Laiklik ve hukuk

Anayasanın laiklik ilkesiyle ilgili tüm hükümleri, bu ilkenin 'anayasal ayrıcalığa sahip olduğunu, tüm hak ve özgürlüklerin de bu ilke temel alınarak değerlendirilmesi gerektiğini' ortaya koymaktadır.

Ali Rıza Aydın

Laiklik siyasal, yönetsel, hukuksal, toplumsal alanlarda, anayasal güvence altında temel bir ilke olmasına karşın insan hakları, demokrasi, eşitlik, adalet, özgürlükte olduğu gibi farklı kesimlerde ve zamanlarda farklı anlam ve kapsamda kullanılabilmekte, farklı değerlendirmelere tabi tutulabilmektedir. Laikliği anlamından ve amacından uzaklaştıran bu tür yaklaşımlar, karşıt davranışların genişlemesine yol açan, güvencesi olduğu din özgürlüğünün altında kaybolan, dolayısıyla din özgürlüğünü de zaafa uğratan bir laiklik anlayışını dayatmaktadır. Laiklik ve din özgürlüğü üzerindeki zaaflar ve oynamalar  “Aydınlanma”yı, ipleri akıl ve bilimin elinde olmayan gericiliğin ayakları altında param parça etmektedir.

Sermaye sınıfının ve siyasal iktidarın ihtiyacına bağlı laiklik ve aydınlanma anlayışı, Prof. Dr. İşaya Üşür’ün belirttiği gibi, din incelemeleri içinde “tarih, tarih metodolojisi ve felsefesi ile tarih yazımı”nın “göreli olarak az yer işgal etme”sinin de nedenleri arasındadır. Örneğin, “İslam anlayışında tarih yazmak ile tarih yapmak bir paranın iki yüzü gibidir. Tarih zamandır ve zaman esas olarak kozmik zamandır. Fakat buradaki kozmos 17. yüzyıl bilimsel devriminin ortaya koyduğu kozmos değil, ‘ilahi’dir. Böylece bu ilahi kozmik zaman içinde yaşayış (tarih) da ilahi olmak zaruretindedir. Dolayısıyla ‘tarih’ ve ‘zaman’ ne ‘objektif’, ne de ‘tarafsız’ olabilir. Bu, İslam tarih anlayışının ‘katı çekirdek’idir” der Üşür. Ve devam eder: “Bu katı çekirdek tek bir önerme ile ortaya konulabilir sanıyorum: Tarih İslamdır. Bu ‘katı çekirdek’in koruyucu kuşak(lar)ı ‘tefsir’dir. Fakat ‘tefsir’ Tevhid’den ayrılmaz. Böylece Tevhid, ‘katı çekirdek’ ile ‘tefsir’ arasında yıkılmaz bir köprü (ilke) haline gelir”.1

Bu saptama laikliğin ve din özgürlüğünün saptırılmasının, mecrasından çıkarılarak kullanılmasının, hukukun bağlayıcı ve üstün belgesi olan Anayasanın sözünde ve özünde durduğu halde gerçek anlamından kopararak içinin boşaltılmasını ve birçok kişinin/kurumun içi boşaltılan laikliğe kapılıp dinselliğin çekim alanına girmesini de kapsar.   

Sözcüklerle düşünme ile kavramlarla düşünme arasındaki uzaklık arttıkça, kavramlar sözcüklere sıkışıp kaldıkça, kavramlarla hukuk düzenlemeleri, hukukla da uygulama arasındaki uzaklık artıyor. 

Laiklik, deyim yerindeyse taklalar attırılarak kılıktan kılığa sokulan, birbirine en uzak, en zıt durumları dahi arkasına sığınılarak anlatma aracı olarak kullanılan kavramlardan biri oldu; içeriksizleştirildi, önemsizleştirildi.   

Laiklik, siyasette, devlette, hukukta ve toplumsal yaşam tarzında “olmazsa olmaz” temel ilke. Anayasal güvence altındaki dinsel özgürlüğün güvencesi de laiklik ama Türkiye’de özellikle son on yılda laiklik ile dinsel özgürlüğün çatıştırıldığını, güvence olan laikliğin dinsel özgürlük altına itildiğini, dinsel özgürlük denilenin de bir dinin bir mezhebine sıkıştırıldığını görüyoruz. Dahası tarikat ve cemaat örgütlenmelerinde kurumsal, mekânsal, bölgesel elde tutmalara göre egemen olan tarikat ve cemaatin özgürlüğü diğerlerine basabiliyor; paylaşılmış özürlük alanlarıyla karşı karşıya kalabiliyoruz.     

Laiklikten verilen her ödün, az ya da çok fark etmiyor, laiklik karşıtlığının yaygınlaşmasına yarıyor; dinsel gericiliğin alanını genişletiyor. Dinsel özgürlük farklı dinler, mezhepler ve inanmayanlar arasında eşitsizlikle, ayrımcılıkla yaşatılıyor. 

Devletin yargı dâhil tüm alanlarındaki kadrolaşmalardan yönetim tarzına, hukukun metinlerinden uygulamasına ve yargı kararlarına, yasak olan tarikat ve cemaatlerden dinsel örgütlenmelere, suçlara dinsel gerekçe bulmaktan kadın ve çocukların kıstırılmış yaşamlarına, eğitim ve öğretimden sağlığa, siyasetten toplumsal yaşam tarzına kadar her alanda verilen ödünler, yumulan gözler, çıkmayan sesler dinselliğin iliklere kadar sızmasına, aklın ve bilimin önüne geçmesine, aydınlanmayı alt etmesine neden oluyor. Dinsellik eşitsizliği, adaletsizliği ve sınıfsal karşıtlığı perdeliyor, özgürlüğü ayrımlaştırıyor. 

Paranın saltanatı dünyayı yönetirken, emekçileri ve emeği denetlerken dinin saltanatından ve dinsel fırsatçılıktan destek alıyor. 

Din özgürlüğü tek başına öne çıkarılıyor. Bir dini, bir dinin bir mezhebini baskın kılıp onu devletin ve yaşamın tüm alanlarına yayıp egemen kılmak,  diğer dinleri tali kılmak ya da inanmamayı tanımamak din özgürlüğü değil. Dinselliği aklın ve bilimin, hukukun yerine koymak ya da içine yerleştirmek de din özgürlüğü değil. 

Laiklik olmadan din özgürlüğü olmaz. Laiklik korunmadan dinselliğin devlete, hukuka, eğitime, siyasete, toplumsal yaşam tarzına girmesi engellenemez. Dinsel özgürlük diğer haklar ve özgürlükleri sınırlandırmak, onları dinselliğin altına sıkıştırmak, yurttaşı kul yapmak değildir.

Kimsenin inancına ya da inanmamasına müdahale edilmeyecek ama dinin devlete, hukuka, siyasete alet edilmesine, yaşam koşullarına el atmasına; laikliğin, aydınlanmanın ve bilimin dinselliğin altında ezilmesine de izin verilmeyecek. Dinselliğin emekçilerin sınıfsal mücadelesini engellemesine, sömürüyü perdelemesine izin verilmeyecek.  

Düşünce ve bilim dinsel davranış kurallarının arkasına düştüğü an özgürlüğünü kaybeder. Sermaye sınıfının egemenliği nasıl emeği, emekçiyi sömürü uğruna denetim altında tutuyorsa, din de emeğin ve emekçinin hak ve özgürlüklerini sınırlayarak, onların yerine kulluğu ve şükretmeyi koyarak denetimi elinde tutar.

Dinsellikle sermayenin buluşması emekçilerin sömürülmesine ve ezilmesine destek verirken, sömürenlere karşı mücadeleyi de kırmayı amaçlar.

Anayasanın;

  • Laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı (Başlangıç), 
  • Cumhuriyetin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez niteliklerinden “laik hukuk devleti” (m.2), 
  • Herkesin (…) din ve mezhep gibi sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olması (m.10), 
  • Hak ve özgürlüklerden -din özgürlüğü dahil- hiçbirinin laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaması (m.14),
  • Hak ve özgürlüklerin sınırlanmasının laik Cumhuriyetin gereklerine aykırı olmaması (m.13),
  • Hak ve özgürlüklerin kısmen veya tamamen durdurulması durumlarında dahi kimsenin dinini açıklamaya zorlanamaması ve bunlardan dolayı suçlanamaması (m.15),
  • Kimsenin, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaması; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaması ve suçlanamaması. Ama kimsenin, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini ve din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar etmemesi ve kötüye kullanmaması (m.24),
  • Siyasi partilerin tüzük ve programlarıyla eylemlerinin laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olmaması (m.68),
  • TBMM üyelerinin ve cumhurbaşkanının andında laik Cumhuriyete bağlılık (m.81 ve 103),
  • Laiklik ilkesi doğrultusunda görevlerini yerine getirecek Diyanet İşleri Başkanlığı (m.136),
  • Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacı güden ve anayasal koruma altında olan inkılap kanunları (m.174),   

Ve bunlarla birlikte, egemenliğin -bir dinin ya da soyun değil- kayıtsız şartsız ulusun olmasıyla başlayan anayasal bütünlük içindeki söz ve özü, temel laiklik ilkeleridir.

Laiklik yasama, yürütme ve yargı organlarını, idareyi, özel ve tüzel kişileri, daha genel anlatımla devleti, bireyi ve toplumu, herkesi bağlar.   

Hak arama özgürlüğünün kullanılabilmesi ve adil yargılanma hakkının sağlanabilmesi için gerekli yargı organının, yargı mensupları ve yargılama faaliyetlerinin Anayasaya ve laiklik ilkesine sıkı sıkıya bağlılığı laiklik ilkesinin yaşama geçirilmesinin denetlenmesi yönünden özellikli bir önem taşır. Türk Ulusu adına yargı yetkisi kullanması gereken mahkemeler bağımsız ve tarafsız olmak zorundadır (m.9) ki, Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez “laik hukuk devleti” (m.2) ve yukarıda sıralanan maddeleriyle laiklik ilkesi bütünsel olarak değerlendirildiğinde ne hukukun, kural koyucuların ve uygulayıcıların ne de yargının ve yargı mensuplarının bir din veya inançtan kaynaklanan veya bir mezhepten esinlenen davranışları koruması, uygulamaya ve yargılamaya yansıtması düşünülebilir. Siyasi faaliyet hakkı ve siyaset de bu ilkeden ayrı değildir. 

Yargı yetkisini kullananlar bağımsız ve tarafsız olacaklarına göre bir dine inanma veya inanmama, din değiştirme konularında da bağımsız olmak, yalnız görüşleriyle, kararlarıyla ve tavırlarıyla değil görünümleriyle de tarafsız olmak ve laiklik ilkesini ihlal etmemek zorundadırlar. Yargıçların dinsel sembol veya giysiyle görev yapması, kararlarında dinsel referanslara yer vermesi bağımsızlığı ve tarafsızlığı zedeler, laiklik ilkesini ve din özgürlüğünü ihlal eder; yargı mensubunun cübbesinin de (ilik aranan cübbede olduğu gibi) hiçbir anlamı kalmaz. Cübbeyi ezen güçlü dinsel ve siyasal giysi ve semboller cübbeyle bağımsız ve tarafsız yargı arasındaki bağı koparıp atar.      

Öte yandan, yargıçların Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vermelerinde (m.138) temel ilke “laik hukuk”dan başkası değildir. Vicdani kanaat ise dinselliğin vicdanı değil laik hukuk ve yaşamın, maddi gerçeğin vicdanıdır.

Önceki Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunundaki, tanığa tanıklığından evvel sorulan sorular arasında yer alan “dini” sözcüğü, tanıkların dinlerini açıklama zorunluluğu getirdiği ve bunun da laiklik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından (1996’da) iptal edilmiştir. Tanıkların dahi dinini açıklaması laiklik ihlali iken bağımsız ve tarafsız olması gereken yargıcın dinsel giysi ya da sembollü görünümü veya dinsel davranış kurallarını gerekçe yapan yargı kararları nasıl laik hukuk devletine uygun olabilir? 

Konu din olunca, görünümün değil aklın ve düşüncenin bağımsız ve tarafsız olduğu iddiası yargılamanın tarafları yönünden nasıl adil ve inandırıcı olabilir? “Dinsel giysi ve semboller olsa bile bağımsızlık ve tarafsızlıktan kuşku duyulmasın” demekle adil yargılanma hakkı nasıl sağlanabilir?  

Tabii yargı mensuplarının da din özgürlüğü vardır. Birleşmiş Milletler Bangalor Yargı Etiği İlkelerinde, din ve inanç özgürlüğü kullanılırken yargı mesleğinin onurunu, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını koruyacak şekilde davranılacağı belirtilmiştir. Aksi halde yargıç ayrımcılık yapma görünümünde olacak ve davalı ya da davacılar tarafından kuşkuyla karşılanacaktır. Yargı ne yargılanan taraflar arasında ne de toplumda en ufak kuşkuyu, baskıyı kaldırır.    

Yargıda din özgürlüğü adına dinsel giysi ve simge kullanımı, adil yargılanma hakkını ihlal ederken laiklik ilkesiyle birlikte dinsel özgürlüğü de ihlal etmektedir. Laik hukuk devletinde ve onun içinde mahkemelerde bütün dinsel inançlara, din değiştirmelere ve inanmayanlara eşit davranılacağına göre dinsel, geleneksel, siyasal, ekonomik hiçbir gerekçeyle hiç kimseye ayrımcılık yapılamaz. Hiç kimse tanımının içine yargı mensupları da girer, hak arama özgürlüğünü kullananlar da… 

Yargı için söylenenler, eğitim, sağlık, güvenlik başta olmak üzere her kamu hizmeti için, hukuk ve siyaset için geçerlidir.

Laiklik din özgürlüğüne karşı değildir, salt din özgürlüğü de değildir. Tüm özgürlüklerin olduğu gibi din özürlüğünün de koruyucusudur ama dinin bir ayrımcılık ve istismar aracı olarak kullanılmasına, devlete, hukuka, yargılamaya girmesine izin vermez.

Dinsel özgürlük, kendi güvencesi olan laikliği ihlal ederse kendi kendini ayrımcı yapmış olur.

Dinsel giysi ve sembollerin sınırının olması laiklik ilkesinin gereğidir. Yargılamadaki sınır “bağımsızlık, tarafsızlık”, “etik” ve  “laiklik” ilkelerine dayanır. Herkes “davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılama hakkına sahip” olduğuna göre “yargı mercileri”, kendi dinsel özgürlükleri adına hukukun temel ilkelerinden, laiklikten uzaklaşırsa adil yargılanma hakkı ve adalet sakatlanır. Taraflar ve toplum nezdinde bir dine bağımlılık gibi şüphe düşürücü görüntü de bu sakatlamayı yapar. Laik hukuk devletinde hak ve özgürlükleri ayrım yapmaksızın yazan hukuk, hak arama özgürlüğü, adil yargılanma hakkı ve adaletli kararla ilgili en küçük bir şüphe dahi olmamalıdır. 

Laik hukuk devletinde nasıl yasal düzenlemeler dinsel davranış kurallarına dayanılarak düzenlenemezse kamusal hizmetler ve yargılama da dinsel gerekçelere dayanılarak, dinsel giysi ya da sembollerle yapılamaz. Ayrı ayrı ya da birlikte her ikisinin ihlali de laiklik ilkesini ihlal eder. Sorun yalnızca din özgürlüğü üzerinden bakılarak çözümlenemez. Aynı Anayasa hükümlerini dönemsel özelliklere göre farklı yorumlamak da ancak liberal dünyanın çıkara dayalı çifte standardı olabilir ki bu da egemen sermaye sınıfı ve iktidarının hukuk ve yargıyı kendisiyle özdeşleştirmesi, yani hukuku baskı aracı yapan hukuksuzluk anlamına gelir.

Meşrutiyetten Cumhuriyete uzanan, Cumhuriyetin başlangıcında ve kuruluşun güçlenme yıllarında kararlı bir tavırla sürdürülen “Aydınlanma”, aynı dönemlerden bu yana gericilikle birlikte yaşamak zorunda kalmış; yasaklanan tekke ve zaviyeler, tarikat ve cemaatler her koşulda faaliyetini sürdürebilmiş; nihayet dinsellik 12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra rahatlayarak, ekonomik, siyasal ve toplumsal alanlarda güçlenip AKP dönemiyle birlikte zirvesine ulaşmıştır.

Dönemsel etki ve özelliklere, yaygınlık ve ağırlıklara girmeden özetlenirse: Eğitim alanında Kuran kursları ve imam hatipleşme, siyasi faaliyet alanında partileşerek genel oy hakkına müdahale etme ve parlamento içine girme, örgütlenme alanında illegal tarikat ve cemaatlerle onların legal dernek ve vakıfları, ekonomi alanında tarikat ve cemaat destekli sermaye birikimi, kuruluş gerekçesi ve anayasal amacından uzaklaşan Diyanet İşleri Başkanlığı, yaygın camileşme ağı, devletin hemen her kurumunda ve nihayet yargıda kadrolaşma, hepsini kavrayan ayni ve nakdi ekonomik güç, siyasi iktidarı ve belediyeleri elde tutma, dini tarikat ve cemaatlerin desteğiyle toplumsal yaşam tarzını değiştirme üzerinde etkili olarak kullanma gibi başlıkları, başka başlıklarla ve alt başlıklarla birlikte değerlendirmek gerekir. Hepsinin üstüne yerleştirilecek, hepsini kavrayacak olansa üretim araçları, güçleri ve ilişkileriyle, “yapı” ile özdeşleşen bir dinsel üstyapıdır. Sermaye sınıfı yanında olan bu üstyapı emekçileri köleleştirme, kullaştırma yoluyla denetleme gücünü de elinde tutabilmekte, böylece sermayenin emek üzerindeki denetimini kolaylaştırarak etkili kılmaktadır.

Dinselliğin, aydınlanma ve laiklik üzerine kurulu Cumhuriyette, “Cumhuriyetin nitelikleri”ni kimi zaman tırtıklayarak, kimi zaman üzerine basa basa ezerek, dinsel özgürlüğü laikliğin üzerine çıkararak parçalamasını; hepsinin de hem anayasal denetim hem de toplumsal denetim mekanizmalarının varlığına karşın yapılabiliyor olmasını basit kurumsal ve kuralsal yöntemlerle, hukukla açıklayamayız. Kısa bir yazıyla sınırlı tutulamayacak analiz için kavramlardan destek alırsak; sınıflı toplumda, piyasa ve gericiliğin ortaklığında, paranın ve dinin saltanatı ifadesini kullanmak yerinde olur. Zaten anayasal ve toplumsal denetim mekanizmalarının istenildiği yerde, istenildiği zaman, istenildiği kadar çalışması ya da çalışmaması da aynı ortaklığın saltanatında yerini bulur. 

Yukarıda sıraladığımız bu kadar hükme ve Anayasayla güvence altına alınan  “inkılap kanunları”na karşın ayaklar altında tepelenen laiklik, bugün siyasal iktidarın dile getirdiği “yeni anayasa” tartışmaları ve “1921 Anayasasına gönderme”lerle birlikte “dokunulması gereken” veya “dokunması tahmin edilmeyen” bir noktaya sıkıştırılıp kaldıysa bunda “sermaye düzeni” ve “düzen içi siyaset” iktidarı ve muhalefetiyle, tüm kurumları, kuralları ve uygulamalarıyla ortaktır. Emek gücünü hukukla, hukuksuzlukla ve dinle kontrol altında tutan sermaye içinde “laik kapitalistler” sütununa pozitif notlar yazmanın anlamı olmaz.  

Laikliği “kavram” ve “ilke” olmaktan çıkararak hukukun satırlarında tutup “dinsel özgürlüğe” sığınanlar neoliberalizmin, sömürü düzeninin ve istikrarının savunucularıdır aynı zamanda. Anayasa hükümlerini, Anayasa Mahkemesi kararlarını ve onlarca yargı kararını unutanlar, laiklik bataklığa gömülmeye kalkışılırken de gözlerini kaygısızca kapatabiliyor. Öylesine kaygısızca yapılıyor ki göz yumma, sessizlik ve tepkisizlik hem aynı Anayasa hükümlerine karşın ortaya çıkan farklı Anayasa Mahkemesi kararlarını besliyor hem de antilaikliği geniş kitleler nezdinde olağanlaştırıyor. Düzen siyasetinin kabulcülüğü “toplumsal sessizlik”le birlikte antilaikliğe rıza gösterenleri çoğaltıyor. Yeni rejimin yerel ve yüksek mahkemeleri ile Anayasa Mahkemesi de bu antilaik yolculuğun yolunu temizlemeye girişiyor. 

Anayasa Mahkemesinin laiklik karşıtlığının odak haline gelmesine neden olan birçok nedenin ve eylemin buluştuğu “siyasi parti kapatma davaları”ndan ve Anayasa değişikliklerinin Anayasaya aykırılığının incelendiği “iptal davası”ndan oluşan kararlarını anımsatmak vahim durumu göstermeye yetecektir.

  1. Refah Partisi 1998 kapatma davası.2
  2. Fazilet Partisi 2001 kapatma davası.3
  3. Anayasanın 10. maddesine eklenen ibare ve 42. maddesine eklenen fıkranın iptali davası:   2008 yılında AKP tarafından yapılan bu eklemeler Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez 2. maddesinde yer alan “laik hukuk devleti” ilkesini değiştirir nitelikte olduğu için AYM’ce iptal edilmiştir.4 Karar, laiklik ilkesinin ayrıntılı bir dökümünü içermesi yanında, Anayasanın güvence altına alınan “Cumhuriyetin nitelikleri” hükmünün dolaylı yoldan dahi değiştirilemeyeceğini gerekçelendirme yönünden tarihsel bir nitelik taşımaktadır. Bu niteliğiyle aynı yıl sonuçlanana AKP kapatma davasının da önemli gerekçelerinden biri olmuştur.  
  4. Adalet ve Kalkınma Partisi 2008 kapatma davası.5       

12 Eylül sonrasının ve 1982 Anayasası döneminin kısa ama öz özetini veren bu kararlar, 2008’den sonra fiili durumla ortaya çıkan antilaik eylemlerin çeşitliliğini ve niteliğini göstermesi yönünden önemlidir olduğu kadar, anayasal denetim mekanizmasının varlığı yönünden de önemlidir. Ancak, bu denetim amacına ulaşmamış/ulaştırılmamış, laiklik ilkesinin ihlali yaygınlaşarak devam etmiştir. Laiklik ve güvencesi için son nokta konulamamış olmakla birlikte, laiklik karşıtlığı yolunu açmaya kararlılıkla devam edilmiş; dinsellik devletin, hukukun, siyasetin ve toplumun damarlarına şırıngalanırken, Diyanet İşleri Başkanlığı varlık nedeninden uzaklaştırılarak, dinsel örgütler ve siyaset güçlendirilerek sermayenin ve siyasal iktidarın olmazsa olmazı durumuna getirilmiştir.    

Aynı Anayasa hükümlerine karşın varlığı laikliğe bağlı olan “din özgürlüğü”nün laikliğin üstüne çıkarılması, hem siyasetle hem de denetim gücünü Anayasa ve hukuktan alan yargı üzerindeki operasyonlarla güvence altına alınmaya çalışılmıştır. Yargı, paranın ve dinin saltanatı birlikteliğine uygun olarak sermayenin emekçiler üzerindeki denetimini kolaylaştırıcı işlevine uygun duruma getirilirken antilaikliğin yaşatılması için de uygun duruma kavuşturulmuştur.  

2010’da “yetmez ama evet” sözcükleriyle anılan, yargı yönetiminin ve denetiminin, yargı organlarının ve Anayasa Mahkemesinin dönüştürülme hedefine kilitlenen Anayasa değişiklikleriyle kırılan yargısal denetim, laikliğin parçalanarak yok edilmesine en etkin katılımcılardan biri olmuştur. 2008 kavşağı “siyaset, iktisat ve toplum” alanındaki etkisini6 laiklik alanında da göstermiştir. 

2008 kavşağı ve 2010 Anayasa değişikliği sonrasında anayasal ilke olarak askıya alınan laiklik siyasal İslam-kapitalizm kutsal ittifakının istediği dinsel özgürlük altında yeniden tanımlandı. Tanımlama Anayasa Mahkemesi tarafından da biçimlendi. 4+4+4 Eğitim Yasası olarak adlandırılan 30.3.2012 günlü 6287 sayılı “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”da yer alan “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin Hayatı” derslerinin ortaokul ve liselerde isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulması öngörülen kuralın Anayasaya aykırılık savını inceleyen AYM, Anayasadaki “laiklik ilkesi”, “laik cumhuriyet”, “Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliği” nitelendirmelerini; kimsenin “dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı, dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı ve suçlanamayacağı”, kimsenin “devletin sosyal, ekonomik, siyasî ve hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar” edemeyeceği ve kötüye kullanamayacağı hükümlerini dar bir yoruma sıkıştırarak laikliğin, “devletin dini inançlar karşısındaki konumunu belirleyen siyasal bir ilke olarak” düzenlendiğini belirtti. AYM’nin bu kararındaki bakışına göre laiklik, “bireyin ya da toplumun değil, devletin” bir niteliğiydi.7

Bu yorumla başlayan kararda “katı laiklik” anlayışına göre din, “bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgu” olarak tanımlanırken, laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise; “dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu tespitinden yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmemekte, onu bireysel ve kollektif kimliğin önemli bir unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır. Laik bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında ancak, koruması altındadır. Bu anlamda laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir” şeklinde yapıldı.

Esnek, özgürlükçü yorumdan yola çıkan AYM, Anayasa’nın, “dini hizmetleri toplumsal bir ihtiyaç olarak görmekte ve devlete bu ihtiyaçların karşılanması yönünde yükümlülükler yüklemekte” olduğunu belirtirken “laiklik ilkesinin, bir yandan dinin devletin esaslarını belirlemesini engellemekte, diğer yandan da din eğitim ve öğretimi dâhil dini hizmetlerin devlet eliyle verilmesine imkân tanımaktadır” diyerek hem dinin devletin, hukukun ve siyasetin esaslarını belirleme konusunda hem de dini hizmetlerin devlet eliyle verilmesi konusunda yolları açtı. Açılan yollar da hep bir dinin bir mezhebi için kullanıldı. “Siyasi İslam”, hem dinsel örgütleri hem de -Anayasa Mahkemesinin 2008 kararı yokmuşçasına-8 dinsel simgeleriyle devletin ve siyasetin içine yerleşti, hukuku etkisi altına almaya başladı; bir hegemonya aracı olarak “sermaye”nin vazgeçemeyeceği, her türlü ihtiyacını karşılayacağı, emeği denetim altında tutmaya yarayan etkili ortak oldu.

“Anayasada laikliği tanımı yok” diyenler, yıllarca ve defalarca laiklik tanımı yapan AYM kararları karşısında AYM kadroları üzerinde oynayıp esnek bir laiklik yorumuna geçme konusunda etkili oldu. Ama sorun yalnızca AYM’nin açtığı sınıfsallığı açık özgürlükçü yol değil, düzenin ve siyasetinin iktidarı ve muhalefetiyle, ittifaklarıyla, kurumlarıyla, tarikat, cemaat, dernek, vakıf gibi örgütleriyle siyasal İslamı sermayenin vazgeçilmez ortağı olarak görmesinde; Anayasaya karşın, “laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı”nın yok sayılmasında. Böylece din, olmaması gerektiği yere toplumsal, siyasal ve kamusal alana yerleştirildi.

Rejimin laik niteliğinin yıpratıldığına ve bunun hem Anayasa (10. ve 42. maddeler) değişikliğine hem de AKP’yi kapatma davasına götüren Anayasaya ve yasaya aykırı eylemlerinin odak haline geldiğinin tespitine ilişkin 2008 AYM kararlarından sonraki dönem, yıpratılan laikliğin “din özgürlüğü” kılıfı içinde yok edilmesine damgasını vurdu. Ne AKP ve ittifakının ne de muhalefet ittifakının gündemindeydi laiklik. Bugün de, aydınlanmacıların, sosyalistlerin, komünistlerin kararlılıkları dışında aynı duyarsızlık ve ilgisizlik devam ediyor. 

2008 Bağımsız Sosyal Bilimciler çalışmasında yapılan analiz bugünleri çok net anlatıyordu. “Devletin yeniden yapılandırılması”nın “neoliberalizmin ideolojik hegemonyasının sürmesi için yaşamsal önemde olması, AKP’nin bu yapılandırmaya dini, siyasal İslamı davranış kuralları ve örgütleriyle dahil etmesinin de gerekçesi olarak durmakta. Bu, 12 Eylül yönetiminin ve devamı ANAP iktidarının yapılandırmasına ek ve tamamlayıcı bir yapılandırmadır. Dolayısıyla kimi çevrelerde ‘post-İslamist’ olarak ya da ‘ılımlı İslam’ olarak tanımlanması, ‘İslamcı bir gelenekten’ gelse de AKP’nin ‘siyasal İslamla özdeşleştirilmesinin mümkün olmadığının” ileri sürülmesi; yalnızca din özgürlüğünü savunuyor gibi gösterilmesi maddi gerçekle bağdaşmamaktadır. 

Nitekim neoliberal devlet anlayışının “AKP’nin siyasal stratejisi açısından kazandığı ideolojik işlev” olması, aynı zamanda “devlet-merkezli ancak anti-devletçi bakış açısıyla AKP’nin buluşma noktalarından biridir. Bu sayede, liberalizm ile İslamiyet arasında koşutluk kurulmaya çalışılmakta ve laiklik tartışma konusu yapılmaktadır. Biraz açmak gerekirse, Türkiye’de son dönemde yeni sağ düşüncenin etkisi altında şekillenen devlet anlayışı, sık sık liberal devletin, bireylerin önüne ulvi amaçlar koymayan, bireylerin benimseyeceği farklı amaçlar karşısında tarafsız kalması gereken bir devlet olduğunu vurgulamaktadır. Bunun bir başka ifade ediliş biçimi devletin ideolojisinin olmaması gerektiğidir. Böylelikle, tüm toplumsal alanı kapsayan normatif bir projesi olmayan liberalizmle, özünde bir ideoloji değil bir din olduğu belirtilen İslamın bağdaşmaması için bir neden kalmayacaktır. AKP’nin kendisini tanımlarken, Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle, ‘ideoloji dayatan’ bir parti olmayacağını vurgulaması tam da bu buluşma noktasının altını çizmektedir.”9

 “Neoliberal küreselleşme projesinin taşıyıcısı olmayı üstlenen bir siyasal hareketin kendisini muhafazakâr demokrat vb. terimlerle tanımlama çabası içinde olmasını, İslamcı gelenekten bir kopuş anlamında niteliksel bir dönüşüm olarak yorumlamak gerekmez”. “Günümüzde AKP olgusunu, Milli Görüş hareketi ile bir kopuş-devamlılık ilişkisi çerçevesinde açıklamaya çalışmaktansa, siyasal İslamın küreselleşme sürecinde neoliberal yeniden yapılandırma projesi ile nasıl bir uyum sağladığının bir örneği olarak değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır”.10

“Kimlik temelli siyaset” 1980 sonrasında  “sınıf temelli siyaset”e ağır darbe vururken 2002’nin proje partisi AKP bu darbenin pekiştiricisi oldu. Sınıfsal mücadele kavramının ve eyleminin içinin kimlik ve din temelli siyasetin kullanılmasında, bu konunun devletin ve hukukun içine yerleştirilmesinde AKP düzen içi muhalefeti de peşine takmayı başardı. Böylece sınıfsallık, adaletsiz seçime ve sandığa sıkıştırılmış demokrasi kılıfı içinde, belirli etnik ve dinsel yaşam tarzlarına özgürlük tanınarak, devlet ve hukuk yeniden yapılandırılarak, haklar çifte standartla bireyselleştirilerek, rekabetçi piyasa ekonomisi öne çıkarılarak, temsilde adalet düzenin istikrarına feda edilerek gizlenmeye çalışıldı.

AKP’nin anayasal denetim mekanizmaları yoluyla denetlenmesinde, 2008 Anayasa değişikliklerinin Anayasaya aykırı bulunması kararına11 ve kapatılma davasında yapılan oylamada, Anayasa'nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasındaki demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle “Parti'nin kapatılması yerine Devlet yardımından yarı oranında yoksun bırakılması” kararına12 “yargı darbesi” diyenlerin, yargıya ve Anayasa Mahkemesine yapılan ağır müdahaleyi ve bu müdahaleden sonra daha rahat yol alan “siyasal İslam-kapitalizm” “kutsal ittifakı”nı kabul etmeleri hiç şaşırtıcı olmadı.

Siyasal İslama sırtını dayayan sermaye partisi AKP’nin, büyük sermayenin hiç de şaşırtıcı olmayan ilgisizliğiyle, tarikat ve cemaatlerle, düzen içi muhalefetin örtülü ve örtüsüz desteğiyle birlikte Anayasa’ya karşın yok ettiği laikliği yeni anayasa dediği projesinde nasıl biçimlendireceği tartışmalarına da kısada değinmekte yarar var. 

1921 Anayasası göndermesi, mevcut Anayasadaki yukarıda değindiğimiz bütünlüklü laiklik tanımlama ve niteliğinin kaldırılacağının ya da esnetileceğinin emaresi olarak gösteriliyor. Bu göndermede belirsizlik var. Bir kere 1921 Anayasasında devletin dininin İslam olduğuna ilişkin açık hüküm yok. Ama 1921 Anayasası İstanbul Hükümetine (Sadrazam Tevfik Paşa’ya) tebliğ edilirken 1876 Anayasasının 1921’e aykırı olmayan hükümlerinin geçerli olacağı da (çift anayasalı dönem) belirtiliyor. “Türkiye Devletinin dini, Dini İslamdır” hükmü 29 Ekim 1923’le giriyor.13 Dolayısıyla, 1921 Anayasasından özgün haliyle mi, değiştirilmiş haliyle mi esinlenileceği belirsiz. Ama anayasa yapımı ya da değişikliği işine kendisinden önceki dönemin yansıması olarak baktığımızda emare belirsiz değil. Çünkü yalnızca anayasa tartışmalarında değil, uzunca bir süredir Anayasa hükümlerine ve özüne karşın antilaik bir yolda yürüyor düzen. O zaman geriye siyasal iktidarın uygulamadığı anayasayı kendince uygulanabilir anayasa haline getirmesi kalıyor ki AKP’nin anayasa yapamayacağına ilişkin savın önemli kanıtlarından biri bu. Kaldı ki mevcut Anayasadaki laiklik hükümlerine karşın laikliği yok eden, hukuk devleti ilkeleri yerine işine bakan AKP’nin bu hükümlere dokunup dokunmaması kaygı ettiği bir konu değil.  

Meşrutiyetten günümüze ilerici hareketlere ve hukuksal güveliğe sığınılarak güvence altında olduğu, dokunulamayacağı sanılan laikliğe ve aydınlanmaya, “meşrutiyetten günümüze gericilik” hep karşılık verdi. AKP bu gericilik tarihinin ürününü toplamayı becerdi. 

Gericilik AKP’yle birlikte ağlarını genişletti. Ama yalnızca dinsel bağnazlığın, gericiliğin saldırısı, baskısı altında değil laiklik; asıl olarak da sömürücülerin baskısı altında. Sömürülenlerin sınıfsal mücadelelerinin vazgeçilmezi olan laikliği yok etmek istenler, dinsellikle sınıfsallığın üstüne kalın bir örtü örtmek hedefindeler. Bu nedenle de, her ne kadar laiklikle hukuk güvenliği arasında sıkı bağlantı olmakla birlikte, hukukun sınıfsallığı ve sermaye sınıfı tarafından baskı aracı olarak kullanılması artık düzen anayasası ve hukukuyla laikliğin korunmayacağını açıkça gösteriyor. Laiklikle hukuk ilişkisi toplumsal hukukun korunması için de önemli. Dinin bilimden uzak tutulmasıyla hukuktan uzak tutulması koşut. Ki, asıl olan uzak tutma değil, ayrışma. Ancak bu ayrışma sınıf mücadelesinden ayrı olarak akıl ve bilimle sınırlı tutulamaz.14 

Din özgürlüğünün ayrımcılık yapmadan korunmasının güvencesi laikliktir, bunda duraksama yok.   Laik olmayan devlette ve toplumda dinsel özgürlük de korunamaz. Laiklik bir ilkedir, cumhuriyet niteliğidir, sınırsız ve sömürüsüz toplum niteliğidir, tanımlarla sınırlanıp daraltılamaz ama din özgürlüğü laikliği, laik cumhuriyeti korumak amacıyla sınırlandırılabilir. Anayasa’nın “temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmaması” başlıklı 14. maddesinde de vurgulandığı gibi: “Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerden hiçbiri, (…) laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz”; 24. maddedeki “din ve vicdan özgürlüğü” de 14. maddedeki buyurucu hükme dahildir.   

Bir din veya bir dinin bir mezhebi üzerine yapılan ayrımcılık, devletin sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal temel düzeninde olması gereken eşitlik ilkesini bozan temel istismar, kötüye kullanma, çıkar veya nüfuz sağlama aracıdır. Ve bu araç ezilen, sömürülen sınıfın “şükür”le susturularak, edilgen kılınarak daha fazla ezilmesine ve sömürülmesine hizmet eder.    

Laiklik ilkesi, tüm hak ve özgürlüklerin, hukuk devletinin, yargının, bilimin, siyasetin, eşitlikçi ve adaletçi toplumun güvencesidir. Hak mücadelelerinin, düşünce özgürlüğünün ve din özgürlüğünün olmazsa olmazı laikliktir. Din özgürlüğü laiklikle yaşama geçeceğine göre laikliğin gerçekleşmesi için din özgürlüğünün sınırlandırılmasında sorun olmayacağı gibi laikliğin savunulması da din özgürlüğünün ihlali anlamına gelmez.    

Anayasanın laiklik ilkesiyle ilgili ve bütünsel olarak bağlantılı tüm hükümleri laiklik ilkesinin “anayasal ayrıcalığa sahip olduğunu, tüm hak ve özgürlüklerin de bu ilke temel alınarak değerlendirilmesi gerektiğini” ortaya koymaktadır. Bu üstün ilke laikliğin devletle, hukukla ve siyasetle sınırlı olmadığı, toplumsallığı anlamına gelir. Toplumsallık, emekçi halkın piyasacılığa ve gericiliğe, paranın ve dinin saltanatına, ayrımcılığa ve adaletsizliğe, sömürüye karşı örgütlü mücadelesiyle gerçeğini bulur.      

http://dayanismameclisi.org/ 

  • 1. İşaya Üşür, “İslam ve Tarih: Modernite ve Postmodernite Karşısında”, “Bilanço 1923-1998: Türkiye Cumhuriyeti’nin 75 Yılına Toplu Bakış” Uluslararası Kongresi, Türkiye Bilimler Akademisi - Türk Sosyal Bilimler Derneği - Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı düzenlemesi, 10-12 Aralık 1998.
  • 2. AYMK., 16.1.1998 günlü, E.1997/1 (Siyasi Parti Kapatma), K. 1998/1.
  • 3. AYMK., 22.6.2001 günlü, E.1999/2 (Siyasi Parti Kapatma), K. 2001/2.
  • 4. AYMK., 5.6.2008 günlü, E.2008/16, K.2008/116.
  • 5. AYMK., 30.7.2008 günlü, E.2008/1 (Siyasi Parti Kapatma), K. 2008/2.
  • 6. Bağımsız Sosyal Bilimciler tarafından yapılan, bu yazının yazarının da katkıcıları arasında yer aldığı çalışmada, “1980’lerde ‘marjinal’ sayılabilecek bir siyasi hareketin 2002’de iktidara yükselişi, 2007’de iktidardaki konumunu daha da yüksek oranlı oy desteği ile pekiştirmesi, önemle incelenmeye değer” bulunurken aşağıda aktaracağımız gibi rejimin laik niteliğinin yıpranması üzerine de değerlendirme yapılmıştır (Bağımsız Sosyal Bilimciler: 2008 Kavşağında Türkiye: Siyaset, İktisat ve Toplum, Yordam Kitap, 2008).
  • 7. AYMK., 20.9.2012 günlü, E.2012/65, K.2012/128.
  • 8. Bkz. Dipnot:4.
  • 9. BSB (2008), s. 20-21.
  • 10. Age., s.23.
  • 11. Bkz. Dipnot:4.
  • 12. Bkz. Dipnot:5
  • 13. Aynı hüküm 1924 Anayasasının özgün metninde de yer alıyor, 1928 Anayasa değişikliğiyle kaldırılıyor. Bu aradaki hukukla da güvence altına alınan (şeriye nezaretinin kaldırılması, tevhidi tedrisat, halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması, medeni hukuk) kararlı eylemlerin laiklik konusunda önemi ve etkisi yüksek. 1928 değişikliğinin ve laikliğin 1937’de Anayasaya girmesinin nedeni ve dayanağı Cumhuriyetle başlayan dönemdeki laiklik, aydınlanma ve ilerleme mücadelesi.
  • 14. Konu “Yeni Bir Aydınlanma İçin, Gericiliğe Karşı Aydınlanma Mücadelemiz” kitabında (Editörler: Orhan Gökdemir, Gamze Erbil, Zeynep Ağdemir; Yazılama Yayınevi, 2017) ve kitaptaki Ali Rıza Aydın, “Aynı Yolun Yolcuları: Aydınlanma ve Hukuk” çalışmasında ayrıntılı olarak tartışıldı.