavi dinin kutsal kitaplarından alınan metinlerin yanı sıra, Yunus Emre’nin Hak Cihana Doludur şiirini de seslendiriyor. Beş dil kullanılıyor: Türkçe, Arapça, İbranice, Latince, İngilizce. Kutsal metinler kendi özgün dillerinde. Orkestra kaosa giden insanı, vokal solistler ise, huzura kavuşturan dinleri simgeliyor.

İlk tenor soloda Mevlid’in Merhaba Bahr bölümü seslendiriliyor. Uşşak makamında (A.g.y., s.209). Sonra, İncil’den bir bölüm. Soprano solo Ortaçağ kilise modlarından biri olan Frigyen modda (A.g.y., s. 213). Frigyen gam içindeki seslerin aralıkları temel alındığında, Türk müziği makamlarından Kürdi makamı dizisine denk geliyor. Böylece, modlar ve makamlar arasında da bir ilişki kuruluyor (A.g.y., s.215). Ardından, bariton solo Tevrat’tan 23 numaralı Davud’un Mezmuru’nu seslendiriyor. İbranice (A.g.y., s.218). Orkestra insanlığın kaosuna berrak biçimde işaret ederken, soprano solonun İncil’den alıntılanan sözleri ile yeni bir huzura kavuşuluyor (A.g.y., s. 225).

İslamiyet’i temsilen Kur’an-ı Kerim’den yapılan alıntı, Bakara Sûresi 208. Ayet:

Ey iman sahipleri! Hepiniz toptan barış içine girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.”

Bu sûre, tenor solo tarafından, İslamiyet’in gereklerine uygun olarak, orkestra eşliksiz -a capella- Arapça ve doğaçlama biçiminde seslendiriliyor. Sabâ makamında.

Eserin sonunda, Yunus Emre’nin, Hak Cihana Doludur şiiri, soprano ve bariton tarafından İngilizce, tenor tarafından Türkçe olmak üzere birlikte seslendiriliyor (A.g.y., s.226). Tonal, makamsal ve modal yapıların bir arada kullanıldığı bölümde, küreselleşen dünyanın bugün içinde bulunduğu kaotik ortam yerine, ancak farklılıkların birlikteliği ile varılacak son olarak değerlendirilen huzura işaret ediliyor. (A.g.y., s.227)

Avukat bey, daha ne diyelim? Tek başına bu eseri bile yeter. İnsanlığın çıkış yolunun dinin huzur ve sükûn verici hasletinde olduğu, dinlerarası kucaklaşmanın çağdaş uygarlığın temeli olduğu… Tam da bizim jakoben-kemalist laikçilere karşı en keskin mücadelemizi verdiğimiz bir sırada… Bu, Cenâb-Hakk’ın göklerden süzülen ihsanı değil de nedir?

2010’da, Senfoni-Fasıl no:1. Süper; musikimizin sazları ile senfonik orkestra birlikteliği. 2013’teki Ada, bu kez ecdat musikimiz ile cazı sentezliyor. Tamburi ve gazelhan kardeşimiz Özer Özel eşlik ediyor. Bu albümü de Hasan Saltık dostumuz çıkardı.

Bunca çabasını karşılıksız bırakmak vefasızlık olurdu. Şeyh Rengim Gökmen’e gereğinin yapılmasını söyledik. Ninatta operası böyle doğdu. Bazı gecikmeler filan oldu. Nihayet, Aralık 2017’de prömiyeri yapıldı.

Musikişinas biraderimizin bir diğer makbul tarafı da memur zihniyetinden uzak oluşu. Piyasayı bilen, girişimci yönü cezbediyor. Çocuklar için açtığı EDMA (Evrim Demirel Müzik Akademisi) adlı bir okulu var. Ayrıca, prodüktörlük de yapıyor.

A: Daha önce de söyledim; opera her önüne gelenin altından kalkabileceği bir şey değildir. Hele ki kumaşınız postmodern ise. Ninatta’yı izlediyseniz, görmüşsünüzdür. O facianın arka planında neler yaşandığını bir bilseniz… Biraderiniz, vazgeçtim renklendirme becerisini, operanın kolon ve kirişleri hakkında en basit bilgilere bile sahip değil. Şöyle düşünmüş: İnsan da, fare de memeli yaratık. O halde, biri için geçerli olan, diğeri için de geçerlidir. İlaçlar, tıbbi denemeler önce fareler üzerinde uygulanıyor. Ben de insanlar üzerinde uygulayayım, ne fark eder ki? Gerçekten postmodern. Tamam, çocuğu ödüllendirmek istemişsiniz ama, keşke operaya bulaştırmasaydınız. Biliyorsunuz, başka tür kıyaklar da var.

Neyse, yine de sizin için esas risk siyasal. Bayıldığınız Diyalog Senfonisi çok sorunlu. 2009’da, FETÖ’nün en güçlü döneminde besteleniyor. Onların resmi söylemi olan dinlerarası diyalog teması üzerine kurulu. Üstelik, biraderinizin 2012’ye kadar Rotterdam ve Amsterdam ile ilişkileri çok sıkı. Esas siparişleri oradan alıyor. Malum, Rotterdam’daki İslam Üniversitesi FETÖ’cülerin elinde. Acaba,  Diyalog Senfonisi, doğrudan ya da dolaylı, onların siparişi olabilir mi?

Yani, her sakallı baban, her diyalogçu cânân değildir.

Sizin reisin kulağına giderse, cümleniz Fizan’da terk-i dünya eylersiniz.

Ayrıca, bu çocuğun, köselesinden topuğundan, hiçbir biçimde ilerici, solcu, laik cumhuriyetçi imajı sızmıyor. İşinizi görmez.

S: Timur Selçuk dersek, yelkenleri suya indirirsin, değil mi? Milli musikimizin büyük üstadı Münir Nurettin’in oğlu. Klasik müzikçi ve solcu ama, ecdat musikimizin hayranı. Söylüyor da. Demek ki, olabiliyormuş. Namazında, orucunda. Dini bütün sosyalist. İlericiliğin, çağdaşlığın iki Mustafa’dan geçtiğini söylüyor: Aziz peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Mustafa Kemal.

A: Güldürmeyin beni. Onunki oldukça trajik bir öyküdür. Anlatmayayım. Yalnızca şu kadarını söyleyeyim: Opera besteleyemez; insan sesiyle hep sorunu oldu. O nedenle, pop dışında, soluklu müzikal çalışmaları hep enstrümantaldir, bale müzikleridir. İmajı ve varsaydığınız etkisi konusunda da epeyce yanılıyorsunuz. Adı, ilerici, solcu isimler listesinden düşeli epey oldu. Boş verin. Diğer isim?

Reklamın ası… Haydar Haydar’ın cefası… Özkan Manav’ın sefası…

S: Özkan Manav.

A: İşte, şartnamenizdeki ölçütlerin hemen hepsini karşılayan isimlerden biri. ABD’de okumuş, İstanbul formasyonlu, makam hassasiyeti var, alaturka ve halk müziğinin aynı çatının kolonları olduğuna inanan grupta, mikrotona yatkın, üstelik, tampere sistemin tarihsel belleği ile uyumlu olabileceğini düşünenlerden, postmodernizm ve kültürlerarasılık yandaşı vb.

Ancak, iki sorun var: Müzikal estetik tercihi, sol duyarlılık açısından kendisini antipatik bir figür haline getirmiş durumda. İlerici imajı yok. Nitekim, bu olumsuzluğu gidermek için, önce Ali Ekber Çiçek’in Haydar Haydar’ına el attı (2015-2016).  “O sözlerin hikmetine varmak…” falan gibi cümleler kurarak, Alevilik üzerinden imaj düzeltmesine yöneldi. Üstelik, besteci kısmına, Çiçek/Manav yazıp, PR garantisine oynayarak. Malum, 2009’da, islamcı çığlıkların kulakları sağırlaştırmaya başladığı sırada, piyano için bestelediği Bölüm 6 adlı yapıtını Hacı Ârif Bey’in anısına armağan etmişti. Uşşak, Nevâ, Segâh, Nevâ’da Hümâyûn… Doğu ve Batı müzik geleneklerinin birbirlerine bağlanması, denkliği, geçişkenliği… Hani, globalizm ve postmodernizmin neoliberal klişesi… O yıllar unutulmadı.

Haydar Haydar yeterli gelmemiş olacak ki, bu kez, 2018’de Nazım Hikmet’e yöneldi. Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan, Onlar ki ve Ali Onbaşı’nın Türküsü’nü koro için besteledi. İlki dört, diğeri altı buçuk dakika.

Neyse, imaj konusunu bir şekilde halledersiniz. Medyatik birkaç rötuş… Ama, opera için esas handikapı, vokal dünyaya uzak oluşu. Zaten, o denizde hemen hiç kulaç atmadı. Böyle bir öneriyi kabul edeceğini sanmam. Sağlamcıdır. Genelde riske oynamaz.

S: Farkındayız. O nedenle, ona, AKM değil de, CSO salonunun açılışı için enstrümantal bir eser sipariş etmeyi düşünüyoruz. Tabii, bazı koşullarımız olacak: Mutlaka makamsal eda, Mevlevi Ayini’nden motifler, klasik musikimizin tınılarının duyulur olması -ya sazların doğrudan kullanımı, ya da, Batı sazlarından o tınıların elde edilmesi biçiminde-, musikimize özgü perdelerin yer alması. Birkaç türkü alıntısı falan da olmalı ki, Türk müziği çatısı izlenimi verilebilsin. Anadolu müzikleri gibi bir şeyler de eklenebilir.

A: Güle oynaya kabul eder. Dedim ya, bu anlayışa çok yatkın. Hiç zorlanmaz. Hele sipariş rakamı dolgun olursa. Dert etmeyin.

S: Eyvallah. Reis zaten hem AKM, hem de CSO için kesenin ağzını açacak.

Devrimci ruhun alaturka düşünce ile külah dansı mı dediniz?: Murat Cem Orhan.

A: Sırada Murat Cem Orhan var.

S: Al sana gerçek bir devrimci!

A: Nasıl yani?

S: Ona gelene kadar herkes jakoben-kemalistlerin millete dayattığı kompleks yüzünden, en fazla, klasik musikimizi senfonik orkestra, ya da, Batı sazlarına aktarabilme derdindeydi. O ne yaptı? Tam tersini. Heriflerin müziklerini öz musikimizin sazlarıyla icra ettirdi. Çünkü damarlarında gerçek bir devrimcinin kanı dolaşıyor. Yüz yıllık kompleksimizi toprağa gömdü. Müzikler arasında mutlak eşitliği sağladı.

Dostumuz Hasan Saltık 2013’te, Divan Alafranga adıyla çıkardı bu rüya albümü. Laikçileri tepelemişiz, ecdada minnet ve şükran hislerimiz tavan yapmış, 90 yıllık zulüm parantezi kapatılmış… Ve bize en güzel musiki hediyesi…

Tabii, hemen ödüllendirdik: TRT 3’e sinyal müziği, THY uçuşlarında klasik musiki sazlarımızla Eric Satie’nin Gymnopedie’si…

Gerçek devrimcilerle her zaman iyi anlaştık. Onun şu tespitinin altına hepimiz imza koyarız:

“[Divan Alafranga’daki modelin amacı] klasik müzikten korkan, uzak duran geniş yığınların ilgisini klasik müziğe yönlendirmekti.” (Opus, 15 Nisan-15 Mayıs 2016, sayı:24)

Bizim Oğlan, Zeki Müren’i senfonik orkestraya taşıyarak, bu oğlan da, senfonik orkestrayı bizim sazlara taşıyarak aynı amacı güdüyorlar. Birbirlerini tamamlıyorlar. Bunlar ruh ikizi. İkisi de şancı. Kaçarı yok; birinden sıyırsan, öbürüne yakalanırsın. Halkın klasik müziğe yönelmesinin tek yolu, klasik musikimizden geçer. Kalın kafalı jakoben-kemalistlerin iddia ettiği gibi, halk müziğinden falan değil. O kadar!

Her ikisinde de var olan bu gerçek devrimciliğin kökeni nedir, diye merak edersen, söyleyelim: Murat Cem kardeşimiz üç yıl ABD’de, Brooklyn College of Music’de yüksek lisans yapmış, oralarda sahneye çıkmış. Dolayısıyla, ciğerlerini ve zihnini devrimci hava ve kültürle doldurmuş. Hem de en kritik yıllarda, 2007-2010 arasında. Amerikalılar 2009’da sanatçı vizesi vermeyi reddedince, buraya dönmüş. Rabbim neylerse güzel eyliyor; Murat’ımızı milli musikimizin hizmetine bahşetti.

Bizim Oğlan ise, küçük Amerika’da okudu, Bilkent’te. Aynı devrimci hava ve kültür.

Dönüşünde Şeyh Rengim Gökmen’in rahle-i tedrisinden geçiyor. Biliyorsun, Şeyh’imiz devrimci denge profesörüdür. Gerçek devrimcilerin yolu bizimkiyle kesiştiğinde, çakma devrimci karşı kampa mutlaka bir jest yapılması gerektiği öğretisinin mimarıdır. Mehmet Akif dersen, hemen yanına Uğur Mumcu; Yahya Kemal dersen, hemen ardına Nazım Hikmet; Osmanlı dersen, hemen dibine Mustafa Kemal takacaksın. Aynı işlemin bir de tersinden sağlamasını yapacaksın. Bu içerikteki şeflik derslerinde kimleri kimleri irşad eylemedi ki… Eh, şef olup, şef kalabilmenin kaç kestirme yolu var ki?

Devrimci Murat 2012’de 8. Nejat Eczacıbaşı Ulusal Beste Yarışması’nda birinciliği kapıyor. 27 dakikalık bale müziği: Kuyucaklı Yusuf. Hani, öldürülen solcu Sabahattin Ali var ya, onun romanının adı. Akıllı oğlan!

2016’da, aynı yarışmanın dokuzuncusunu da kazanıyor. Bu kez, 6 dakikalık orkestra eşlikli şarkı: Şeyh Bedreddin. Vitesi büyütüyor: Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’ndan dizeleri şarkılar. Gerçi, pek özgün bulunmaz (A.g.y., s.31) ama, zaten, amaç da o değildir. Nazım Hikmet/Şeyh Bedreddin imajının sağladığı sol gölgelik altına girebilmektir. Malum, Divan Alafranga’nın etkisini ancak Nazım Hikmet nötralize edebilir. Uyanık oğlan!

Şeyh Bedreddin’i sahne kantatı ya da oratoryo olarak bestelemek istiyorum.” (A.g.y., s.28)

Ödüllü Şeyh Bedreddin şarkısında kudüm kullanır. Aslında, ney de kullanmak ister ama, sonradan vazgeçer (A.g.y., s.26). İkisi bir arada fazla mı islami görünür, diye düşündü? Belki de.

Devrimci imaj çok önemli. Geleceğe en iyi yatırım:

Her devrimci umudunu koruyarak, gülerek idama gidiyor. Şeyh Bedreddin, Deniz Gezmiş, Che Guevara…” (A.g.y., s.26).

Ancak, Şeyh’in denge öğretisinden çok da uzaklaşmamalı. Bir oraya, bir buraya:

“-Türk Halk Müziği ilginizi çekiyor mu?

-35 yıldır günde 5 vakit ezan dinliyorum, dolayısıyla, Anadolu’nun müzik geleneği genlerime işlemiş durumda.” (A.g.y.)

Böylece halk müziğinin ezan temelli, Anadolu müzik kültürünün ise, islami çatılı olduğunu soldan tescil ediyor. Kültürlü oğlan!

Az ileride, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü operaya uyarlama hayali olduğunu belirtiyor (A.g.y., s.29). Doğaldır, Nazım Hikmet’in yanına bir de muhafazakâr yazar koymak gerek ki, denge sağlansın: Ahmet Hamdi Tanpınar.

Murat yoldaş yalnızca sözel değil, müzikal devrimci de. Deneysel müzik diline sol dünyada surat asıldığını öğrenince, hemen gerekli mesajı veriyor:

Kendimi duygusal olarak neo klasisizme yakın hissediyorum… Şu anda atonal müzik bana çok uzak geliyor. Çağdaş müziği efekt olarak algılıyorum. Oysa, ben müziği efekt olmaktan çıkarmaktan yanayım… Ferit Tüzün’ü örnek alıyorum.” (A.g.y., s.28-29)

Çok mu ortodoks oldu?

Yarın atonal ya da minimalist müzik yazabilirimMakamları tanımaya çalışıyorum, başarıyla çoksesliliğe uyarlayan bestecilerin eserlerini inceliyorum. Saygun’un Türk makamlarını kullanma başarısını takdir ediyorum. Yunus Emre Oratoryosu müthiş bir eser. Oğuzhan Balcı’nın çalışmaları ilginç…” (A.g.y., s.28-29)

Görüyor musun, avukat bey, çocuk birinci sınıf siyasetçi. Bize böyle acar sanatçılar lazım. Piyasayı da biliyor. 2013’te film ve reklam müziği üreten Jingle House’a giriyor: Alliance Sigorta, Conforama, Superfresh vb. reklam müzikleri; Cem Yılmaz’ınki dahil birkaç film müziği. Mamanın kokusunu alma yeteneği yabana atılır cinsten değil: Kavaklıdere Festival Uvertürü. Sevda-Cenap And Vakfı var ya, hani, Kavaklıdere şaraplarının sahipleri. Çok zenginler. Doğramacı’ya altın madalya vermişlerdi. İşte, o vakfın kuruluşundan aşk öyküsü çıkaran bir eser (A.g.y., s.26). Velhasıl, ot memur değil, girişimci, iş bitirici, para teması ile şarj olabiliyor. Daha ilk günden ona ısındık, önünü açmaya karar verdik.

O sırada, TÜSAK olayı patladı. Yekta Hatun, Şeyh Rengim Gökmen ile tasarıyı hazırlamışız. Jakoben-kemalistler kazan kaldırmasın mı? Amaç, Ergenekon’un intikamını almak. Heriflerin sultası öyle oturaklı ki, Şeyh, “Bu durumda size alenen destek verirsem, bunlar beni bitirir. Siz beni görevden alın. Biraz zaman geçsin, bir yolunu bulur, tasarıyı geçiririz” dedi. Öyle yaptık. Tasarıyı geçirmenin tek yolu, bu kurumların çürümüşlüğü algısını oluşturmaktı. Ama, inandırıcı olabilmesi için, bunu, TÜSAK’a karşı çıkmış birilerinin söylemesi gerekiyordu. Murat yoldaş en doğru isimdi; 28 Mayıs 2014’te, birçok kuruluş TÜSAK’a karşı, 6 Haziran’da, Ankara’da bir kurultay düzenleme kararı almıştı. İşte, o kararın imzacılarından biri de Murat yoldaş idi. Devrimci kardeşimiz gereğini yaptı:

O kurumları biz müzisyenler çökerttik. İşimize gereken özeni göstermedik, sanata sahip çıkmadık, memur ruhuyla müzik yapmaya çalıştık.” (A.g.y., s.29)

Şarkı söylemek yerine şeflik yapmak istiyordu. Yönetmelik müsait değildi. Hemen değiştirttik. (A.g.y., s,27)

2017’de başkanlık sistemine geçtik. Muhalefet, “usulsüzlük, hile” falan diye ciyak ciyak… 2018 başında bizim Oğlan’ı DOB Genel Müdürü yaptık. İki devrimcinin aynı çatı altında kavuşma zamanı gelmişti. Lakin, Murat yoldaşımıza şom ağızların işbirlikçi damgası vurmasını önlemek, onun itibarını korumak için, hem şeflik diploması kılıfını, hem de, Nazım Hikmet zırhını giydirdik. Şeyh ile,  “Aman, acilen devrimci bir şeyler yap” diye haber gönderdik. Hatta, ortada daha hiçbir şey yokken temsil tarihini bile verdik: 11 Aralık 2018 (Şeffaf Oda, CNN TÜRK, 13 Ocak 2019). Niye? Tam o sırada DOB’a alacağız da ondan. İşi kotardı: Nazım Hikmet’ten, Kuvayı Milliye’nin İnsan Manzaraları. Artık engel kalmamıştı. Aynı tarihte, Ankara DOB’a şef yaptık.

Nazım Hikmet’in vermek istediği mesajı o kadar ilginç ve etkili bir biçimde ifade etti ki, biz bile şaşırdık kaldık. Reisimiz ve bizlerin, “Aman bölünmeyelim, milli birliğimizi koruyalım, bir olalım, diri olalım…” falan diye söylediklerimizi, meğerse, Nazım Hikmet yıllar önce söylemiş. Kuvayı milliye ruhu da buymuş. (A.g.y.)

Tabii, bizim arkadaşlar bu eserin gerektirdiği övgü ve desteği esirgemediler. (yenisafak.com.tr, 20 Ocak 2019)

Rahmetli Nazım Hikmet hayatta olsaydı, gerçek devrimciler gibi, mutlaka bizim yanımızda olurdu.

Murat Cem kardeşimizi sonuna kadar destekleyeceğiz. Bizim Oğlan gibi paldır küldür biri değil. Bir defa oyun kurmayı biliyor. Zeki. Göreceksin, birkaç yıl içinde şaşırtıcı konumlara yükselecek.

Bu arada, özel sektör ile bağlarını daha da güçlendirdi. Gedik Holding’den, İkinci Yeni şairlerinin dizelerini müzikleme siparişi aldı: Ölmeme Günü. Nazım’dan sonra İkinci Yeni denge politikası açısından dâhiyane. Malum, zıt kutuplar. Hemen ardından, DenizBank Çocuk Operası… Eh, bonservis sağlam olunca…

A: Vallahi ağzım açık kaldı. Gerçekten profesyonelce. Dedikleriniz doğruysa, bu çocuğun oturaklı bir geleceği var demektir. Ancak, şu ana kadar yaptıkları, geniş anlamıyla sahne gösterileri. Çocuk müzikalleri. Çok daha özgür ve esnek biçimler. Kabare esinli. Gerçek bir opera ile kıyaslandığında, hem müzik, hem sahne olarak epey hafif kaçacak işler. Zamana ve müzikal/dramatik olgunluğa gereksinimi var. Operaya elini sıkıştırabilir. Dikkat etmeli.

Oo piti piti, opera beste sepeti: Peki, Turgay Erdener mi, yoksa Şerbetçi mi?

S: Geldik son iki adaya: Turgay Erdener ve Hasan Uçarsu. Görünen o ki, bu iki isimden birini seçeceğiz.

A: Eğer şartname olmasaydı, daha zor ve farklı bir seçim olurdu. İsterseniz, şartname koşullarını ne ölçüde yerine getirip, getirmedikleri üzerinden adım adım gidelim.

S: Peki. Ancak, şunu bilmeni isteriz ki, bizi ikna edemediğin sürece, tercihimiz Hasan Uçarsu’dan yana.

A: Neden?

S: Çünkü Erdener yarışa üç metre geriden başlıyor. İlk handikapı Cebeci’den olması. İkincisi, Cebeci’nin neoliberal yıllarında değil, görece ortodoks dönemi içinde kalan 70’li yıllarında eğitim görmüş olması. Tabii, bunun uzantısı olan solculuğu. Üçüncüsü ise, bu iki hastalığı tedavi edecek bir ABD sürecini yaşamamış olması.

Cebeci’nin neyi simgelediği belli; şiddetle reddettiğimiz jakoben-kemalist anlayışın müzik politikasını. Klasik musikimizi dışlayan, halk ve klasik Batı müziği eksenli kurum. Ecdat kültürümüze olduğu kadar, modernist akımlara da kapalıydı.

Erdener oraya 11 yaşında girmiş, 65 yaşında çıkmış. Üstelik, yıllarca yatılı okumuş. Emekliliğine kadar orada kalmış. Cebeci zihniyeti adamın genlerine işlemiş.

Oysa, Hasan Uçarsu Mimar Sinan’dan. İstanbul’un liberal eğitiminde yetişmiş. Klasik musikimize çok hassas. Cebeci ekolünün türkü düzenleme saplantısından uzak. Konservatuara da liseden sonra gitmiş. Ayrıca, 90’lı yıllarda, neoliberal dönemde okumuş. Cebeci’nin kültürel gen ve reflekslerine sahip değil. Liberal eğilimlerini okuldan hemen sonra gidip, üç yıl kaldığı ABD’de tahkim suretiyle postmodernizme dönüştürmüş. Doğal olarak da, solculukla falan bir ilişkisi yok.

“Eski Türkiye”den yerli ve milli “yeni Türkiye”ye gecikmeli ve zorunlu uyum sağlamaya çalışan Erdener yerine, doğrudan “yeni Türkiye”nin elemanı olan Uçarsu ile çalışmak çok daha güvenli değil mi? Aslı varken neden çakmasını kullanalım ki?

A: Kendi açınızdan haklısınız. Ancak, unutmayın ki, ilerici, laik kamuoyunda Cebeci’nin özgül ağırlığı İstanbul’unki ile kıyaslanmayacak ölçüde belirleyicidir. İçinde bulunduğunuz siyasal kıskacın sizi bu kesime ödün vermeye zorladığı düşünüldüğünde, eski Cebeci’den birinin sizin müzik konusundaki yaklaşımınıza uygun şeyler söylemesi ve yapması, sizden birinin söyleyip, yapmasından çok daha işlevsel ve etkili olur. Böylece, Cebeci zihniyetinin, yani, Laik Cumhuriyet’in müzik davasının çoktan toprağa verildiği izlenimini yaratmanız kolaylaşır. Bu da, temel hedefiniz olan, alaturka müziğin meşruluk alanının genişleyip, mutlaklaşmasını sağlar. Osmanlı’ya açılan kapının alaturka müzikten geçtiği biliniyor olduğundan, yandaşlardan ziyade, eski Cebecililerden adam çalmak, sizin için, siyaseten daha anlamlı duruyor. Anımsayın ki, alaturka aynı anda liberal postmodernizmin de bizdeki altyapısıdır ve postmodernizm sizin yangın sigortanızdır.

S: Eyvallah da, Erdener’in dediğin ölçüde ileri beyanları var mı ki?

A: Olmaz olur mu? Bakın, adeta pişmanlık yasasından faydalanır gibi, neler söylüyor:

Konservatuvarın ismindeki “Batı Müziği” tabirinden rahatsızdım. Dışlayıcı yaklaşımı doğru bulmuyordum. Bestecilerin sırça köşkte yaşaması kadar, geleneksel müziğin amatör ellerde kalması da üzücüydü.” (Serhan Yedig, ŞOSTA, Turgay Erdener ve Müziği, SCA, 2017, s. 217)

Müzikte devrimci değilim. Çünkü devrimde yıkmak vardır. Eğitim sisteminde dayatılan şablonlar ve cepheleşme 1990’larda beni bu noktaya getirdi. Müzik devrimleri konusundaki vurgudan, Atatürk’e övünç vesilesi gibi atfedilen hatalardan rahatsızım… Toplumcu bir liderin Safiye Ayla’yı zevkle dinlerken radyoda geleneksel Türk müziğini yasaklatmak için talimat vereceğine inanmıyorum… Hindemith’in danışmanlığında, Cumhuriyet’in müziği yönlendiren üstadlarının girişimiyle geleneksel Türk müziği itibarsızlaştırılıyor, teksesli müzik dışlanıyor, sömürge tipi müzik politikaları empoze ediliyor. Bu nedenle kendi modernizmimizi yaratma fırsatı kaçırıldı.” (A.g.y., s.235)

Konsevatuvarların geleneksel müzik mirasımızı dışlaması, istediği şekilde içine katmak için yöntemler araştırması beni hep rahatsız etmiştir. Çünkü Türk müzik tarihi açısından büyük kayıp. Alevi-sünni, Türk-Kürt, laik-antilaik gibi Türkiye’deki fay hatlarından biri de tekseslilik-çokseslilik. Faylar kırılmalı, yakalar birbirine kavuşmalı.” (A.g.y., s.245)

Türkiye’de teksesli-çoksesli ya da Batı-geleneksel müzik bölünmüşlüğü kültürümüze zarar veriyor. Besteciliğin toplumda kabul görmemesinin sebeplerinden biri de bu.” (A.g.y., s.263)

Teksesli-çoksesli kavgası unutulmak üzere. Geçmişte geleneksel öğelerin kullanılmasından korkulurdu. Genç bestecilerimiz bu birikime [geleneksel müziğe] önem veriyor.” (A.g.y., s.267)

Sanırım, yeterlidir. Sizin kesimin on yıllardır ileri sürdüğü bütün görüşleri kabullenmiş durumda.

Hasan Uçarsu aynı biçimde düşünmesine rağmen, bu ölçüde keskin bir dil kullanmıyor. Çünkü, kendini Laik Cumhuriyet’in müzik davasının temsilcisi sayıp da, sonradan dönmüş hissetmiyor. Gerçekten de değil.

S: Bu kadarını beklemiyorduk. Doğrusu şaşırdık. O zaman, bize söylendiği gibi radikal solcu falan da değil.

A: Elbette. O işlerden vazgeçeli epey oluyor.1982’de askere gidiyor, dönüşünde, “Daha adil, sosyo-ekonomik uçurumlardan arındırılmış, bilime önem veren, aydınlık bir ülke kurulması yolundaki arzusu ve inancı ilk kez kökten sarsılıyor.” (A.g.y., s.98)

12 Eylül’ün doğal yansısı.

Ayrıca, solu artık bir siyasal alternatif de görmüyor:

Umutlarımız kırıldı… Yugoslavya, SSCB tecrübelerinin hüsranla sonuçlanması… Gelecekte ütopyalara yer yok, bizi distopya bekliyor.” (A.g.y., s.272)

Bunları Hasan Uçarsu’nun ağzından duyamazsınız. Hiç solcu olmadı ki, vazgeçsin. Adama solcu imajı verebilmek için, Uğur Mumcu anısına apar topar beste yaptırmak zorunda kaldınız. Oysa, Erdener için böyle bir çabaya gerek yok. Solculuk, üzerinde, Uçarsu’da durduğu gibi sakil durmaz. İlerici kamuoyu açısından imajı hâlâ soldadır. Nitekim, Uğur Mumcu için beste konusu gündeme geldiğinde akla ilk gelen o oldu. Yanına Uçarsu’nun vidalanması, Şeyh Rengim Gökmen üzerinden, sizinkilerin zorlamasıydı. Neyse, bunları biliyorsunuz.

S: İyi de, söz başka, eylem başka. Erdener bu görüşlerini uygulamaya aktardı mı? Örneğin, klasik musikimizin sazlarını kullandı mı? Musikimizin ses aralıklarına saygılı ve sadık kaldı mı? Müzik türlerinin eşitliği ve geçişkenliğini benimsiyor mu?

A: Tabii ki… Tabii ki. Adım adım yanıtlayayım.

Alaturka sazların kullanımı:

Tamam, 1979’da bu sazlardan uzak durma kararı almıştı. Ancak, 1998’deki Afife bale müziğinde kullandı. Selahattin Pınar’ın Rüyası adlı bölümde kanun var, kudüm var. (A.g.y. ,s.157, 239)

S: Ama bu durum, eserin koreografı Beyhan Murphy’nin zorlamasıyla oldu, diye duymuştuk; isteyerek yapmamış ki (A.g.y., s.150). Beyhan Hanım çok sevdiğimiz, takdir ettiğimiz kıymetlerimizden…

A: Doğru. Ancak, bu konuya o kadar da soğuk olmadığının kanıtı, 1994’te, konservatuarın eğitim programına seçmeli ders olarak, “Geleneksel Türk Müziği Sazlarıyla İcra”yı koydurmuş olmasıdır. Kanun icrası için Tahir Aydoğdu ile anlaşmıştı. (A.g.y., s.159-160)

S: Bu da, göstermelik bir iş gibi. Sorup soruşturduk; en fazla iki dönem sürmüş. Arkası gelmemiş.

A: 2010’da sizin sûfîlerden arpçı Şirin Pancaroğlu için İstanbul’un Ağaçları’nı besteledi. Arp, klasik kemençe, ut, kanun. Bakın, ne diyor:

2010’da hayatıma Türk müziği ezgileri, enstrümanları girdi. Bu keşif önemli bir yol değişikliği sürecinin başlangıcıydı.” (A.g.y., s.246)

Üstelik, bu süreci, sizin jakoben-kemalist, onun fay hattı olarak tanımladığı Laik Cumhuriyet’in müzik yaklaşımına dinamit koymak biçiminde görüyor, hararetle savunuyor:

“[İstanbul’un Ağaçları siparişi] Yurdal Tokcan, Derya Türkan gibi çok yetenekli, donanımlı geleneksel Türk müziği virtüözleriyle tanışmamı sağladı. Fay hattına dinamit koyan gençler beni de etkiledi. İstanbul’un Ağaçları projem ilk dinamit girişimimdi. Ardından Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’nde aynı yaklaşımı sürdürdüm… 2012’de 1. Kanun Festivali’ne davet edildim… Sonrasında ısrarlı talepler üzerine festivalde seslendirilmek üzere kanun konçertosu bestelemeye karar verdim. Geleneksel müziğin zenginliğinden bir şeyler yakalayabilmeyi umuyordum. Dinleyicinin zihninde şimşek çaktırabilir, yeni fikirler çıkmasını sağlayabilirdi. Ayrıca fay hattının tam ortasına etkili bir dinamit yerleştirme fırsatı çıkmıştı. Eseri yazdım, 2015’te ikinci festivalde yine çok beğendiğim kanun sanatçısı Ahmet Baran’ın solistliğinde seslendirildi. Bu fikri ileriye taşımaya kararlıyım.” (A.g.y., s. 246-247)

Daha ne söylesin? Yırtınıyor:

Kanun Konçertosu’ndan başlayarak geleneksel çalgılar kullandığım tüm eserler bu fay hattına yerleştirilen dinamittir. Şimdi bir tambur konçertosu yazmayı düşünüyorum. Başarabilirsem patlayıcının etkisi daha da artacak, dinleyici kitlesini de genişletecek.” (A.g.y., s.263)

Derya Türkan’a klasik kemençe ve orkestra için mutlaka bir eser yazacağım. Almanya’da ut resitalleri veren Muharrem Cenker, ut ve yaylı çalgılar için bir eser istiyor. Zaten ut ilgimi çeken bir enstrüman, yazmak istiyorum. 2017 baharında tambur konçertosu talebi aldım, görüşme aşamasındayım.” (A.g.y., s.275)

S: Bizim açımızdan bütün bunları takdir etmemek elbette mümkün değil. Ancak, dikkatini çekmek isteriz ki, dinamitleme işini başlattığı tarih, bizim, Ergenekon üzerinden jakoben-kemalistleri tepelediğimiz tarihe denk geliyor. 2010’da başlıyor ve giderek çapı genişletiyor. Zaten, o tarihten sonra eli mahkûm değil mi? Kazanmışız. Erdener o kadar saftirik değil. 2007’den itibaren üç yıl boyunca tek bir nota dahi yazmıyor (A.g.y., s.273). Sonrasında ilk yazdığı, İstanbul’un Ağaçları. Sence, ilham gelmesi için bizim Şirin’i mi bekliyordu? Üç yıl kendini nadasa bırakıyor.

A: Onun nedeni, sigarayı bırakmış olması. (A.g.y., s.273)

S: Bu sefer de sen bizi güldürme, avukat bey! 2007 Ergenekon’un başladığı yıl. Durum ortadaydı; peşinen kazanmış değildik. 2010’a gelindiğinde ise, bellerini kırmış, düze çıkmıştık. Anlayacağın, senin Erdener epey sağlamcı.

A: Hadi, bir an için kabul edelim. Peki, sizin alaturka sazları 2010’dan itibaren kullanmaya başladı. Ya mikrotanalite? Alaturka müzikteki yarımdan küçük seslerin kullanılabilmesi için zorunlu olan mikrotonalite. Ona 2005’te yöneliyor. Yani, alaturkanın ses aralıklarına saygı ve sadakati 2010’dan beş yıl öncesine denk geliyor:

“[Bende] 2005 öncesinde özellikle Şostakoviç’in etkisi belirgindir. Sonrasında ise mikrotonal seslerin müziğime nasıl gireceği üzerine düşündüm, çalıştım.” (A.g.y., s.212)

Söz konusu saygı ve sadakati o derece hassas boyutta ki, Ferit Alnar’ı Kanun Konçertosu’nda mikrotonal seslere yer vermediği için yüzeysel bulduğu gibi (A.g.y., s.213), sizin Yalçın Tura’yı bile, “Türk müziğinin mikrotonal seslerine kendini kapattı” diye eleştiriyor (A.g.y., s.234). Saygun’un öğrencisi olmamış olmasını bu anlamda avantaj sayıp, onun mikrotonale karşı olduğunu ve bunun da kendisinde olumsuz etki yapabileceğini belirtiyor. (A.g.y., s.211)

S: Kazın ayağı tam öyle değil. Neden 2005 tarihini öne sürüyor, biliyor musun? Çünkü 28 Nisan 2005’te, Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’ten, Uluslararası Denizcilik Festivali ve Türk Deniz Kuvvetleri’nin 930. yıldönümü nedeniyle aldığı sipariş seslendiriliyor: Bir Deniz Senfonisi.

Biliyorsun, Deniz Kuvvetleri Ergenekoncuların yuvasıydı. Orayı dağıttık. Bizzat Özden Örnek’i içeri aldık. Erdener’in endişe etmesinde ve mikrotonale olan aşkını o tarihe çekmesinde haklılık payı yok mu?

A: Tamam, tamam! Peki, müzik türlerinin eşitliği ve geçişkenliği konusunda da sizinle aynı hatta olması tutarlılık kanıtı değil mi?

Klasik müziğin tek tip icra ritüellerine karşı avangart akımların demokratikleştirici devrimci hamlelerini destekliyorumGelecekle ilgili öngörüm türlerin birbirine yaklaşması, geçişlerin artması.” (A.g.y., s.269)

“Senfoni orkestrası önünde heavy metal ya da gürültüyü andırır tınılarla elektro gitar kullanılan bir eser yazmak istiyorum.” (A.g.y., s.282)

Sizce daha ne söylemesi, ne yapması lazım?!

S: Bak, avukat bey, biz ona mesafeli değiliz. Yanlış anlama. Tam tersine. 2010’da, Şirin’imizin daveti ile, gecikmeli de olsa, klasik musikimizin engin denizine dalmasını ve 2011’de, aynı doğrultuda kulaç attığı Yaylı Çalgılar Dördülü’nü dikkate alarak, Damacana eliyle, “Hoş geldin aramıza” ödülü verdirdik: 2012 Donizetti Yılın Bestecisi Ödülü.

2015’teki Kanun Konçertosu ve diğer milli sazlarımıza bestelemeyi planladığı eserler için de, 2016’da SCA Onur Ödülü Altın Madalyası’nı verdirdik.

Fakat AKM işi farklı. Tıpkı CSO gibi. 2019’dan itibaren düşüşe geçtik. Siyaseten taviz gerekiyordu. AKM ve CSO verebileceğimiz tavizler içinde simgesel değeri en yüksek olanlardan ikisi. Kolları sıvadık. Böyle durumlarda, kan bağı itibariyle senden olmayan ama sana yakın duran birilerini kullanmak yerine, senden olan ama öyle değilmiş izlenimi verdireceğin birilerini kullanmak daha güvenlidir. Laik cumhuriyetçi kesim için AKM ve CSO birer fetiştir. Onları inşa ederek siyasal tavizi zaten veriyoruz. Ancak, içlerinin doldurulmasında bizden olanları devreye almak zorundayız.

Turgay Erdener’in izlediği yol bizim takdir ve desteğimize sahip. Lakin, o bizden biri değil. Yanımızda olan biri. Hasan Uçarsu ve Özkan Manav ise bizden birileri. Aynı okul, aynı eğitim, aynı yaş grubu, ABD’de aynı içerikte formasyon, Laik Cumhuriyet’in müzik politikasına aynı liberal reddiye vb. Onlar ile aramızda doku uyuşması tam. Arkalarını toplamak, her an kontrol etmek zorunda değiliz. İçlerinden gelen, bizim arzuladığımız ile aynı. Esas sorunumuz, onlara, karşı kamp nezdinde kredi sağlayacak “ilerici”, “solcu” entarisi giydirebilmekte. Bunun için birkaç yıldır uğraşıyoruz. Şeyh Rengim Gökmen bu konuda en büyük yardımcımız.

Sana somut bir örnek verelim. AKM açılışı için bir opera siparişi vereceğiz, değil mi? Operanın kendisi zaten taviz. Ama, içeriği taviz kapsamında değil. Bize uygun bir şey olmalı. Her şeyi ayarladık. Yeniçeri cihada gidiyor, Sinan cihat sürecinde yükseliyor, Süleymaniye Camii pivot rolünde, Osmanlı adaleti vurgulanıyor vb. Yani, cihat-cami-cülûs üçgeni. Erdener böyle bir librettoyu müzikler mi?

A: Emin değilim.

S: Biz de değiliz. 1988’de Sinan’ın 400. anma yılı nedeniyle Suha Arın bir Sinan belgeseli hazırladı. Müzikleri Erdener’in. Aynı tarihte TRT’nin de bir belgeseli var. D. Mehmet Doğan kardeşimizin senaryosu. İkisini kıyasla bakalım. TRT’dekinde huzur menbaı tekke musikimiz, ilahiler, Osmanlı ihtişamı… Ya öteki? Erdener’de ne ilahi, ne ezan, ne İslam. Onun yerine taş işçiliği, emekçiler, Sinan’ın Müslüman-Türk olmayan kökeni iması vb.

Ayrıca, adam kulağı kesiklerden. Bizim kıskaca girdiğimizi görmüyor olamaz. Seçimlerin eli kulağında. Bu tarz bir operanın siyasal riskini alır mı?

Oysa, Hasan Uçarsu’da böyle bir sorun yok. İşi verirsin, aklın kalmaz. Ne istersen, onu müzikler. Bizden; esnaf adam. Parasına bakar. Laik Cumhuriyet teranelerine falan takılmaz. Liberal kumaş; öyle şeyleri umursamaz. Biz iktidara gelmeden önce, daha 2001’de, Eski İstanbul’un Arka Sokaklarında’da kanunu, çello, klarinet, arp ve vurmalılar ile eşit düzleme almıştı bile.

Anlıyorsun, değil mi?

A: Çok iyi anlıyorum da, onun opera için ciddi boşlukları var. Klasik anlamda sahne ve vokal arzusu pek dolgun ancak, yeteneği aynı okkada değil. Bir tek oratoryo dışında, uzun soluklu koral işleri bile yok. O oratoryo da evlere şenlik. Ortaya hilkat garibesi bir şey çıkmasın?

S: Kimin umurunda be avukat? Bu iş kazan-kazan mantığı. Laikçiler, “İslamcılara opera binası yaptırdık, opera sipariş ettirdik” diye şişinecekler; gazlarını almış olacağız. Bizimkiler de, “jakoben-kemalist zihniyetin mabedine Osmanlı bayrağı diktik” diye kostaklanacaklar; gazlarını almış olacağız.

Yoldaş Fazıl Say’dan, yoldaş Erdoğan’a, “Gel bre yoldaş, birlikte yürüyelim” konser daveti mi?

A: Ne diyeyim? Hayırlı olsun. Bu arada, Fazıl Say’ın ismini unutmadınız mı?

S: Ona 29 Ekim siparişi verdik ya. Ağustos 2018’de Reis’e yeniden yanaşma kararı aldı. 19 Ocak 2019’daki konserine çağırdı. O konserde 29 Ekim siparişini kaptı. Esnaf çocuktur, pazarlığı sever. Malını okutmayı iyi bilir. Amerika’da kalmış; damardan liberal.

A: Tamam da, size muhalif.

S: Keşke bütün muhalifler onun gibi olsa. Müzik anlayışı, müzikal estetiği, müzik politikası yaklaşımı bizim tahayyülümüzdekinin aynı. Hasından liberal. Para aşkı bizimkilerdekini katlar. Bu kadarı bize yeter de artar. Kalanı, laikçilere lolipop. Majestelerine muhalif de lazım, değil mi ama?

Biz sana onun gerçek hikâyesini bir gün anlatalım. Tabii, o gazeteci kız daha önce yazmazsa.

A: Yani, 29 Ekim 2019, Külliye’de Fazıl Say,

29 Ekim 2020, CSO’da Özkan Manav,

29 Ekim 2021, AKM’de Hasan Uçarsu.

Öyle mi?

S: Aynen… Üç Amerikalıya üç sipariş,

Biri niş, ikisi miş.

Açıldı mı kesenin ağzı,

Çınlarlar:  “Bahşiş… Bahşiş!”

Ne dersin, avukat bey?

A: Ne diyeyim? Müzikal hayat mafiş..!

[email protected]

Yarın: ŞERBETÇİ HASAN’IN İSLAMCI SERGÜZEŞTİ (2)