Gazavatname-i Şerbetçi Hasan (4)

Hasan Uçarsu’nun yapıtları, islamcı kurulum döneminin sanatsal tüm parametrelerini kucaklıyor.

Melis Gönenç

V) İslamcı Kurulum Dönemi (2012-2021)

Bu dönemde, Şerbetçi’nin söylem ve eyleminde dört özellik öne çıkıyor:

1)Postmodern” kavramına mesafeli durur. Kendi estetiğini postmodern olarak tanımlamaktan vazgeçer.

2) Bunun doğal sonucu olarak, Cengiz Tanç ve George Crumb gibi avangard referanslar yerine, tekrar Saygun’u öne çıkarır.

3) Anlatı sorununu aşmak için, hazır dramatik paketi olan metinleri (çoğunlukla şiir) müziklemeyi, buradan elde edeceği görsel/plastik efekte yaslanmayı tercih eder. Böylece, enstrümantal öncelik, yerini vokal önceliğe bırakır. Bu sürecin operaya açılan kapı olacağını söylemeye gerek yok.

4) Mehmet Akif Ersoy, Abdülhak Hamit, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi muhafazakâr kültür figürlerini ana referansları durumuna getirir.

Yakından bakalım.

Postmodernizmi bırakıp, yerine Yahya Kemal’i koymanın daha gerçekçi olduğunu düşünüyor:

“[Soru:Modernist misiniz, postmodernist misiniz?

[Şerbetçi:Bu soruyu 2005’lerde, “postmodern” diye yanıtlardım. Ama şimdi onu da demeyeceğim. Ben, bu noktada, Yahya Kemal’in çok güzel bir sözü vardır, onu sana söyleyeceğim, kendimi tanımlamak için, “Ben, kökü mazide olan atiyim.[gelecek]” Ben kendimi böyle tanımlıyorum. Postmodern demeye gerek yok. Yahya Kemal bunu postmodernizmin p’si yokken demiş. Modernizm ve postmodernizm, aslında ikisi de aynı şey. Modernizm belli bir estetik, hayat görüşü dayattı insanlığa. Fakat, bunun içinde, insanlığa ait önemli şeyleri de dışarıda bıraktı. Bir müddet gitti. Ama ne kadar süre dışarıda kalabilir ki? Daha yeni bir gelecek vaadi ile gitti gitti ama, o vaatler, hatta o vaatlerin içinden bir avangard çıktı, öncü birlikler bunlar, “biz önden gidiyoruz, kitleler beş, on yıl sonra arkamızdan gelecek” dediler. Bana Hababam Sınıfı’nı hatırlatıyor; çıkarlar, arkada kimse yok. İşte bu kapatılamayan alanlar nedeniyle postmodernizm diye bir şey çıktı. Modernin kuşatamadığı şeyleri tekrar devreye almak için. Ama, bana Yahya Kemal’in sözü daha uygun geliyor. Geçmiş tümden kötü, yasaklı, günah değildir… Kendimi böyle konumlandırıyorum.” (Koroda Kadın Tınıları-Türkiye’de Koro Müziği Besteciliği, Volkan Akkoç&Hasan Uçarsu, YouTube, 2 Haziran 2020)

Şerbetçi yeni dönemin koşullarına göre durumunu revize etmiştir. Mademki birlikte hareket ettiği islamcı cephe savaşı kazanmış ve “yeni Türkiye”yi kuracaktır, o halde, modernizm/postmodernizm gibi “eski Türkiye”ye ait Batı kokan paradigma ve kavramların yerini, islamcı/osmanlıcı yerli ve milli kültür referanslarının alması gerekir. Ergenekon öncesinde kendini postmodern olarak tanımlarken, artık, Yahya Kemalci olarak sunar.

O bir Saygun junior’dır.

Yahya Kemal “Postmodern”e tur bindirince, Şerbetçi’nin avangard kimliğini oluşturan figürlerin de görüntü alanını terk etmeleri zorunlu hale gelir. Elveda Cengiz Tanç, elveda George Crumb:

Cengiz Tanç ile başlayınca bir kırılma oldu. Okulu bile bırakmayı düşündüm.” (BESOM Konuşmaları-Hasan Uçarsu, YouTube, 3 Ekim 2018)

George Crumb iyi bir hoca değildi. Ayrıntıya takılırdı. Bir, iki ölçüye yoğunlaşır, koca partisyonu görmez, mercekle ona bakardı… Öğretmenden ziyade artistti. Çok konuşmayı sevmezdi zaten. Ben aslında Richard Wernick’ten faydalandım, Crumb’dan ziyade. Daha öğretmendi. İyi öğretirdi.” (A.g.y.)

Bu durumda, Saygun’a yeniden merhaba demek gerekiyor. Biri estetik, diğeri siyasal nedenle. İslamcı kurulum döneminde baskın estetik modelin daha az avangard, daha çok klasik olmasının zorunlu olduğuna işaret ettik. Saygun’un bu anlamda sağlam bir referans olacağı açıktır. Üstelik, Şerbetçi’nin hocası olması, meşruluk bağını kurmakta epey kullanışlı bir kozdur. Öte yandan, Saygun’un, 70’li yıllarda belirginlik kazanmaya başlayan siyasal içerikli bir imajı da vardır. 30’larda, konservatuarın kuruluşu sürecinde Hindemith ile yaşadığı sorunlar, yıllar sonra, Kemal Tahir çevresini oluşturan osmanlıcı/alaturkacı liberal çevrenin Halit Refiğ-Gülper Refiğ gibi bazı figürleri tarafından, “Hindemith kozmopolitti, o nedenle konservatuar eğitimi yerli ve milli kültürümüzü dışladı. Oysa, Saygun yerli ve milliydi. Tasavvufi değerlere, dini müzik unsurlarına duyarlıydı. Yunus Emre Oratoryosu ile bunu gösterdi” biçiminde yorumlanarak, sağ bir siyasal çizgiye oturtuldu. Saygun’un 12 Eylül sonrasında Doğramacı-YÖK-Bilkent üçgenindeki işlevi, sağ çizgi algısını daha da belirginleştirdi. Dolayısıyla, islamcılar için elverişli bir malzeme olma potansiyeli taşır duruma geldi. İşte, Şerbetçi’nin masaya sürdüğü Saygun kartı, bu iki özelliği barındıran bir tür jokerdir. Üstelik, Başbakan Erdoğan, Ergenekon davasında 18 yıl hapis cezası alıp, hastalığı nedeniyle tahliye edilen Saygun’un yeğeni 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ergin Saygun’u 9 Şubat 2013’te hastanede ziyaret etmemiş midir?

Tanç-Crumb postmodern atından inip, Saygun klasik atına binme zamanıdır:

ABD’de Pulitzer ödüllü hocalarım oldu. Ama Saygun gibisini görmedim. Başka bir formasyonu vardı. Bir ruh hali oluşturarak yapıyordu. Aura oluşturarak yapıyordu. İş disiplini, iş ahlakı müthişti. Benim de ruhuma işledi bu…” (Saygun ve Öğrencileri, Gülsin Onay ile Söyleşiler, YouTube, 17 Haziran 2020)

Her şeyimi Saygun’a borçluyum. Abartmıyorum.” (Koroda Kadın Tınıları-Türkiye’de Koro Müziği Besteciliği, Volkan Akkoç&Hasan Uçarsu, YouTube, 2 Haziran 2020)

Ben lisedeyken Saygun’u dinledim. O gün bu gündür severim… Hâlâ müziklerini çok severim. Fikirlerini model aldım.” (Türkiye Opera-İşin Ehli ile Muhabbet, Hasan Uçarsu&Burak Bilgili, YouTube, 3 Haziran 2020)

Sırada, Saygun’un fikirlerinin, Yahya Kemal’inkilerle örtüştürülmesi, yani, Saygun’un da gerçekte osmanlıcı/alaturkacı olduğunun kanıtlanması var. Tabii, Şerbetçi de onun organik uzantısı oluyor:

“…beni daha çok etkileyen, başka bir ruh halini getirdi Saygun; Cumhuriyet’in ilk yıllarının ve öncesinin, yani, o eski insanların ruh halini, o kararlılığını, o sağlamlığını, o bakışını, o kültürünü, farklı bir kültür. Ben o kültürü ne kadar temsil ediyorum, bilmiyorum ama, bir şeyler kaldığını düşünüyorum.” (A.g.y.)

“Benim besteciliğimi çok etkiledi… Düşünsel, fikren de etkiledi. Belli bir kültürü, geçmişi harmanlayıp, ileriye doğru bırakıyor. Benim de böyle bir misyonum var. Gerçi diğerleri de öyleydi ama Saygun ağırlıklıdır. Anadolu müzik kültürü ve daha öncesi, Itrî’ler ki, Saygun çok beğenirdi, bunların hepsini harmanlayıp, kendi dilimin döndüğünce, bu geleneğe oturtup devşirmek istiyorum. Bu silsilenin devamıyım. Saygun da böyle düşünürdü; ilk benim, benden önce kimse yok, fikrine tamamen karşıydı. Bütün geçmiş ustalara çok büyük saygısı vardı. Halk ozanlarını çok severdi.” (Saygun ve Öğrencileri, Gülsin Onay ile Söyleşiler, YouTube, 17 Haziran 2020)

Yukarıda belirttik; liberal/islamcı yaklaşımın temel mottosu, alaturkanın Türk müziğinin klasik ayağını oluşturduğu, buna da Osmanlı Saray Müziği ya da Osmanlı müziği demek gerektiği, halk müziğinin ondan ayrı bir köken ve güzergâha sahip olmadığı yolundadır. Bu tarihdışı yaklaşımın doğal sonucu, Laik Cumhuriyet’in müzik algı ve politikası ile Osmanlı’nınki arasında var olan kırılmanın yapay ve zorlama olduğu biçimindedir. Itrî ile halk ozanlarını, yani, alaturka ile halk müziğini Saygun üzerinden eşitlemeye kalkmak, Şerbetçi’nin, Ergenekon sonrası dönemin “zeitgeist”ına uygun adım gayretkeşliğinden başka bir şey değildir. Daha da ileri gider. Alaturka sevgi ve bilgisini de Saygun’a bağlar. Tabii, Amerika’daki esas alaturka hocası Walter Zev Feldman’ın esamisinin okunmaması, koşullar gereği, eşyanın doğasına epey uygundur:

“Osmanlı saray müziği, Türk Sanat Musikisi denilen müzik ve onun bugün unutulmaya yüz tutan çok eski örnekleri… Bunları büyük bir zevkle dinlemekteyim. Biraz da kültürel geçmişimde olmakla birlikte, Saygun’la yaptığım çalışmalarımda, eğitimimde de bu müzik kültürünün zevkini ondan aldım. Itrî’nin Nevâ Kâr’ının tamamını olmasa bile, bir kısmını söyleyip analiz etti. Sırf o da değil, Tab’î Mustafa Efendi’nin eserlerini belki de ilk ondan duydum.” (Andante, Nisan 2017, sayı:126, s.62)

Peki, ya senfonik orkestraya alaturka ya da folklorik sazlar kaynatmak?

Onun da kaynağının Saygun olacağına şüphe yok. İyi de, Saygun’un hiçbir yapıtında böyle bir örnek olmadığı gibi, bu yönde bir uygulamanın müzikal oluru ve meşruluğuna yönelik saptaması da bulunmuyor ki. Olsun. Şerbetçi için engel sayılmaz. Troya’dan Çanakkale’ye adlı oratoryosuna Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu’nun ışık tuttuğunu belirttikten sonra, bu yapıtta bağlama kullanmasının meşru nedenini Saygun’a bağlayıverir:

“[Saygun dinleseydi] takılabileceği nokta olacağını sanmıyorum. Yunus Emre Oratoryosu’nun partisyonunda icracılara kudüm ve ney kullanma alternatifi sunmuştur. Bu açıdan bağlamanın dengeli kullanımına da muhtemelen tepki göstermezdi. Herhalde beğenirdi.” (Andante, Haziran 2019, sayı:152)

Her nedense, şu ana kadar kimsenin aklına Yumus Emre Oratoryosu’na, Saygun’a rağmen, ney, kudüm kaynatmak fikri gelmedi.

İslamcı yapılanma döneminde, Şerbetçi’nin, anlatı güdüklüğü kıskacından kurtulabilmek için enstrümantalden vokale göçmesinin kaynağına da Saygun’u yerleştirmesi şaşırtıcı bulunmamalı. Elbette, Pennsylvania’daki doktora sürecinin, oda müziği yanında vokal temelli bir program ile çerçevelendiği gerçeğini gölgede bırakarak: 

 “Saygun koral müziği çok seviyordu… Koro müziğini Saygun’la daha çok sevdim ve bu konudaki donanımımı onunla edindim. Ayrıca birlikte şarkı çalıştık. Sözün müziklenmesi hakkındaki incelikleri ondan öğrenmiştim.” (A.g.y)

“…Koro müziği epey yazdım, onun etkisi olduğunu düşünüyorum. Müziğimi dinleyenler, Saygun’un ruhu geziniyor, diyor. Bu benim için gurur kaynağı.” (Saygun ve Öğrencileri, Gülsin Onay ile Söyleşiler, YouTube, 17 Haziran 2020)

Kısaca, karşımızda her yönüyle bir Saygun junior var:

[Saygun’un Yalan adlı kitabını] hararetle tavsiye ediyorum. Bir bestecinin sanat görüşünü çok çok iyi anlattığı bir kitap. Defalarca okudum. Hâlâ okuyorum. Bana mutluluk veriyor. Ben de, kısmet olursa,  ona benzer bir kitap yapmak istiyorum. Hakikat adında. Oradaki görüşler olacak ama, kendiminkileri de ekleyerek, sanat görüşümü açıklayan…” (A.g.y)

Şerbetçi kendini Saygun junior rolüne o derece kaptırır ki, Eczacıbaşı Holding’in İzmir Uluslararası Müzik Festivali’nin 30. yılı için sipariş ettiği, İzmir Güzel İzmir (2016) adlı yapıtını da, oturaklı bir pişkinlikle Saygun’a bağlamayı ihmal etmez:

Benim İzmir sevgim, doğrudan doğruya ve tamamen çok sevdiğim öğretmenim, önderim, yol göstericim, gerçek bir İzmir evladı olan Ahmet Adnan Saygun’dan geliyor…” (Andante, Nisan 2017, sayı:126, s.62)

Can simidi vokal

Bu dönem, Şerbetçi’nin müzikal dil ve estetiğinde önemli bir kırılmaya yol açar. İslamcı iktidarın kurulum döneminde daha klasik edalı form ve normlara yönelmesi doğaldır. Bu durum Şerbetçi açısından, “postmodern” alanda yaratamadığı müzikal kişilik açmazından kurtulmak için iyi bir fırsat, fakat, anlatı temelli “klasik”in cenderesine girme babında ise kurt kapanıdır. Sürekli bir “ara model” arayışıyla geçecek dokuz yıl. Karma koro için müziklediği Tanpınar’ın Hatırlama (2013) şiiri ile Sinan (2021) operası arasına yerleşecek dokuz yıl…

2002’nin sonunda, islamcı yığınak döneminin başlarında, temel sorun olarak, postmodernizm içinde kişisel dil oluşturmayı belirlemişti:

1950, 60, 70’lerde üslûp seçmek, müzik yazmak kolaydı. O günler modernizm çerçevesine oturan bir dünyaydı. Besteciye genel bir estetik çerçeve veriyordu. Bu dünyaya eklenmeniz arayış sorununu bir ölçüde çözüyordu. Günümüzde çerçeve kalmadı. Sınırsız özgürlükler, sonsuz alternatifler arasında tek başınasınız. Yalnız başınıza güçlü bir estetik oluşturmak zorundasınız. Günümüz bestecisinin en büyük sorunlarından biri bu…” (İş Müzik, Aralık 2002)

Peki, bu çerçevede, kişisel bir dil oluşturabildi mi?:

Bugün Avrupa merkezli besteciler Barok müziğe yöneliyor; fikir bana yakın değil. Atonaliteyle aram iyidir… Minimalist estetikteki noktaları değiştirdim. Fakat o günden bu güne köprülerin altından çok sular aktı. Müzik anlayışım yerine oturdu.” (A.g.y.)

O halde, Barok, atonalite, minimalizm derken, yerine oturduğunu muştuladığı müzik anlayışı ve doğal olarak, buna yaslı kişisel dil geliştirme çabasının belirleyici ana gövdesi nedir?:

“Modal renkler benim kültürel kimliğimin bir parçasını oluşturan sesler. Bunları kendi bakışımla, kimliğimle geliştirmek çabasındayım. Coğrafi koordinat vermek gibi algılanabilir. Sakıncası yok. Ama amacım bu değil. Kendime ait olanı oluşturmak en önemli sorunum.” (A.g.y.)

Modal renkleri, postmodernizmin sınırsız seçenekleri içinde, kişisel dil oluşturmak için en elverişli unsur olarak görüyor. Neoliberal dönem ve yükselen islamcı dalganın bu seçim ile ilişkisini belirtmiştik. Burada önemli olan, modal olanı, coğrafi temsiliyet ölçütü içinde değerlendirmeyip, kişisel dil gövdesi olarak algılaması. Çünkü postmodernizm “temsil” kavramına soğuk bakıyor. Marksist estetiğin “yansıma” yaklaşımının izlerini taşıdığını düşünüyor. Malum, neoliberal anafordayız.

Oysa, bu sözlerinin üzerinden 18 yıl geçip, islamcıların egemenliği mutlak hale geldikten sonra verdiği bir söyleşide, 2020’de, coğrafi temsiliyet’i ilk sıraya alacaktır. Tabii, kendini organik uzantısı saydığı Saygun örneği üzerinden yürümenin avantajlarını hesaba katarak:

[Saygun] bu coğrafyadan bir mesaj bıraktı. Bu coğrafyanın en kadim seslerinin, düşüncelerinin dışlaştığı bir müzik ortaya koydu. Gayet insani, doğayla, evrenle barışık… Bizim buranın müziklerini dünyaya taşımıştır. Zaten derdi de oydu. Bir kültürün, bir toprağın ruhunu arayıp, dışlaştırmak. Her daim bunu söylerdi… Saygun’un müziğine yurt dışında kolaycılık nedeniyle hemen Bartok modeli derler. Bana sorarsanız, alaka yok. Fikirsel, estetik olarak benzer ama çıkan ses, ruh hali benzemiyor.” (Saygun ve Öğrencileri, Gülsin Onay ile Söyleşiler, YouTube, 17 Haziran 2020)

Saygun junior’ın 18 yıl içinde, modal rengi, kişisel dil ölçütünden coğrafi temsiliyet işlevine aktarmasının temel nedeni, postmodern estetikte kişisel dil oluşturamamış olmasıdır. Tabii, postmodernizmi terk ile, “temsiliyet”i kucaklama zorunluluğunun arkasına gizlenerek. Kişisel dil için ayırıcı nitelik saydığı modal rengi temel alması, ancak, bunu yaparken de tüm yumurtaları aynı sepete koyması, müzikal kimlik arayışına işaret ettiği gibi, güçlü bir siyasal tercihtir de. Modal olanın kurtarıcı olduğuna inanır. Oysa, kronik anlatı özürlülük, zaman içinde, modal unsuru kişisel dil oluşturmaktan çok, islamcı siyasetin evrimini izleyen, ona göre biçim ve yer edinen bir unsura dönüştürecek, sonunda da, müzikal kişilik oluşturma olasılığını tamamen ortadan kaldırıp, postmodernden daha klasik bir biçeme geçmeye, adeta kabuk değiştirmeye zorlayacaktır.

İşte, bu amansız gerçek ile boy ölçüşebilmek için, Şerbetçi iki şey yapar:

1) Durumu rasyonalize eder. Yani, müziğinin neyi “temsil” ettiğini anlatırken, kendini haklı çıkaracak biçimde, müziği ile Osmanlı kökleri ilişkisini protokolun en ön sırasına oturtur.  “Saygun-modal-Osmanlı” anlam alanında, önce modal ile makam eşanlamlı kılınır, ardından da, Osmanlı müziği Laik Cumhuriyet’in ulusal çoksesli müzik yaklaşımının köklerine yerleştirilir. Doğal olarak, geriye, kendini müzik geleneği piramidinin en yüksek noktasına koyup, “Türk müziği benim” cümlesini kurması kalır.

2) Enstrümantal alandan vokal alana geçer. Anlatı sorunu ile malul birinin vokal alanda daha rahat nefes alacağı düşünülebilir. Tabii, müzikal eylemin görsel/plastik yoğunluğunun hızla artırılması koşuluyla. Bu işin en kapsamlı sunumu operadır.

Şerbetçi’nin müzikal zafiyetini rasyonalize etme süreci ile islamcı rejimin yerleşme sürecinin örtüştüğünü belirttik. Her ikisinde de söylem ortaktır: Osmanlı müziği Türk müziğinin ana kaynağındadır. İslamcı-muhafazakâr görüşün Osmanlı-Cumhuriyet kültürel devamlılığı tezini Osmanlı müziği üzerinden kanıtlamak için, devamlılık kavramını parlatma misyonunu Şerbetçi fütursuzca üstlenir.

Önce Saygun referansı:

“[Saygun], ilk benim, benden önce kimse yok, fikrine tamamen karşıydı. Bütün geçmiş ustalara çok büyük saygısı vardı.” .” (Saygun ve Öğrencileri, Gülsin Onay ile Söyleşiler, YouTube, 17 Haziran 2020)

Sonra kendi konumu:

Bütün bestecilerimiz üzerine bir piramit gibi yerleşerek, Türk müziğini ileriye doğru taşımaya çalıştım.” (Türkiye Opera-İşin Ehli ile Muhabbet, Hasan Uçarsu&Burak Bilgili, YouTube, 3 Haziran 2020)

Peki, sözünü ettiği “geçmiş ustalar”/ “bütün bestecilerimiz”den kastı nedir?:

Hakan Şensoy: Seni bu denli farklı kılan nedir?

Hasan Uçarsu: Benim biraz farkım, belki, bu toprakta çok kök salmak, daha aşağılarına inmek istedim. Bu toprağın her tarafına yayılmak, en alttaki suları emmeye çalıştım. Cumhuriyet dönemi bestecileri yanı sıra, ondan öncesini de sahipleniyorum. Dede’yi, Itrî’yi, ne bulursam… bu benim genel estetiğim.” (Hakan Şensoy ile Müzikli Sohbetler, YouTube, 25 Ağustos 2020)

Amaç, Osmanlı müziğini rehabilite etmek. Bunu yaparken, Laik Cumhuriyet’in alaturkadan titizlikle ayırıp, ana kaynak kabul ettiği halk müziği ile aynı sicil defterine kaydetmek:

Ben kendimi nasıl yerleştiriyorum, biliyor musun? Türk besteciliği var ya, genelde Cumhuriyet dönemi [anlaşılır], bırak onu, ben ta aşağıya kadar [iniyor], o dev piramidin üstüne gelip, ben de kendimce oturup, üç beş taş da ben koymaya çalışıyorum. Ta Itrî, Abdülkadir Meragi’ye kadar giden, öbür taraftan Karacaoğlan, Aşık Veysel’e, halk müziğine giden, sonra Cumhuriyet ile gelen Cemal Bey’ler, peşinden Bülent Tarcan’lar, Muammer Bey filan. Ben de bütün oraya eklemlenip…

Volkan AkkoçGeçen gün Burak ile sohbetinizde, “Eserlerinizde Türk müziği var mı?”sorusuna, “Türk müziği benim” demiştiniz.

H. Uçarsu: Evet. Bu konuda çok ısrarcıyım. Şimdi bana biri diyecek ki, “yahu, sen koro için bir tane de türkü düzenlemedin.” Tamam, doğru da, ben çok türkü bilirim. Hayat öyle esmedi. Benim enstrümantal bestelerimde çok yansıları vardır türkülerin. Her yandan fışkırır. Çok da organize, planlı değildir. O yüzden söylüyorum; türkü düzenlemedim ama benim koro müziklerimde farklı şekillerde var. Bazen üstü daha kapalı, farklı şartlarda, farklı şekillerde var. Bazen soyutlamalarla, bazen daha açık, düz olarak var. Ama başka şeylerle birleştirerek var.” (Koroda Kadın Tınıları-Türkiye’de Koro Müziği Besteciliği, Volkan Akkoç&Hasan Uçarsu, YouTube, 2 Haziran 2020)

Müzikal tutukluğu mantık diline de yansıyor; kazı ne tarafa çevireceğini bilemiyor. Ancak, islamcı paradigma gayet açık: Türk kavramı, Laik Cumhuriyet jargonuna ait olduğundan, müzik sözlüğünden çıkarılacak. Türk Sanat Musikisi yerine Osmanlı Saray Müziği, Türk Halk Müziği yerine Anadolu Halk Müziği denecek. Türkiyeli/Türk, üst kimlik/alt kimlik liberal söylem ve tartışmalarını anımsıyorsunuz değil mi?:

Çocukluğumdan beri en önemli içinde yoğrulduğum müzik kültürü olarak Türkiye Anadolu halk müziği, daha da geniş tutarsam, Akdeniz havzasının müzikleri kişiliğimin oluşumundan beri bende derin izler bırakan müziklerdir. Onun dışında Osmanlı Saray Müziği, Türk Sanat Musikisi denilen müzik… Bunları büyük bir zevkle dinlemekteyim.” (Andante, Nisan 2017, sayı:126, s.62)

Bu arada, halk müziği ile Akdeniz havzası müziği de ilişkileniyor. Akdeniz havzasının, makam müziği temelli Arap müziğini de içerdiğini, bunun arabesk kapısına kadar uzandığını belirtmekte yarar var. Laik Cumhuriyet’in halk müziği algısıyla ne kadar uyumlu, değil mi?

Öte yandan, Şerbetçi, Osmanlı müziği ile Laik Cumhuriyet müziği devamlılığının kanıtlanması misyonuna yakıt taşırken, yine görsel efekt gereksinimi içindedir:

Ş. Pancaroğlu: Neden eserlerinin adları hep küçük harf ile başlıyor?

H. Uçarsu: Büyük harf bana her zaman başlangıçları anımsatır. Biliyorsun, cümle her zaman büyük harfle başlar… Eser adlarımda bu izlenimi doğurmaktan kaçınıyorum. Eser adlarımın konularının ilk olmadığını, öncelleri olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Yaşamın devamlılık çizgisinde yer alıyorlar.” (Composer Interview spring 2013)

Müzikal bir kişilik oluşturamayan Şerbetçi, “modal-makam-Osmanlı” siyasal duvarının arkasına gizlenmekle kalmaz, zafiyetini sofistike biçimde rasyonalize de eder:

“ Hakan Şensoy: Müziğin bizim coğrafyamızın ikliminin müziği mi, yoksa, kendi vücut ikliminden harmanlanan bir şey mi?

H. Uçarsu: Ben ses ikliminden çok ruh iklimini daha tercih edeceğim… Genelde besteciler, hele günümüz bestecileri “tesir”lerden çok korkarlar. Ben tam tersine, kendimi tesirlere, yani müzikal etkilere açtım, hiç çekinmedim.” (Hakan Şensoy ile Müzikli Sohbetler, YouTube, 25 Ağustos 2020)

Böylece, “kalemim (ses) belki müzikal kişilik taşımıyor ama, önemli olan zaten bu değil, ruhtur” demek istiyor.

Peki, bu coğrafyanın, sözünü ettiği ruh iklimi nedir?

Bunun yanıtını yine Saygun üzerinden verecektir:

“[Saygun’un müziğinde] Yunus Emre’deki, ta 13. yüzyıldaki bir halk şairinin, bir tasavvuf şairinin o dünya görüşünden başlayıp… bu coğrafyanın biraz direngen, biraz efeli,  zaman zaman çok tefekkürlü, iç âleme dalmış, ama evrenle ve doğayla barışık ruh halini görüyorum.” (Saygun ve Öğrencileri, Gülsin Onay ile Söyleşiler, YouTube, 17 Haziran 2020)

Yani, “Bu coğrafyanın ruh iklimini tasavvuf oluşturur. Saygun’da da bu böyleydi, bende de öyle. Osmanlı ile Laik Cumhuriyet’in kültürel devamlılığını da tasavvuf sağlar. Kalanı teferruat.” demek istiyor. Müzikal kişiliksizliğini islamcı mutlakiyetin arkasına gizlemenin kestirme yolu.

Zavallı işbirlikçi! Osmanlı tarihine Osmanlı sarayından, Laik Cumhuriyet’inkine ise, Şeb-i Arus törenlerinden baktığı için, tefekkür, iç âlem, sükûnet dışında bir şey göremiyor. Zaten kalanına da islamcılar eser siparişi vermiyorlar.

Şerbetçi, Osmanlı-Laik Cumhuriyet kültür ve müzik devamlılığı konusunu kendince rasyonalize ettikten sonra, diğer meseleye, yani, postmodern/avangard alanı terk edip, daha klasik bir hatta geçme zorunluluğuna el atar. Öngörülebileceği üzere son derece sıkıntılı bir durumdur. Anlatı özürlü olduğu için yıllar önce, müzikal kişilik arayışında, zorunlu olarak terk ettiği Saygun’un klasik eksenine geri dönmek durumundadır. İslamcı siyasetin kurulum evresinin yanı sıra, postmodernizmde umduğu müzikal kişiliği edinememiş olması da bu gerçeği dayatmaktadır.

Peki, sorun nasıl çözülebilir?

Basit: Enstrümantalden vokale geçerek.

İyi de, bu geçişin her iki gerekçesi de açıklanabilir türden değildir ki. Ne yani, “islamcılar öyle istiyor”, ya da “olmadı, beceremedim.” diyecek hali yok ya!

Şerbetçi esnaf adamdır. Yolunu bulur: Mademki bizim kültürümüz esas olarak sözlüdür, o halde, niçin enstrümantalde zaman öldürmeli? Vokale yoğunlaşmalı:

Son birkaç senedir cidden bir değişiklik oluyor müzik anlayışımda. Ben enstrüman müziği, çalgı müziği ağırlıklı çalışıyordum. Metinli müziklerde, şiirlerde ve kendini daha ortaya koyan şeylere bakıyorum ve dikkat ediyorum sözlü şeylerde daha rahat, daha samimi, daha doğal çalışıyorum. Tamam, saf çalgı müziği zaten yapıyorum, o olacak, ama enerjimi biraz o alana yönlendirmek istiyorum. 1-2 yıldır yani zihnimde onu daha kavramsallaştırmaya çalışıyorum.” (Kadıköy Maarif, Sonbahar 2014, yıl 9, sayı:34)

Bu söyleşinin tarihi 2014 sonu. Bir, iki yıl dediğine göre, 2012 sonlarına doğru, yani, Ergenekon’un bitiş, islamcı kurulumun başladığı dönemi işaret ediyor. Son derece doğal. İşin ilginç tarafı, vokal müziğe daha erken yönelmemiş olmasından duyduğu pişmanlığın açıkça itirafı ve vokali seçim nedenini coğrafi ve milli kültüre uyumlu kılma çabası. Tam bir esnaf rasyonalizasyonu:

Son 10-12 yıldır metinli, sözlü müziklerde daha rahat çalıştığımı gözlemledim ve iyice onun üzerine yüklendim. Keşke daha erken [başlasaydım] diye düşünüyorum. Bunu daha doğal çalışıyorum. Belki kültürden. Bizim kültür sözlü müziğe dayanır. Yani, şarkılar, türküler… Bizde saz müziği pek yok.” (Türkiye Opera-İşin Ehli ile Muhabbet, Hasan Uçarsu&Burak Bilgili, YouTube, 3 Haziran 2020)

Metinli olana daha kolay çalıştığımı fark ettim… Metinli olanı çok doğal biçimde ve çabuk besteliyorum… Metin hayalimi, imgelemimi, müzik yapma enerjimi tetikliyor. Geç keşfettim. Son 10 yıldır keşfettim. Enstrüman müziğinden daha rahat hissediyorum, daha rahat çalışıyorum.” (BESOM Konuşmaları-Hasan Uçarsu, YouTube, 3 Ekim 2018)

Şerbetçi’nin en önemli sorununun anlatı yeteneğine sahip bulunmaması olduğunu belirttik. Zaten bu nedenle postmodernizme sığınıp, derman aramıştı. Modal/makam ipine sarılarak sorunu çözeceğini düşündü ancak olmadı, olamazdı. 2012’den itibaren vokale yönelim, anlatı sorununu aşmanın, daha doğrusu, bu kez vokal ile kamufle etmenin yeni bir evresidir. Anlatı, öncelikle dramatik kurgu demektir. Nitekim, koro müziğinde esas önemsediği, metin olacaktır. Ağırlıklı olarak şiir biçiminde görünürlük kazanan metin hazır bir anlatı, dramatik kurgu içerdiği için, anlatı zafiyetine etkili bir ilaç gibi düşünülebilir. Şerbetçi’nin iyi şiir tercihinin altında yatan da budur. Dinleyelim:

Koroya özgü en önemli şey metin. Yani, tınıdan da çok, kendim için konuşuyorum, yani koro müziğinin tınısı var ama, tını mı, koronun kendine has kişiliğini oluşturan o ses rengi mi, metin mi, dersen, benim için metin, şiir. Eğer öyle olmasaydı, metinsiz müzik bestelerdim. Sözü, şiiri daha çok önemsiyorum… Şöyle bir şey denir: Şiir ne kadar güçlüyse, besteciye çok daha baskı yapar ve daha az çalışma alanı bırakır; zayıf şiirlerde besteci daha özgür ve rahat çalışabilir. Ben ona inanmıyorum; ne kadar iyi şiir, o kadar iyi sonuç. Bu benim şahsi görüşüm. Bana göre insan sesinin en büyük özelliği, bir ses üretebilmesinin ötesinde, bir de söz söyleyebilme kabiliyeti.” (Koroda Kadın Tınıları-Türkiye’de Koro Müziği Besteciliği, Volkan Akkoç&Hasan Uçarsu, YouTube, 2 Haziran 2020)

Ancak, bu yeni yöneliminin hiçbir biçimde avangard estetik ile ilişkilendirilmesini kabul etmiyor. O sayfayı kapanmış kabul ediyor. Örneğin, vokal yapıtlarında sözcük tekrarına çok sık başvurmasının minimalist biçem ile koşutluğu sorusuna verdiği yanıtta, çok açık biçimde avangard ile arasına mesafe koyduğu mesajını öne çıkarıyor:

Minimalistlerin tekrarı bana çok uzak. Benim onunla ilişkim yok. Tekrarda mesele bir ruh hali oluşturmak. Benim başka nedenlerim de var tekrar ile ilgili olarak. Bazı şeylerin anlaşılmadan çok geçtiği oluyor. Riske etmek istemiyorum. Ben oradaki anlam dünyasını olabildiğince vurgulayıp, yaşatmak istiyorum.” (A.g.y.)

Yani, dinleyenler çoğu kez sözleri anlayamayabiliyor, anlamı ıskalamasınlar diye tekrar ediyorum, diyor.

Vokal olana yönelimi ile avangarda mesafe alma eşzamanlılığını da vurgulamaya özen gösteriyor:

Volkan Akkoç: Enstrümantal müzik ile koro müziği farklı yerlerde midir? 20. yüzyılda vokal için yazılan eserlerde hep tonalite-modalite eksenini görüyoruz. Bu, postmodern müzikte de, modernizmde de böyle. Enstrümantal müzikteki deneyselliği koro alanında göremiyoruz… arada uçurum var gibi.

H. Uçarsu: Bu gözlemin doğru. Koro müziğinde de deneysel, avangard şeyler var ama çok sınırlı. Elde diapazon koro olmaz… [Kadın, erkek seslerinin kullanımında] Beni yönlendiren teknik register farklarından ziyade metin.” (A.g.y.)

Bu dönemde bestelediği 18 yapıtın 11’i vokal ağırlıklı olacaktır. Oysa bir önceki dönemde bu oran 8’e 1’dir.

Metne yaslanmanın avantajlarından biri, anlatı sorununu, dramatik yapısı güçlü, dolayısıyla, akıcılığı sağlam bir altyapıyla aşma olanağı ise, diğeri, metnin siyasal simge konforundan yararlanma fırsatıdır. Özellikle bizimki gibi, çoksesli müzik kültürünün köklü olmadığı ülkelerde, seçtiğiniz metnin/şiirin yazarının siyasal kimliği, kafadan yolu yarılamanızı sağlar. Örneğin, Yahya Kemal ya da Mehmet Akif Ersoy şiirlerinden birini müziklerseniz, muhafazakâr kesimde, Nazım Hikmet gibi bir isimden bestelerseniz, ilerici kesimde kotanız müthiş yükselir. Üstelik, müzik yazarları da, “bu olmamış” deme cesaretini gösteremez, çünkü isimler genellikle siyaseten yüksek gerilim hatlarındadır. Böylece, müzikal yetersizliğinizi, metnin yanı sıra, isimlerin arkasına sotalanarak da gizleyebilme olanağı elde edersiniz.

İslamcı kurulum döneminde kullandığı veya kullanma niyetini belirttiği metin/şiirlerin sahiplerine bakılırsa, Şerbetçi’nin hem güçlü işbirlikçi damarı, hem de, araya ufak tefek denge renkleri atma refleksi apaçık görülecektir; politik duyargaç işlerliği.

İslamcı kurulum yapıtları

Bu dönemin en önemli iki yapıtı, Troya’dan Çanakkale’ye (2017-2018) adlı oratoryo ile Sinan (2021) operasıdır. İlki diğerinin ısınma turu, öncekiler ise, hazırlık çalışmaları olarak değerlendirilebilir. Metin duyarlıklı iki enstrümantal çalışma dahil: Eşik (2014), Viyola ve Piyano için İkili Konçerto (Bir Aşk Masalı) (2016-2017).

Tanpınar’ın Hatırlama (2013) şiiri ile başlayıp, Sinan (2021) operası ile biten bu zaman dilimi, hem islamcıların yeni bir rejim kurma çabalarının, hem de Şerbetçi’nin müzikal kişilik bulma savaşımının en  elverişli olanaklara ulaştığı dokuz yılı içerir. Ancak, ne efendi, ne de işbirlikçi umduğunu bulabilecek, 2019 seçimleri ile islamcılar siyaseten, Sinan ile de Şerbetçi sanatsal olarak sıfırı tüketecektir.

İslamcıların Laik Cumhuriyet’e yüklenmeleri ile at başı giden müzikal saldırıları birbirlerine neden-sonuç ilişkisi ile bağlıdır. Kısaca göz atalım:

2012’de, Ergenekon’da siyasal üstünlük sağlayan islamcılar, öncelikle laik eğitimi hedef tahtasına oturturlar. Gerek sivil, gerek askeri okullarda dindar nesil yetiştirme projesinin ilk adımı, sekiz yıllık kesintisiz eğitimi bozup, 4+4+4 biçimine sokarak, imam-hatiplerin orta bölümlerini açmak ve kız çocuklarının okullaşma oranını düşürmektir. Nisan 2012’de alınan bu karar, cemaat ve tarikatların milli eğitimdeki etkinliğini hızla arttıracaktır. Aynı kararda, müfredata, askeri okullar dahil, Kuran ve Peygamber’in Hayatı dersleri eklenmiştir. Yanı sıra, orduevlerinde islami tesettüre uygun giyim serbestisi (Mayıs), Alevi öğrencilere din dersi zorunluluğu (Ağustos), okullarda kılık kıyafet serbestisi (Kasım), çocuk gelin yasa taslağı (Kasım)…

Müzik alanında yaşanan anlamlı ve dönemle uyumlu adım ise, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nün, Ahmet Hatipoğlu’na verilmesidir. 2008’de alaturkanın ağır toplarından Alaeddin Yavaşça’ya verilen bu ödül, islamcı iktidarın müzik alanındaki ilk büyük ödülüdür. Alaturkanın resmi ve ayrıcalıklı hat olacağına yönelik mesaj açıkça verilmiştir. Ancak, Ergenekon sürecindeki politik denge ve duyarlılıklar dikkate alınıp, 2012’ye kadar müzik ödülü verilmemesi siyaseten daha uygun bulunur.

Ergenekon zaferi, islamcı besteci Hatipoğlu’na ödül olarak yansıdı.

Kimdir bu Ahmet Hatipoğlu?

O da bir alaturkacıdır ancak, Alaeddin Yavaşça’nın “light” imajının tersine, “militan” bir görüntü verir; alaturka müziğin dini ayağı tasavvuf  müziğinin ihyasına yönelip, onu TRT mikrofon ve ekranına taşıyan Cumhuriyet tarihindeki ilk isimdir (1977). Kudüm sanatçısı. Mevlevi dervişi, Rıfaî bendesi. İlk resmi dini müzik topluluğunun kurucusu: Ankara Radyosu Türk Tasavvuf Musikisi Korosu (1977).

Hatipoğlu’nun şarkı, saz eserleri vs. gibi eserleri de vardır ancak, onu Hatipoğlu yapan, “Bu bir Hatipoğlu bestesidir” dedirten, onun Tasavvuf mûsikîsi eserleridir… Son dönemlerde kullanılırlığını yitirmiş ya da bestekârların cesaret edemediği büyük usûllü eserler de bestelemiştir.” (Fatih Koca, Ahmet Hatipoğlu’nun Hayatı, Eserleri ve Mûsikî Anlayışı, A.Ü. Sos. Bil. Enst. İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, Y. Lisans Tezi, 2004, s.36)

Cumhuriyet dönemine kadar câmi, tekke, dergâh vb. yerlerde icra edilen fakat sonraları unutulmaya yüz tutmuş bazı Dinî mûsikî formlarını yeniden canlandırmıştır.” (A.g.y., s.66)

Kâr-ı Nâtık, ilâhi, dua, tesbih, tevşih, tevbe ve tevhit zikri… Hele bir Uşşak Esmâ Zikri var ki:

Kadîr Allah Allah, Hâlik Allah Allah, Gaffâr Allah Allah, Allah… Ya Hayyu, Ya Kayyûm…”  

90’lı yıllarda alaturka can çekişirken, dini müzik Hatipoğlu ile bir sıçrama yapıyor. Neoliberal kapıdan geçmeye başlıyoruz. Cumhurbaşkanı Özal Cumhuriyet tarihinde bir ilki, Çankaya Köşkü’nün iftarda “Tekbir” sesleriyle çınlamasını, TRT sanatçılarının “hû” çekmelerini istiyor. Başvurduğu kişi Hatipoğlu. Mart 1993’te, Hatipoğlu’nun Tasavvuf Mûsikîsi Korosu gereğini yapıyor. İlahiler havada uçuşuyor:

Talea’l Bedru Aleynâ

Hatipoğlu bir buçuk ay sonra, Özal’ın cenazesinde borcunu ödeyecek: Camide, Cumhuriyet tarihinde yine bir ilk: “Temcid ve Münaceat” adlı padişah duası. Hatipoğlu okuyor.

Önceliğin her zaman “dinî mûsikî”de olmasına inanan bu milli kıymetimiz, öngörülebileceği üzere, Laik Cumhuriyet’in müzik politikasına şiddetle karşı. Batı müziği ile Türk müziğinin fizikî ve ruhî yapılarını tamamen farklı buluyor. (A.g.y., s.159)

Fiziki yapı farkını anladık da, ruhî yapı farkı da nedir?

Milli ve dini bestekârımıza göre, bütün müziklerin çıkış noktası dindir. Gelişmeleri de dini duygular çerçevesindedir. ”Bütün yaratılmışlar ister farkında olsun ister olmasın Yaradan’a kavuşma meyli içerisinde olduğundan”, müzik de bu “duygu ve iştiyâka yoğun biçimde tercüman” olduğundan, Batı’nın müziği bizim rûhiyatımızı sarmaz. (A.g.y., s.159)

Niye ki?

Taş kafa mısın nesin? Herifler gâvur, biz müslümanız da ondan!

Yunus Emre zarafeti, Oratoryo ile zangoçlaştı.” (A.g.y., s.160)

İşte, köşesinde efil efil ilahi besteleyip, zikir çeken bu mazbut, kalender meşrepli, derviş tevazuu içindeki kardeşimize 2012’de layık görülen Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’nün nesi siyasi olabilir ki?

Yoksa, kardeşimizin sıkı FETÖ’cülüğü..?

Eylül 2002’de başlayıp, tamı tamına bir yıl süren yoğun besteleme sürecinde Fethullah Gülen’in 17 şiirini besteler. Bir güne iki beste sıkıştırdığı olur. Eh, ilahi ilhamın Fethullahi ilham anlamı taşıdığı yıllar! Derviş ayakları buraya kadar; ha Mevlana, ha Fethullah… 2003’te, içlerinden seçilen 11 beste, Âteş-i Bahar adlı albümde toplanır. FETÖ’nün Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı sponsor olur. FETÖ’nün Zaman gazetesi albümü tanıtır:

Her yaratılan, kendi kabiliyetince Âlemlerin Rabbı’nı zikrederken, Hilâl’in güfte hâli, Âteş-i Bahar’da Lâle olup bestelenmiş ve Allâh’ı meşk ediyor. Bu meşk’e “Hû” diyelim.” (Zaman, 9 Kasım 2003)

2008’deki ödülün sahibi Alaeddin Yavaşça ile 2012’dekininki Ahmet Hatipoğlu arasındaki ton farkı, 2008’de kapatılmaktan son anda kurtulan AKP ile, 2012’deki Ergenekon muzafferi AKP arasındaki siyasal konum farkının yansısıdır.

2012’nin bir diğer önemli müzik olayı, İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun, Bakanlar Kurulu’nun 10 Ekim tarihli kararıyla, Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu adını almış olmasıdır. Bu ülkede adının önünde “cumhurbaşkanlığı” sözcüğü olan tek bir sanat topluluğu vardır. O da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’dır (CSO). Bu durum, Laik Cumhuriyet’in müzik anlayışı ve politikasının çok açık bir göstergesidir. Aynı zamanda, müzikte “yüksek sanat”ın nasıl algılanması gereğinin de resmi işaretidir. Alaturka bir müzik korosunun CSO ile aynı konuma getirilme çabasının, Laik Cumhuriyet’e yönelik siyasal bir saldırı olmanın ötesinde, hiçbir sanatsal karşılık ve geçerliliği olamaz. Zaten bu işlem ancak Ergenekon süreci gibi, Laik Cumhuriyet’in kültür ve kurumlarının tasfiyesine yönelik bir operasyonun sonunda gerçekleştirilebilirdi. CSO ile söz konusu koro arasında, sanatsal düzey, yasal armatür, yönetim biçimi ve dünya görüşü açılarından o denli aşılmaz uçurumlar vardır ki… Koromuzun öyküsünü Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yazımıza bırakalım.

2013’e, Ergenekon sürecinden zafer ile çıkmanın özgüveni ile giren islamcılar, hızlarını arttırırlar: Avukatlara mahkemelerde türban ile görev yapma izni (Ocak), 28 Şubat tutuklamaları (Şubat), gece 22.00’dan sonra alkol satışı yasağı (Haziran), kurban derisi toplama yetkisinin THK’dan alınıp, tarikat ve cemaatlere verilmesi (Eylül), başta okullar, kamu kurumlarında ve TBMM’de türban serbestisi (Ekim), İhvancı dış politika…

Bu arada, ulusal ve uluslararası ölçekte, islamcıların “demokrat”lık imajını fena halde tırmalayan Gezi bemolü (28 Mayıs-15 Haziran), Laik Cumhuriyet’in siyasal ve toplumsal iradesine karşı son büyük silahlı saldırılarına tanık olacaktır.

2013’ün Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü Ahmet Kaya’ya verirler. Şaşırtıcı değildir. Bir taşla dört kuş: Gezi’de yaşadıkları irtifa kaybını siyaseten telafi etme çabası, tıkanmış olan Alevi açılımına göz kırpma, “Akil Adamlar” seçimi ile parlatılan Kürt açılımına psişik kıvam verme ve arabeski resmileştirmenin soldan ilk adımı…

Doğal olarak, Şerbetçi de, bu döneme hızlı girer. 2013 ve 2014’e beş beste yerleştirir. İlk dördü vokal, sonuncusu enstrümantal. Vokalin kapısını Tanpınar’ın Hatırlama şiiri ile açar (2013). İlk kez muhafazakâr kesimden bir ismi besteliyordur. İslamcı siyaset galebe çalmıştır ya. Yine de, Tanpınar seçiminin daha incelikli olduğunu belirtmeli. O, 2013’e kadar bestelediği isimlere göre çokça muhafazakâr, bir iki yıl içinde besteleyeceği Mehmet Akif Ersoy’a göre ise “light” muhafazakârdır. Tıpkı, islamcı siyasetin 2013’teki ile 2017 sonrasındaki ton farkı gibi.

Bir kararsız kırtıpil: Ahmet Hamdi Tanpınar. Hocası Yahya Kemal’in izinde.

Tanpınar doğru seçenek

Yahya Kemal okulunun en iyi öğrencisi olan Tanpınar, liberal yelpazenin sağdan sola tüm unsurları için, iki özelliği ile vazgeçilmez bir meşruluğa sahiptir:

1) Laik Cumhuriyet’in Osmanlı’ya posta koymasını içine sindiremeyip, tarihsel ve kültürel “devamlılık” kavramını öne çıkarması.

2) Rus/Sovyet fobili keskin anti-komünizmi.

Bildik Yahya Kemal gözlükleri. Hocası gibi, angajman duygusu zayıf, korkak bir kişilik olduğundan, kararsızlık ve pragmatizm içinde kıvranıp durur. İşte bu duyarlılık 2013’e pek uygundur. İslamcılar Ergenekon’da kazanmış ama, Gezi ile de moralleri bozulmuştur. Onlar için travmatik boyut kazanan Gezi’nin etkisinden kurtulmak 2014 sonunu bulacaktır. Ayrıca, liberal solcuları hâlâ taşımak zorundadırlar ve FETÖ/Saray gerginliği de giderek artmaktadır. Yani, ne tam öyle, ne tam böyle; ağız tadıyla, dört dörtlük bir zafer ayini havası yoktur. Tanpınar psikolojisine cuk oturur:

Sağ taraf beni kâfi derece kendisinden… görmüyor. Sol bana düşman…”. (Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Dergâh Yn. 2007, s.301)

Ne tam sağ, ne tam sol:

“Sağcılar yalnız Türkiye, gözü kapalı, ezberde kalmış öğünmenin ötesine geçmeyen bir Türk tarihi, yalnız iç politika ve propaganda diyor. Sol, Türkiye yoktur ve olmasına da lüzum yoktur diyor. Ben ise dünya içinde, ileriye açık, mazi ile hesabını gören bir Türkiye’nin peşindeyim.” (A.g.y., s.301)

Mazi ile hesap”tan kastı, Osmanlı ile barışmış bir Cumhuriyet. Başta dil devrimi, Laik Cumhuriyet değerlerine mesafeyle yaklaşır:

“Ve hepsinden beteri yeni dil. Devrik cümle, tarihi inkârdan daha beter olan tarihi bilmemek… Asıl milliyetçi Yahya Kemal ile benim. Hiçbir şeyi inkâr etmiyorum. Her şeyi ve bütün tarihi yaşıyorum.” (A.g.y., s.207)

“[İsmet Paşa’ya dargındım].Dil meselesindeki fikirleri, Atatürk inkılâplarını olmuş bitmiş bir şey gibi kabul etmesi beni rahatsız ediyordu.” (A.g.y., s.204)

Rus/Sovyet düşmanlığı ise, anti-komünizminin ana kaynağıdır:

Türkiye yakın komşusu dolayısıyla hareketsiz kalan, kendi zaruretlerini tatmin edemeyen memleket… Biz iki yüz senedir Rus korkusu denen kuyuda yaşıyoruz.” (A.g.y., s.205)

İki şeyin komünizme engel olacağına inanıyor: Milli birlik ve demokratik sosyalizm.

“Milli birlik”ten, “Biz devletimizden gayrı serveti ve güveneceği olmayan bir milletiz”i anlıyor (A.g.y., s.184). Güzin Dino bu tavrını haklı olarak “kapıkulu bağlılığı” biçiminde tanımlayacaktır. Burada önemli olan, Tanpınar’ın “milli birlik”inin Osmanlı’ya, oradan da dine eklemlenmesidir. Din konusunda oldukça histeriktir:

Sabahattin [Eyüboğlu] Müslümanı severse, ya Kürt, Arap, Hintli, yahut da komünist filan olacak. Müslümanın dışında hepsi şayan-ı kabul. Politika ve race [ırk] referansına bile ihtiyaç yok. O zaman tam kardeşiz.” (A.g.y., s.168)

Demokratik sosyalizm anlayışı, ki 2013’teki karşılığı liberal soldur, anti-komünizm/anti-sovyetizm konusunda kendince işlevsel boyut taşır:

Ben ne sağdanım, ne de komünist veya declaré sempatizanıyım. Sadece demokratım, mümkün olursa, demokrat sosyalist bir teşekküle girerim ve memnun olurum… Türkiye’de sosyalist parti, ancak komünist partinin açılmasıyla kabildir. Aksi takdirde komünistler içeriye dolar ve memleketi, yahut o partiyi ve efradını zarara sokarlar.” (A.g.y., s.205)

İslamcı-liberal solcu ittifakının sözünü ettiğimiz yıllarda hâlâ güçlü olduğunu, Tanpınar’ın, neoliberal egemenlik ile birlikte, her iki kesimin de idolüne dönüşmüş olduğunu anımsatalım.

Sol düşmanlığına gelince;

 “Sola gelince!.. Yarabbim bizde solcu muharrir, solcu şair, genç şair, sol adam, ileri adam, zühd, hamakat, cahillik.” (A.g.y., s.207)

Biz sosyalist olamayız.” (A.g.y., s.305)

 “Kulağımda hep Hamit Bey’in [Ongunsu] nasihati çınlıyordu: Solun peşinden yahut önünden gitme. Kaç, yol değiştir.” (A.g.y., s.160)

Fransa’nın en büyük ıstırabı Komünist Partisi’dir. Fransa bu yüzden sol hareketlerini tanzim edemiyor. Binaenaleyh içtimaî kalkınmayı yapamıyor.” (A.g.y., s.89)

Özet olarak, Şerbetçi’nin Tanpınar seçimi tesadüf değildir. 2013-2014 bir tür geçiş dönemidir. Neye geçiş? İslamcı siyasetin fıtratında olan saltanat, saray rejimine geçiş. Yani, 2017 referandumu ile parlamenter rejimin askıya alınıp, başkanlık rejiminin kurulmasına. Ecdat mirası diye yırtındıkları, bildik Osmanlı yönetim modeline.

2013-2014’te, Tanpınar, Osmanlı-Cumhuriyet devamlılığı ve komünizm düşmanlığı temelli liberal yaklaşımı ile, ortak payda olmaya uygundur. Mehmet Akif Ersoy gibi daha radikal sağ/islam çizgi henüz elverişli sayılmaz. Zira, yukarıda belirttiğimiz gibi, siyasal ortam ve dengeler açısından saray rejimi kurmanın unsurları belirleyici konumda değildir. Tanpınar ile Mehmet Akif farkını Tanpınar’dan dinleyelim:

Sağlarla beraber değilim, çünkü sağ şarktır ve şark bizi daima yutmağa, içimizden doğru yutmağa hazırdır. Eğer bir Barres, bir Maurras, bir L. Daudet gibi insanlar olsaydı etrafımda iş değişirdi. Fakat Mehmet Akif’le [Ersoy] yol arkadaşlığı… asla.” (A.g.y., s.205)

Şerbetçi 2013’ü Tanpınar’ın Hatırlama’sı ile açar, 2014’ü ise Eşik’i ile kapatır. Mehmet Akif’e yöneliminin ilk ipucunu, Yine Bir Şey Yapabildim Diyemem Hatırana ile 2015’te verecek, güçlü çıkışını ise, 2017 saray rejimi kuruluşu sonrasında, Troya’dan Çanakkale’ye ile gerçekleştirecektir.

2013-2014 hazırlığı

Hatırlama’yı a capella olarak besteler. Metnin kurgusuna yaslanma konforu kulağa hemen çarpıyor. Müzikal kişiliğini, anlatı özürlülüğü nedeniyle görsel/plastik efektte aradığından, yani, sahneye dönük eğilim ve duyarlılığından söz etmiştik. Bu bestesinde tipik bir örneğini görüyoruz. Tamamıyla tekrarlar üzerine oturtulmuş fiziki yapının iki açılımı var:

Sözcüklerin tekrarı ile yarattığı vurgularla, tatlı bir makamsallık” (Şefik Kahramankaptan, Sanattan Yansımalar, 17 Nisan 2018)

Ama “tekrar” etmeni, registerler arası geçişler ile desteklenerek, teatral/görsel bir hareketlilik, katmanlaşma izlenimi için de kullanılıyor. Esas amacının bu olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir çünkü peşine düştüğü dramatik kurguyu dört dakikalık bir sürede ancak bu şekilde sağlayabilir.

2013’ün ikinci vokal bestesi, bir Letonya halk şarkısı olan Ar Laivinu İelaidosi, a capella, dört dakika. Riga-Kamer Korosu siparişi. Letonya’dan Türkiye’ye sipariş şaşırtıcı sayılmaz mı? Üstelik, kendi halk şarkıları. Eğer Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 1-3 Nisan arasında Letonya’ya resmi bir ziyarette bulunduğunu ve bu ülkenin güçlü bir FETÖ üssü barındırdığını biliyorsanız, o kadar da şaşırtıcı sayılmaz.

2013’te iki a capella koro bestesi dışında bir çalışması yok.

2014’e yine bir Afşar Timuçin şiiri ile başlar: Kar Şarkısı. O da a capella. Dört dakika. Siyasal açıdan, “muhafazakâr Tanpınar” imajına karşı, “solcu Afşar Timuçin” dengelemesi. Hatırlama’nın tersine, şiirin toplumsal duyarlılığı, seçimin oldukça bilinçli yapıldığına işaret ediyor.

Ardından, Selige Sehnsucht/Mutluluk Veren Hasret. Kontr-tenor solo ve yaylı çalgılar orkestrası için. 12 dakikalık bu yapıt bir Alman oda orkestrasının siparişi: Kammerorchester Pro Artibus Hannover. Yine bir siyasal aroma: Selige Sehnsucht, Goethe’nin Batı-Doğu Divanı adlı yapıtında bulunan bir şiir. Goethe’nin, bu yapıtında, İslam ve peygamberine sempatiyle yaklaşmış olup, İslam’ı ayrıcalıklı bir yere oturttuğu biliniyor. Söz konusu şiirde dinsellik, mistik boyut epey yüksek. Hatta, tasavvufi açılımları var. Zaten selig (çok mutlu) kavramı da benzer bir anlam alanında. (Marc Lacheny, Religions et religion dans le Divan (1819) de Goethe, hal.archives-ouvertes.fr, s.14-15)

İslamcı siyaset açısından oldukça yerinde bir çalışma. Üstelik, FETÖ’nün dinlerarası diyalog politikasına da pek uygun. Siparişi veren Hans-Christian Euler’in içine doğmuş olmalı.

Bu arada, kontr-tenor kullanımının dramatik derinlik ve sahne izlenimini güçlendirici rolüne dikkat çekmeli.

2014’ün son yapıtı Eşik. Bu kez vokal değil, piyano için. Sekiz dakika. Vokal olamama nedeni, piyanist Ece Demirci’nin siparişi olması. Bir tür kripto vokal denebilir. Tanpınar’ın Eşik adlı uzun şiirinden enstrümantal beste olarak düşünülmeli.

Ancak gözle dinlenebilir olan bu yapıtı Hatırlama ile karşılaştırdığınızda, Şerbetçi’nin neden vokale geçmek istediğini çok daha iyi anlayabilirsiniz. Anlatı zafiyeti o ölçüde ki, dramatik efekt bulmak için piyanoya saç baş yolduruyor. Metin, Şerbetçi için gerçekten de olmazsa olmaz. Bu yapıtın, sipariş çekiciliği dışında, Şerbetçi için bir yol kazası olduğu düşünülmeli.

2014’te islamcılar Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü neyzen Niyazi Sayın’a verirler. Gerçekte ödül “ney”e verilmiştir. Bilindiği üzere, ney, kudüm ile birlikte dini müziğin en önemli enstrümanıdır. Türkiye’de liberalizm islamcılık anlamı taşıdığından, neoliberal dönemin resmi ve meşru çalgısı haline gelmiş, çoksesli müzikten popa, arabeskten caza, her yere sokulmuştur. Niyazi Sayın önemli bir neyzendir ve neyde bir “okul” kurduğu genel kabul görmektedir. Bu yönüyle, ödüllendirilmiş olması, dini müzik bestecisi ve kudümzen Hatipoğlu ile 2012’de resmi düzeyde kutsanan dini müziğin, Sayın ile ney üzerinden devamı anlamındadır. “Kutb-i nâyî” Sayın ney sazını tanımlıyor:

Ney, Bismillahirrahmanirrahim’deki B sözünü ifade ediyor. O, Hazreti Resûlullah’a hitap eder bir sözdür. Onun ekmeliyyetini terennüm eden bir sözdür. Ney, Hazreti Resûlullah’ı terennüm eden bir sözdür. İslamiyet Resûlullah’ı tahsil etmektir.” (Gündemin içinden, KonTV, 1996)

İslamcılar Gezi engelini de aştıktan sonra iyice rahatlamışlar, özgüven patlaması sürecine girmişlerdir. Dolayısıyla, ödül yanlış adrese gitmemiştir.

Yarayı genişletirler: Anayasa Mahkemesi türban önündeki hukuki engeli kaldırır (Haziran), ortaöğretimde 5. sınıftan itibaren öğrencilerin türban ile derslere girmesine izin verilir (Eylül), 19. Milli Eğitim Şurası’nda, Osmanlıcanın ortaöğretim kurumlarında seçmeli ders olarak okutulması kabul edilir (Aralık)…

Özgüven patlaması: 2015-2016

Özgüvenin ilk önemli siyasal şovu, 19 Ocak 2015’te, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı sıfatıyla, Bakanlar Kurulu’nu sarayda toplamasıdır. Başkanlık/Saray rejiminin işareti verilmiştir. Temmuz’da, sarayda yaptırılan cami (Beştepe Millet Camii) ibadete açılır, kamu kurumlarında Cuma namazı izni resmileşir (Ocak 2016), İstanbul’da yapılan 13. İslam Zirvesi’nde, merkezi İstanbul’da olacak bir İslam İşbirliği Teşkilatı Polis İşbirliği ve Koordinasyon Merkezi kurulması kararlaştırılır (Nisan). Erdoğan’ın, Kut’ül Amare zaferinin 100. yıldönümü nedeniyle 29 Nisan 2016’da yaptığı konuşma, islamcıların özgüven patlamasının tam bir özetidir: Osmanlı övgüsü, Osmanlı-Cumhuriyet devamlılığı, Laik Cumhuriyet’i gayri millilik ile suçlamak, ümmetçilik:

” Milletimizin, medeniyetimizin binlerce yıllık tarihini, neredeyse 1919 yılından başlatan bir tarih anlayışını reddediyorum. Her kim ki son 200 yılımızı, hatta son 600 yılımızı soyutlayıp eski Türk tarihinden Cumhuriyete atlıyorsa biliniz ki o kişi milletimizin de devletimizin de hasmıdır.

Maalesef biz resmi tarihimizi yıllarca tam da İngilizlerin istediği gibi düzenledik… Kendi tarihimiz üzerine kara bir örtü örtmeye çalışmışız. Kendi tarihimizi gömmeye çalışmışız… Hem ecdadımıza saygısızlık, hem de gelecek nesillere çok büyük kötülük…”

“Batı medeniyetinde Türk, belli bir kavmin adı değil, tüm Müslümanları ifade eden bir isimdir.”

Ve geliyoruz işin bam teline. Saray diyor ki, şimdiye kadar Laik Cumhuriyet’in kurumsal ve kültürel iradesini kırma savaşı verdik; ancak düze çıktık. Artık, eğitim, kültür, sanat işlerine radikal biçimde el atma zamanı geldi:

Geçtiğimiz 13 yılın siyasi sorumluluğunu üstlenen bir kişi olarak, tarihimizi yeni nesillere bu yönüyle anlatma konusunda yeterli mesafeyi katedemediğimizi bir özeleştiri olarak burada ifade ediyorum. Demokrasiye ve kalkınmaya dair önceliklerimiz bizi öylesine kuşatmıştı ki, özellikle eğitimde, kültürde, sanatta arzu ettiğimiz değişimi gerçekleştirecek adımları atmakta maalesef yavaş davrandık. Eksiğimiz var, ama aşacağız… Bu değişimin bizim için en az diğer alanlarda sağladığımız başarı kadar önemli olduğu…

İşte, bu tarihten sonra atılan adımlar, söz konusu değişimin kurumsal çerçevesini oluşturmaya yönelik olacaktır.

Bu arada, askeri lise ve harp akademileri kapatılıp yerine, içinde camisi, başında da Erhan Afyoncu adında, Hz. Ali cenkleri ve Malkoçoğlu kültürü ile yetişmiş, şeriatçı/osmanlıcı bir eleman bulunan Milli Savunma Üniversitesi kurulur (Temmuz), Haydarpaşa Gülhane Tıp Akademisi’nin adı, Haydarpaşa Sultan Abdülhamid Eğitim ve Araştırma Hastanesi olur (Ağustos)…

Müzikte, 2015 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü arabesk baronu Orhan Gencebay’a, 2016’nınki ise, Erol Parlak’a verilir.

Berhudar Orhan’a gelene kadar dört müzisyene ödül verilmiştir. Üçü alaturkanın ağır topları, Alaeddin Yavaşça, Ahmet Hatipoğlu ve Niyazi Sayın, biri ise sol arabeskin kurucusu Ahmet Kaya. İlk üç ismin arabesk ve Gencebay’a son derece soğuk ve mesafeli durdukları sır değil. Aynı tavır Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu için de geçerlidir. Ahmet Kaya ise tersine.

Alaturkanın islamcıların doğal kültürü olduğu ve bu müziğin oturaklı isimlerinin arabeske şiddetle karşı durdukları düşünüldüğünde, yine de “ortada bir çelişki yok”, denebilir mi?

Evet, denebilir. Çünkü islamcılar önce liberal, sonra dincidirler.

Açalım:

Neoliberal estetiğin, “türler arası geçişkenlik”, “her tür müzikal unsurun sınırsız ve özgürce kullanımı” anlamına geldiğini belirtmiştik. Arabesk, türler arası geçişkenlik anlamında neoliberal/postmodern estetiğe son derece elverişli bir altyapı sağlıyor. Dolayısıyla, günümüzde her liberal iktidar arabeski kutsamak zorundadır.

Üzerine, islamcıların Laik Cumhuriyet’e düşmanlıkları eklenmeli:

a) Arabesk, Laik Cumhuriyet’in en yasaklı çocuğudur.

Alaturkacıların, tüm serzenişlerine karşın, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasından itibaren, yükselen bir hızla, geniş bir rehabilitasyona tabi tutuldukları sır değil. Oysa, arabesk, en yoz müzik sıfatıyla, 90’lar neoliberalizmine kadar kamusal alanda meşru sayılmamıştır. Laik Cumhuriyet alerjisi taşıyan islamcıların bu müziği kutsamaları doğaldır. Nitekim, Erdoğan, ödül töreni konuşmasında, arabeskin resmi irade tarafından dışlanmasını kastederek, “verilen bu ödülün, kendisine [Orhan Gencebay’a] yapılan haksızlıkların telafisi” anlamına geldiğini vurgulayacaktır.

b) Arabesk, alaturkanın gayri meşru çocuğudur.

Alaturkanın “sağ” estetik ve duyarlılığının varisidir. Gencebay’ın iki lafından biri “tasavvuf”tur. Yaptığı müziğin tasavvufi derinliğine gölge düşer gerekçesiyle, hiç sahneye çıkmamıştır. Kişi olarak da sağ siyasal eksende döndüğü biliniyor. Bu açıdan da, islamcılar için son derece meşru ve makuldür.

Bu verilerin ışığında, islamcıların Berhudar Orhan’ın şahsında arabeski kutsamalarını, özgüven patlaması yaşadıkları bir dönemde gerçekleştirmiş olmaları ne sürprizdir, ne de kültürel kodlarında bir aşınmadır. Tam tersine, 2018’de, Gencebay’ı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu’na atayarak, ülkedeki müzik politikalarını belirleyen kişi sıfatına kavuşturacaklardır.

Berhudar’ın atanma sonrası ilk demeci mi?

Sanatçı muhalif olmalı, diye bir söylem var. Sanatçı kesinlikle muhalif değildir.” (sozcu.com.tr, 4 Kasım 2018)

Özetle, alaturkadan sonra arabeske ödül verilmesi bir kırılma değil, mantıki devamlılıktır. Zaten, arabeske iki kanaldan gelen destek, olayın koordinatlarını yeterince açık hale getiriyor: Alaturka hayranı postmodern Şerbetçi’den ve alaturkanın ağır toplarından, Mevlevi dervişi, Rıfaî muhibbi Cinuçen Tanrıkorur ile, 2017’de aynı ödüle layık görülecek kanun sanatçısı Göksel Baktagir’den.

2016’da ödül Erol Parlak’a gider. Şöyle düşünebilirsiniz: O ana kadar verilen ödüller alaturka ve arabeske gitti, sırada halk müziğinin olması doğal.

Sorun şu ki, halk müziği, alaturka ve arabeske benzemiyor. Onların sağ estetik ve kültürlerine karşı, bünyesinde güçlü bir muhalif damar barındırıyor ve bu, hatırı sayılır oranda sol estetik ve duyarlılığa kapı aralayabilme potansiyeli taşıyor. Konu kılçıklı. İslamcıların formülü hazır: İki tür müzik vardır: “Milli” olan ve “Yabancı” olan. Milli olan, makamsal olandır. Alaturka ve halk müziği böyledir. Zaten bu ikisi arasında, terim farkları dışında, ciddi ayrılık yoktur. Hele “ruhiyatı” tamamen aynıdır: Anadolu’nun sevgi, barış, hoşgörü temelli yüksek maneviyatının ifadesi tasavvuf falan filan. Anlayacağınız, çocuklara pamuk helva! Geriye, helva esnafını bulmak kalıyor. Ölçütler belli:

a) Alaturka ile halk müziğini aynı ailenin fertleri kabul edecek. Her ikisinin ortak adı olarak “Milli müzik” nitelemesini kullanacak.

b) Anadolu coğrafyasını makam coğrafyası olarak tanımlayacak.

c) Müzik türlerini belirtirken, “Türk” ile “halk” nitelemelerini kullanmayacak. Türk Halk Müziği yerine, “Anadolu müziği” diyecek. Malum, Laik Cumhuriyet terminolojisinde “halk” kavramı, “saray”ın, “Türk” ise, “Osmanlı”nın karşıt anlamlısı olarak kullanıldığından, islamcılar için zinhar makbul değildir. Onların tercihi, alaturkaya, Osmanlı ya da Osmanlı Saray Müziği, halk müziğine de, Anadolu Müziği denmesidir. Böylece, Laik Cumhuriyet’in, saray/halk, Osmanlı/Türk ayrışmasına dayalı siyasal ve kültürel anlam alanlarının ortadan kaldırılabileceğini düşünürler.

d) Laik Cumhuriyet’in kültür politikasının yanlış olduğunu, yabancı kültürleri dayatıp, bizi öz kültürümüz olan dini ve manevi değerlerimizden uzaklaştırdığını hararetle savunacak; Osmanlı sempatisi belirgin olacak.

e) Yeni nesil bağlamacı olacak. Neoliberal estetiğe uygun biçimde, başta bağlama olmak üzere, halk müziği sazlarının solo sazlar olabileceğini, yani enstrümantal kapasitelerinin Batı müziği sazları ile eşit olduğu düşüncesini savunup, gösterecek; Batı müziği enstrüman ve orkestralarında yer alabileceklerine iman etmiş olacak.

f) Son derece hırslı, otorite karşısında “biat” refleksi geliştirme kapasitesi yüksek, liberal, pragmatik bir kişiliğe sahip olacak.

Adrese teslim ihale: Erol Parlak.

Hamisi İbrahim Kalın’dan izinsiz su bile içmeyen bu “komik-i saray”ı başka bir yazıda anlatalım; Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi adlı ucube islami proje kapsamında.

Ödülün siyasal arka planı açık.

Müzikal bir konuya dikkat çekerek tamamlayalım: Bu Erol Parlak, Arif Sağ ve Erdal Erzincan ile beraber, tezenesiz bağlama çalma konusunu 90’larda gündeme taşır. Anadolu’da yüzyıllardır uygulanan elle çalmayı modernize etme kararındadır. 1996’da Köln Filarmoni Orkestrası ile çalarlar. Erol kıymetimiz bu işi, 1998’de verdiği sanatta yeterlik (doktora) çalışmasının konusu yapar ve ardından da metodunu çıkarır: Modern Şelpe.

Halk müziğini, islamcıların sırtında düttürü dünyaya taşıyan kıymet: Erol Parlak.

Amaç, bağlamayı solo enstrümana dönüştürmektir. Bunun da tek yolu, bağlamadan gitar çıkarmaktır. Nitekim, modern şelpe denilen zorlama, kırk yıllık gitar tekniklerinden olan  “tapping”in bağlamaya uygulanmasından başka bir şey değildir ve hiçbir özgün tarafı yoktur. Solo enstrüman manisi, alaturkada da, kanundan arp çıkarmaya yönelecektir.

Oysa, alaturkanın da, halk müziğinin de hiçbir sazı solo olamaz. Çünkü bunlar eşlik sazlarıdır. Her iki müzik de vokal ağırlıklıdır ve bu nedenle sazların solo süreleri çok sınırlı olduğu gibi, ses hacimleri de yetersizdir. Ses hacmini elektronik akustik ile, solo dönüşümünü de enstrümantal alanı genişleterek yapmak, bu müziklerin ve sazların doğasına da, yapısına da aykırıdır; görgüsüzlüktür. Nitekim, bu işe girişenler, bağlamanın fiziki yapısıyla da oynamak yoluna gitmişlerdir. Sırf Batı müziği karşısında duyulan kompleksi gidermek için, “biz de solo yapıp, virtüöz oluruz” hafifliğinden başka bir anlam taşımaz. Her iki müziğin de hiçbir sazında virtüöz olunamaz. Virtüözlük, enstrümantal müziğe özgü bir terimdir. Modern şelpe falan gibi uyduruk tanımlarla ancak akrobat olunur; bağlama, kanun, tambur, ut vb. akrobatı olabilirsiniz, ama virtüözü asla olamazsınız. Akrobatlık çok önemli beceriler gerektiren, zor bir zanaattır. Kesinlikle küçümsenemez. Ancak sanat değildir. Hele yüksek sanat hiç değildir.

Bağlamanın hormonlu hale dönüştürülmesinin ilk evresi, elektro-akustik altyapıya yönelimdir; arabeskin sound’udur. İkinci evre ise, modern şelpe ile boyutlandırılmak istenen enstrümantale yönelimdir; postmodernin sound’udur.

Bağlamadan, kanundan vb. solo saz çıkarma gayretkeşliği, neoliberal dönem ve estetiğine, müzik türleri ve enstrümanlarının tarihsel tını belleklerini silme anlamında, çok uygun düştüğünden, islamcıların liberal fıtratına ve Batı müziği ile boy ölçüşme komplekslerine bütünüyle hitap etmektedir.

İşte, Erol Parlak gibi bir “modern şelpeci”ye ödül verilmesinin müzikal nedeni budur. Aynı doğrultuda, bir yıl sonra, 2017’de, bu kez alaturkanın Erol Parlak’ı denebilecek olan kanun sanatçısı Göksel Baktagir’e ödül verilecektir.

O curcunada Şerbetçi

İslamcıların özgüven patlaması yıllarında, Şerbetçi’nin de benzer bir özgüven taşkınlığına doğru seyirttiği gözlemleniyor. Hem müzikal, hem siyasal açıdan.

2015’teki ilk bestesi, Behçet Necatigil’in Sevgilerde şiiri. A capella ve yedi dakika. Bu bir sipariş. Ama, siparişi verenin kimliği ilginç. The Esoterics adlı koro. Daha doğrusu, bu koronun kurucusu ve şefi Eric Banks. Amerikalı Banks her türden mistik, ezoterik inançlara pek düşkün. Dünyadaki değişik dinlerin kutsal metinlerine yaslı besteleri, değişik dillerde seslendirecek bir koro kuruyor. Seattle ve Washington merkezli bu koroya, The Esoterics adını veriyor. Tam bir neoliberal dönem ürünü. Sıkı parasal desteklere sahipler. Eric Banks’in birçok bestesi var. İçlerinden ikisi, Mevlana’nın ahiret ile ilgili bazı dizelerinden bestelediği Javdani (2003) ve doğrudan Kuran’dan Arapça bestelediği, Twelve Qur’anic Visions (2005-2007).

Şerbetçi’yi, kendi tarz ve ruhaniyetlerine yakın bulmuş olmalılar ki, ta oralardan sipariş veriyorlar. Haksız sayılmazlar; Necatigil’in Sevgilerde’sinden kırk yıl düşünseniz aklınıza gelmeyecek öyle bir müzik çıkartmış ki, bir şiir bu kadar mı anlaşılmaz, demekten kendinizi alamıyorsunuz. Ece Ayhan gözlüğünden Necatigil okuması. Tamam da, adam zaten postmodern, özgünlük kaygısı yok ki. Nitekim, hedefi bulmuş: Gerçekten de ezoterik bir hava yaratmış. O, işin parasal ayağı. Müzikal dil ayağında ise, tasarladığı dramatik kurgu, henüz embriyon halinde bir opera izlenimi doğuruyor. Her iki özellik için de, özgüven harlanması diyebileceğimiz bir cüretkârlıktan söz edilebilir.

Ardından gelen beste, Yine Bir Şey Yapabildim Diyemem Hatırana. Orkestra için, 14 dakika. Ezoterik Necatigil’den, damardan islamcı Mehmet Akif ‘e geçiş, islamcıların siyasal özgüven konjonktürünün doğal yansısıdır. Siparişi veren de zaten islamcılar: Antalya’nın AKP’li belediye başkanı Menderes Türel. Hani, Vale Gürer (Aykal)’i yanlarına alarak, bir yıl önce, Fazıl Say’ı şutlayıp, oğlanın adını taşıyan Piyano Festivali’ne çökmüşlerdi ya; işte, oluşan etik dışı görüntüyü seyreltme amacıyla, sipariş üzerinden, yani, cebine para koyarak, işbirlikçi Şerbetçi’yi yardıma çağırırlar. Tabii, Çanakkale Savaşı’nın 100. yılı ayağına. İslamcıların başından beri Çanakkale’yi Kurtuluş Savaşı’na karşı konuşlandırıp, Mustafa Kemal’i gölgeleme taktiklerinin bir parçası yaptıklarını anımsatalım. Oraya geleceğiz.

Şerbetçi’nin özgüven patlamasının, Mehmet Akif Ersoy’a aşkının yanı sıra, diğer bir göstergesi, müzikal form düzlemindedir:

“[Mehmet Akif Ersoy’un] Çanakkale Destanı’ndaki, “Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor/ Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor.” dizesinden yola çıkarak Mehmet Akif Ersoy senfonisi yazmaya başladım ama henüz bitmedi. Bu eser onun bir parçası.” (Ali Eyüboğlu, Milliyet, t.y.)

2015’e kadar yazdığı orkestra yapıtlarının, beş dakikalık biri hariç (Sen Gülsün Ben Bülbülüm), tamamının 12-16 dakika arasında olduğu bilinen birinin birdenbire senfoni boyutunu göze alması, yalnızca özgüven patlaması ile açıklanabilir. Üstelik, bu kişi anlatı özürlüyse ve de bunun farkındaysa. Mehmet Akif kerameti mi, gazı mı, demeli?

Peki, Mehmet Akif senfonisi ne oldu?

Öngörülebileceği üzere, vokal arkasına sinilmiş oratoryoya dönüştü: Troya’dan Çanakkale’ye.

Bu arada, islamcı kurulum dönemi estetiğine uygun olarak, enstrümantal bir yapıtında ilk kez avangard biçemden kaçınma kaygısı hissedildiği vurgulanmalı.

Şerbetçi, islamcı efendilerinin izinden hiç ayrılmıyor. Çanakkale ile Kürt açılımını ilişkilendiriyor. İslamcıların 2009’da başlattıkları Kürt açılımı, 2015 yazında biter. Şehitler gelmeye başlayınca, her zaman olduğu gibi, vatan, bayrak, ecdat edebiyatıyla kendilerini aklamaya çalışırlar. Şerbetçi fırsatı kaçırır mı?:

“ [Yine Bir Şey Yapabildim Diyemem Hatırana], M. Akif Ersoy’un Çanakkale Destanı’nın sonundan alınmış bir dizedir. Yoğun anlamlar yüklü bir dize. Bir de bu eseri bestelediğim 2015 yılı yaz aylarında yine ardı ardına şehitler vermemiz, dolaylı da olsa bu konuyu içten içe yaşamama, yeniden yeniden düşünmeme yol açtı.” (Opus, Kasım 2015)

2015’in son yapıtı, Det obe uf em Bergli. Karma koro için a capella olarak seslendirilen dört dakikalık bu yapıt, ünlü bir İsviçre halk şarkısıdır. Şarkıyı, Türk halk müziğinden ezgisel unsurlar katarak düzenler. İsviçre’nin Basel kentinde 2016’da onuncusu yapılan Avrupa Gençlik Koroları Festivali (EJCF) kapsamında sipariş edilmiştir. Çalışmanın önemi, çok belirgin bir dramatik renklilik taşıyan bu halk şarkısını, bizden yaptığı eklemeler ile bütünüyle sahne algısına açık kurgulamış olmasıdır. Tam bir mikro opera:

İsviçre halk türküsünü farklı seslendirin, standart bir şey yapmayın, diyorlardı. [Türkünün] sözlerini sevdim; tam bir draması vardı. Kaşık çaldırdım. Ve opsiyonel olarak, becerebilen varsa, dans da edebilir, diye yazdım. Hayat dolu bir parça oldu. O dans sahnesine, “tini mini hanım”ı koydum.” (BESOM Konuşmaları-Hasan Uçarsu, YouTube, 3 Ekim 2018)

Artık, islamcı meşruluğun kanatlı atındaki süvaridir; 9 Nisan 2015’te İstanbul’da, 50. Doğum Günü Özel Konseri düzenlenir.

Şerbetçi’nin ilk göz ağrısı olan Eczacıbaşı Holding ile kalbi ve nakdi bağı hiç kopmamıştır. 2016’daki iki bestesinden ilki, İzmir Güzel İzmir, Holding’in İzmir ayağı olan İKSEV’in düzenlediği İzmir Uluslararası Müzik Festivali’nin 30. yıldönümü için sipariş edilecektir.

Viyola ve Piyano için İkili Konçerto (Bir Aşk Masalı) bu yılın en önemli bestesidir. Borusan Holding siparişi. 2015’te, Vale Gürer’e Antalya Piyano Festivali için verdiği desteğin ödülü. Ama aynı zamanda, islamcıların en meşru çokseslicisi oluşunun da tescili. Unutmamalı ki, Eczacıbaşı Holding ile Borusan Holding, bu alanda, görünürlükleri en yüksek olan holdinglerdir ve tüm büyük sermaye unsurları gibi, siyasal konjonktürü çok yakından izlerler. 2016’da, her ikisinden de sipariş almış olması, 2017 ve sonrasında, islamcı resmi mahfelde, meşruluktan starlığa geçecek oluşunun işaretidir.

Bu beste, Davetsiz Misafirler’den sonra, 25 dakika ile en uzun enstrümantal çalışmasıdır. Gerçekte, anlatı bütünlüğü çabası ve tonal sistem içinde kalma ölçütleri açısından ilk uzun yapıtı sayılmalıdır; Davetsiz Misafirler’in avangard yığma estetiği, süreyi işlevsiz biçimde uzatmıştır.

Bir Aşk Masalı iki özelliği ile öne çıkar:

a) İslamcı kurulum dönemi estetiğine uygun olarak, avangard üsluptan bütünüyle arınma iradesi gözlemlenir. Şerbetçi bu durumu lisan-ı münasip ile şöyle açıklıyor:

İkili konçertonun müzik dilinin önceki müziklerimden daha yalın, gereksiz aşırılıklardan özellikle kaçınan duru bir söylemde olmasını özellikle amaçladım. Müzik fikirleri üçlü aralığı içindeki motiflerden oluşur. Bu öz bazen tonal, bazen modal-makamsal çerçeveye ve özellikle eserin sonuna doğru Anadolu halk müziği deyişine yerleşerek farklı bağlamlarda ele alınır, farklı duyarlılıklara açılıp geliştirilir.

Gerçekten de söylediği gibidir. Estetik başkalaşım edası o ölçüde belirgindir ki, şaşkınlığa bile yol açar:

Eserin en şaşırtıcı özelliği ise müzik dilinin ağırlıklı olarak tonalite ve modalite barındırmasıydı. Uçarsu kullandığı bu müzik diliyle tüm dinleyicileri ters köşeye yatırdı. Herkesin beklentisi, kulaklardan ziyade beyne hitap eden, alışılmamış efektler ve kakışımlı tınılardan oluşan bir müzik iken, doğrudan dinleyicinin kalbine ulaşan sesler karşısında hepimiz büyülendik… Efektif sesleri, çalgıların geleneksel kullanımının dışına çıkmadan, renkleri birbirleriyle karıştırarak elde etmeyi tercih etmişti… tonaliteye ve uyuma geri dönüldüğü mitine canlı canlı tanıklık etmiş olduk.” (Orçun Orçunsel, Andante, Nisan 2017, sayı:126, s.59)

b) Anlatı sorununu aşabilmek için, metne yaslı vokal konsepti enstrümantale taşır. Adeta “enstrümantal opera” yaratır. Klasik müzikte ikili konçerto, risk unsuru fazla olduğundan, epey az sayıdadır. Şerbetçi, riski göze alır çünkü dramatik kurguyu oluşturması ancak bu yolla mümkündür; konçertoyu sahne yapıtı olarak tasarlamıştır.

Kurguladığı aşk masalında, viyola kadını, piyano erkeği, orkestra da toplumu temsil eder:

Solist sazların karakter, güç ve yapı olarak birbirlerinden uzak düşmeleri bir yandan teknik sorunlar üretirken, öte yandan eserin iç dünyasına doğrudan katkıda bulunur… Viyola ve piyano, kadını ve erkeği [temsil ederler]… İki insanın ilişkisini çağrıştıran biçimde inişleri, çıkışları, birliktelikleri ve farklılıklarıyla ele alınır. Orkestra ise toplumsal zemini temsil eder. İkili konçerto, bir kadın ve bir erkeğin birlikte ördükleri destansı bir aşk serüvenidir.” 

Yapıt o kadar “sahne yoğun”dur ki, solist sazlar operanın solistleri, orkestra ise korosuymuş izlenimi doğar. Şerbetçi adeta bir librettodan söz ediyor gibidir:

1.bölüm… Ferhat ile Şirin, Romeo ve Jülyet gibi trajik aşk destanlarına gönderme yaparken… [2.bölüm]  destansı bir deyiş ve solukla ele alınır.”

“Destan/destansı deyiş ve soluk” söyleminin dramatik payanda arayışlarına karşılık geldiğini belirtmeye gerek yok. Yanı sıra, sahne terimleri kullanmaya başlamıştır. İlk altı dakikalık bölümü “prolog” olarak adlandırır:

Son müziklerimde prolog falan gibi terimler kullanmaya başladım. Sahne ruhuna mı giriyorum, acaba…” (BESOM Konuşmaları-Hasan Uçarsu, YouTube, 3 Ekim 2018)

Her şey Şerbetçi’nin adım adım operaya yaklaşma eğilimine tanıklık ediyor. Nitekim, özgüven patlamasının doğal etkisi de eklenince, hepsi de sahne duyarlık ve konsepti ile bestelenmiş mikro ve orta ölçekli denemelerden sonra, doğrudan operaya yönelecektir. Malum, metne dayalı vokal çalışmanın, dramatik kurgusu en belirgin biçimi operadır. Şerbetçi’nin bu eğilimi doğaldır. Anlatı yükünü çok büyük ölçüde, sahnede izlenebilen görsel dramatik kurgu üstleneceğinden, müzikal anlatının arada kaynaması, hele bizimki gibi bir ülkede, kolay ötesi sayılır.

Kolları sıvar. Selahattin Batu’nun 1944’te manzum tragedya biçiminde kaleme aldığı Güzel Helena adlı yapıtından bir opera çıkarmaya karar verir. Librettoyu rejisör Mehmet Ergüven hazırlayacaktır.

Güzel Helena’nın konusu mu?

Troya Savaşı.

Şerbetçi uyanık esnaf; 1998’de, Troya, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmıştır. Kararın 20. yılında bazı adımlar atılması planlanmaktadır. Nitekim, 2014’te, Troya Müzesi’nin temeli atılır. 2017’ye gelindiğinde, 2018 Troya yılı ilan edilecektir. Bir opera siparişi verileceği kesindir. Şerbetçi’nin kulağına fısıldanır. Hemen ön alır. Fakat, siparişi kapamayacak, ama eli boş da kalmayacaktır. Piyangodan opera yerine oratoryo çıkar: Troya’dan Çanakkale’ye.

Peki, Güzel Helena’nın yazarı Selahattin Batu kimdir?

Bir Nazi sempatizanı. Bilim adamı. 1927-1931 arasında devlet bursuyla Almanya’da genetik-zootekni alanında doktora eğitimine gönderilmiş, 1969’da emekli olana kadar Veterinerlik Fakültesi’nde hocalık, iki kez de dekanlık yapmış.1943-1946 arasında ise milletvekili. Şiir, tiyatro, deneme yazıları var. Yahya Kemal ve Tanpınar’ın etkisinde. Muhafazakâr, sağ eğilimli. Şiirlerinde güçlü tasavvufi simgeler var. İnsanların aşırılıklarına karşı dinin kurtarıcılığına inanır. Doğal olarak, sola çok soğuk bakar:

Özellikle henüz oturmamış kültürlerde, türlü sosyal dertler, acılar, haksızlıklar içinde yüzen Türkiye’miz, ya da Asya, Yakın Doğu memleketleri gibi ülkelerde bir Goethe, Sheley, bir Rilke gibi yaratıcılar değil, bir Gorki, bir Dostoyevski, bir Brecht gibi isyancılar eller üstünde gezer; Haşim, Yahya Kemal değil, Nazım Hikmet sevilir…”  (Çakır Zengin, Selahattin Batu’nun Hayatı, Sanatı ve Şiirleri Üzerinde Bir İnceleme, Giresun Üniv. Sos. Bil. Ens., Y. Lisans tezi, s.83)

Şiirde toplumsal duyarlılığa hiç tahammülü yok:

Kimsenin gerçek değerlere, başarıya baktığı yok. Dünya görüşleri tek ölçü bugün… Daha konuları görünce dudak büküp geçiyorlar. Ölüm, sevgi, ölümsüzlük temleri gerilik; doğaya, göklere, dağlara hayran olmak eksiklik, budalalık… kişisel konular bunların hepsi… Şairden ya sınıf kavgası, ya da kahramanlık şarkıları istiyorlar.” (A.g.y., s.126)

Öldüğü güne kadar koşulsuz bir Alman hayranı kalan Batu’nun Troya yorumu epey sorunlu. 2. Dünya Savaşı öncesinde ve süresince Türkiye’de güçlü bir Nazi hayranlığı vardır. Çoksesli müzik dünyasında Saadet İkesus Altan, Semiha Berksoy, Ferhunde Erkin gibi öne çıkan isimlerin yanında her alanda ve her düzeyde birçok kişi bu kategoridedir. Birçoğu Almanya’da eğitim görmüş olanlardır ve savaşı Almanların kazanacağına emindirler. Selahattin Batu da bunlardan biridir. Troya savaşı ile 2. Dünya Savaşı’nı özdeşleştirerek, şu yorumu yapar:

Güzel Helena’yı 1944’te yazdım. İkinci bir genel savaş en azılı günlerini yaşıyordu… Almanya’da, İtalya’da sokaklara kan yağıyordu. Ama Hitler bir zaman ne büyük ülkülerle işe başlamıştı! Milletinin bin yıllık tarihini kuracak, sosyal bir devlet yaratacak, dünyaya yeni bir nizam, yeni bir düşünce, yeni bir yaşama getirecekti. Güzel Helena bu ülkü olabilir, diye düşündüm. Bu ülküyü onun güzelliğinde biçimliyebilir, canlandırabilirdimO günlerde akıtılan kanlarla yangınlar da bir Troya savaşıydı, orada da aynı şeyler olmuştu.” (Selahattin Batu, Güzel Helena, Maarif  Basımevi, 1959, Ankara, s.VI)

Selahattin Batu Hitler’in savaş öncesi siyasal programı ve Almanya’daki uygulamaları konusunda hiçbir olumsuz değerlendirmeye sahip değil. Tam tersine. Helena’nın güzelliği ile Nazi ülküsünü özdeş kılıyor. Tek sorun, bu idealleri gerçekleştirmek uğruna başlattığı savaşın uzaması nedeniyle çok kan dökülmüş olması. Bu da, insanlardaki ilkel içgüdüleri tetiklemiş vb.

Nazi ülküsünü Helena’nın ağzından öyle bir güzelliyor ki:

Koro: “O [Helena kastediliyor] en büyük gururu Hellas’ın [Yani, Almanya’nın]” (A.g.y., s.18)

Helena: “Herkes ya bir kardeşti, ya dosttu birbiriyle,

                Düşmanlık duygusunu öğrenmedik…

                Kahramanlık, insanlık demekti ülkemizde.

                Hakir saymak geçmezdi aklımızdan kimseyi.”

                Yabanda doğsa bile, insan insandı bizde.” (A.g.y., s.84)

Batu, Helena üzerinden büyük bir hayal kırıklığını yansıtır. Güzel ve meşru amaçlar ile yola çıkılmış ama sonuç kan ve acı olmuş. Hitler savaşı çok hızlı bitirseydi, yazarımız savaşın yıkımından şikâyet etmeyecek, hayal kırıklığı yaşamayacaktı. Zaten, yapıtın 1944’te kaleme alınma nedeni de bununla ilgili ve hiç de masum değil. 1943 başında, Nazi ordularının Stalingrad önünde bozguna uğramaları, 2. Dünya Savaşı’nın Naziler için kaybedilme sürecini başlatmıştır. 1944’e gelindiğinde, kaybedecekleri artık kesinleşmiş gibidir. Bu sırada, Batu milletvekilidir ve savaşın gidişatı konusunda sokaktaki insana göre daha ayrıntılı bilgilere sahiptir. Savaşın vahşetini eleştirirken, “Almanya’da, İtalya’da sokaklara kan yağıyordu” diyerek, savaşın Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya topraklarına gelmiş olmasına içerliyor. Sovyetler’in adını dahi anmıyor. Oysa, Nazi vahşetinin en büyük bedelini Sovyet halkı ödemiştir. Batu’nun hayal kırıklığı; Naziler kaybediyor, Almanya yıkılıyor.

Üstelik, Helena kişiliğinde canlandırdığı Nazi ülküsünün bize hiç de uzak olmadığı inancındadır:

“[Helena] adı Türkçe olmasa bile ruhu bizimdir. Deyişi, düşünüşü, duyuşu bizimdir. İçimizde sezdiğimiz, yaşattığımız kadındır.” (A.g.y., s.133)

Bu yapıtın Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından ancak on yıl sonra, 1954’te sahnelenebilmesi şaşırtıcı değildir. 1944’ten itibaren hızla yükselen anti-nazizm, Türkiye’de, aynı yıl, Nazi yanlısı Türkçü-turancı isimlerin tutuklanmasına yol açmış, dünyada da Naziler ve Almanya’ya karşı büyük bir antipati doğmuştur. Oysa, 50’lere gelindiğinde, anti-sovyetizmi temel alan politikalar, Almanya ve Nazilere yönelik tavrı esnetecek, bize yansısı da Menderes dönemi olacaktır. Yapıtın bu dönemde sahnelenmesi doğaldır.

İşte, Şerbetçi’nin ilk opera girişiminin libretto hammaddesi ve duyarlılığı budur. Troya ile 2. Dünya Savaşı özdeşliğini kuran Batu örneğini izleyerek, o da Troya ile Çanakkale Savaşı’nı özdeşleştirecektir. İslamcılara da, bir Alman sevdalısı olan Mehmet Akif’in ruhuna da çok uygundur; Yeni Şafak yazarı, islamcı cenahın en militan Laik Cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlarından olan tarihçi Mustafa Armağan’ın, 20 Mart 2017’de, “Çanakkale’yi geçilmez kılan kahramanlarımız…”  yazısı altına, Nazilerin, Kudüs müftüsü Emin el-Hüseyni’nin desteği ile, Nazi ordusunun bir parçası olarak kurdukları Bosnalı Müslümanlardan oluşan ve “Fesli Naziler” olarak da adlandırılan 13. Waffen-SS Dağcı Handschar (Hançer) birliğinin toplu namaz fotoğrafını koyduğunu anımsatalım. Malum, dervişin fikri neyse, zikri de odur.

Öte yandan, Şerbetçi yeniden Sayguncu olduğu için, Selahattin Batu ismi paso meşrudur da: Saygun’un Kerem ve Köroğlu operalarının librettisti odur.

Saray’ın ve Şerbetçi’nin 2017 saltanatı

2017’nin en önemli siyasal olayı, 16 Nisan’da yapılan şaibeli halk oylamasıyla başkanlık sistemine, yani, saray rejimine geçilmiş olmasıdır. Yukarıda değindik; özgüven patlamasının doğal sonucu, islamcıların Laik Cumhuriyet’i tasfiye etme rekabetidir. FETÖ ayağı 15 Temmuz 2016’da askeri darbe, Saray ayağı ise 16 Nisan 2017 referandumu ile sivil darbe yoluyla bu amaca ulaşmaya çalışacaktır. Her ikisi de, siyasal rejime yönelik en büyük kurumsal saldırıdır. Ergenekon ve Gezi engellerinin aşılması sonrasında beklenen doğal bir gelişmedir. Saray, 29 Nisan 2016 konuşmasıyla özgüven patlamasınının yönünü göstermiştir ya, artık, Osmanlı ve dinsel kültürü tek pusuladır:

Temmuz ayında Evrim teorisi müfredattan çıkarılır. 7. sınıftan itibaren cihat kavramının anlatılmasına karar verilir.  “Değerler eğitimi” adı altında islami değerler, matematikten müziğe tüm dersler için temel kabul edilir. Dokuzu zorunlu 33 din dersine ek, sosyal bilimler grubuna iki islam dersi daha eklenir. Müfredattaki din dersi sayısı, İran ve Suudi Arabistan’dakini geçmiştir. Aynı pakette, tüm okullara mescit ve abdesthane zorunluluğu getirilir.

Yine Temmuz 2017’de, siyasal islamın müzik alanındaki militan kurumsallaşma çabasına tanık oluruz: Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar ÜniversitesiBu soytarılığı ayrı bir yazıda ele alacağımızdan, kısaca geçelim: Osmanlı Saray Müziği alaturkanın siyaseten ihya edilmesi projesi olan bu girişim, halk müziğini alaturka çatısı altına alarak, saray/halk müziği ikiliğini gidermek, “tüm müzikler eşit ve geçişkendir” neoliberal düsturuyla, alaturkayı ve halk müziğini Batı müziğine kaynatmak, bunu yapabilmek için de, tarihsel müzik belleğini silmek amacını gütmektedir. Okul müfredatındaki islamcılaşmanın müzik eğitimine uygulanmış halidir. Gerçek halk müziği kültür ve duyarlılığına sahip herkesin gülüp geçeceği bu kaba tuzağın kurulmasına teşne halk müzikçiler yok mudur? Olmaz mı?  İşbirlikçi Erol Parlak başa geçirilir. Sancho Panza olarak da işbirlikçi Tatara Murat, yani, Okan Murat Öztürk tayin edilir. Neyse, uzatmayalım. Bu mahlukatı anlatacağız.

Eylül’de, 1932’den beri şehit cenazelerinde çalınan Chopin’in Cenaze Marşı, Itrî’nin Segâh Tekbîr’i ile değiştirilir.

Kasım’da, şeri hukuka uygun olarak, müftülere nikâh kıyma yetkisi verilir.

Aralık’ta, AKP, MHP ile anlaşarak, başkanlık/saray rejimine geçişi sağlayacak anayasa değişikliği tasarısını meclise sunar.

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne ise, Göksel Baktagir layık görülür. Çok güçlü bir müzikal ve siyasal simgedir.

Göksel Baktagir: Kanun sazına çağ atlatan Roman fırtına…

Milli kıymetimiz Baktagir’imiz

Güçlü müzikal simgedir, çünkü alaturkanın neoliberal estetiğe yatırılmış biçiminin, islamcılar için en başarılı sentez olarak algılandığının tescillenişidir.

Alaturkanın neoliberal estetiğe yatırılmış biçimi mi?

Üç çekmeceli bir komodin:

1) Bir eşlik müziği olan alaturkayı enstrümantal müziğe dönüştürmek; bu yolla klasik Batı müziği ile eşitleyip, yüz elli yıllık kompleksimizden kurtulmak.

Göksel Baktagir 350 civarında enstrümantal yapıt besteler. Bu konuda açık ara birincidir:

Bizim müziğimizde, musikî kültürümüzü taşıyan enstrümanlardır. Ama uzun yıllar bu enstrümanlar refakat denilen konumda kalmış. Neden? Çünkü sözlü müziğimiz çok daha önde gitmiş ve bu yüzden maalesef enstrümanlarımız için yazılmış eserler çok kısır kalmış.” (Zaman, 11 Ağustos 2013)

Nitekim, aldığı ödülün de gerçekte enstrümantal alaturkaya verildiğini vurgular:

Üst makamların enstrümantal müziği desteklemesi, farkında olması ve takdir etmesiyle aslında rahmetli Tanburi Necdet Yaşar hocamızın hayali de gerçekleşmiş oldu.” (sabah.com.tr, 26 Kasım 2017)

Enstrümantal müzik en ayrıcalıklı müzik türüdür.” (hurriyet.com.tr, 30 Nisan 2018)

2) Alaturka müziği diğer müzik türlerinin içine sokarak, evrensel kılmak.

Ödül töreninde yapılan biyografik tanıtımdan:

Göksel Baktagir müziğin evrenselliğinin yaşayan en önemli temsilcilerindendir… Kanunun açısını new agecaz gibi diğer müzik türlerine doğru genişleterek evrensel bir senteze ulaşan…

Yani, alaturkanın new age, caz, senfonik müzik (Tekfen Filarmoni’nin de solistidir) gibi türlerle karışması evrensel sentez anlamı taşıyor. Baktagir konuyu pratik biçimde çerçeveliyor. Alaturkanın özgün biçiminin korunması gerektiği düşüncesini “müzecilik” olarak adlandırıp, eleştiriyor:

Biz müzeci mantığında, bize miras kalan değerleri sadece işleyip üzerine bir şey koymazsak bitirebiliriz bu müziği.” (Zaman, 11 Ağustos 2013)

Batılı müzik türleri ile geçişkenlik konusunda:

Geçmişten geleceğe köprüler kurma gayretiyle müziği oluşturmaya çalışıyorum… Yaşanılan zamanın heyecanı ve yeniliklerini göz ardı etmek istemiyorum. Bu noktada da sentez çalışmalar ortaya çıkıyor. Batılı gruplarla ortak çalışmalar yaparken, ben o batılı altyapıya mutlaka bizim o makamsal renklerimizi katıyorum.” (iha.com.tr, 24 Nisan 2014)

Bir adım daha atarak, gerçekte alaturka ile Batı müziği arasında pek de büyük farklar olmadığını söylüyor:

Örneğin caz, dünyayı kuşatan bir tarz. Ana unsuru da doğaçlama dediğimiz kompozisyonlardır… Ama dünyayı saran bu tarz, yüzyıllar öncesinde Türk müziğinde zaten vardı. Mesela, Türk müziğinde enstrümantal caz formunun adı “Taksim”dir. Yine Gazel, Kaside gibi müziklerimiz de caz formundadır. Ama biz müziğimizi tanıtma ve yaşatma noktasında farklı adımlar atmamış olduğumuz için bunlar pek bilinmiyor.” (A.g.y.)

Hatta, günümüzde yaşasaydı, Dede Efendi’nin de cazcı olacağını ima ediyor:

Bu kültürün [alaturkanın] de tamamen bir müzeci mantığında taklitçisi olarak değil, bugünün anlayışını da katarak bir şeyler yapmaya çalışıyorum… Bugün bir Dede Efendi, Sadettin Kaynak, Tanburi Cemil Bey yaşamış olsaydı, üslûplarını bugünün de anlayışını katarak farklı tonlar içerisinde renklendireceklerdi… Tamamen bir müzeci mantığında, bir dönemin müziğini yapıp o kurallar içerisinde kaldığınızda, siz o alanı hapsetmiş oluyorsunuz.” (hurriyet.com.tr, 30 Nisan 2018)

Zaten, piyano ile kanun arasında da bir fark olduğu söylenemez:

Kanun ile piyano birbirlerine çok benzerKanun açık piyano görünümünde[dir]” (Ödül töreni konuşması)

Durum böyle olunca, çalma biçimi de aynı oluyor:

Sentez sayılabilecek başka müzik türleri içine de kanunu kattım. Zaman zaman bir arp, bir gitar, bir piyano gibi bütün parmaklarıma işlev katarak kullanıyorum.” (hurriyet.com.tr, 30 Nisan 2018)

Önce enstrümantal kimlik, ardından diğer türlerle geçişkenlik sağlayıp evrensel boyut kazanan alaturkanın neoliberal estetikteki son ayağı arabesk.

3) Alaturka ile arabeski barıştırmak. Daha doğrusu, alaturkanın, bu gayri meşru çocuğunu artık nüfusuna geçirmesini sağlamak:

“[10-14 yaş arası] 4 yıl kadar bağlama sevdalısı durumum sürdü. Elektro bağlamalara varıncaya kadar… Arabesk müziğin yaygın olduğu dönemdi. Orhan Gencebay gibi olmak istedim. Onun eserlerine ders çalışır gibi çalıştım.” (star.com.tr, 15 Kasım 2015)

Orhan Gencebay’ın müziğindeki melodik yapı beni cezp ediyordu, ruhuma çok iyi geliyordu. Bağlamada çıkartmaya çalışıyordum o ezgileri. Benim nota gelişimimde ve bağlama sazının tekniğini öğrenmemde büyük katkısı olmuştur onun eserlerinin. Müzikal anlayışımda önemli bir isim. O yüzden, Gönül Bağı albümümde, üstadımıza ithafen “Dilrûbâ” adlı, saz semaisi formunda, kürdilihicazkâr makamda bir eser yer alıyor.” (sabah.com.tr, 26 Kasım 2017)

Çok değerli müzik adamı Orhan Gencebay besteleriyle, icralarıyla beni çok derinden etkilemişti ve benim aslında yaptığım müziğe farklı bir temel oluşturdu diyebilirim. Farklı ilham kapıları araladı.” (Vapurda Çay Simit Sohbet, YouTube, 15 Kasım 2020)

Göksel Baktagir, Roman kumaşının getirdiği esneklik avantajını da kullanarak, yukarıdaki üç çekmeceyi de layıkıyla dolduracaktır.

İyi de, bu yola girmiş başka alaturkacılar da var. Hatta, bizzat kanun sanatçıları da. Bu Göksel Baktagir’in mutlaka başka bir artısı daha olmalı.

Var.

Burada işin siyasal boyutu devreye giriyor:

Milli kıymetimiz Baktagir alaturkayı Araplaştırıyor. Arabeski gerçek eksenine yerleştirip, alaturka kökeni ile buluşturmasının ötesinde, islamcıların yeni osmanlıcı/Arap referanslı siyasetlerine birebir karşılık veriyor.

Bilindiği gibi, Laik Cumhuriyet’in dış politikası, Arap dünyasına burnunu sokmama yönündedir. Oysa, islamcılar, tam tersini yapıp, Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler’in kuyruğuna takılacak, Suriye’de onlara destek verip, şeriatçı grupları kollayacaklardır. Arap sempatisinin iki sonucu olur: 2012’den itibaren artan bir hızla ülkedeki Suriyeli sayısı çoğalacak ve 2017’de 4 milyon ile, nüfusun yaklaşık %5’ine ulaşacaktır. İslamcıların teşvik ettiği bu birikme, muhafazakârlaşma/dincileşmenin etkin demografik altyapı unsurlarındandır. Aynı anda, Arap sermayesine açılım da başlamıştır. Katar ile simgeleşen bu süreçte, Erdoğan’ın da, 2014’te cumhurbaşkanı seçildikten sonra ziyaret ettiği ilk Arap ülkesi Katar olacaktır. 2014’te Katar’a TSK üssü kurulacak, 2015’te Katar Finansbank’ı, A Bank’ı, Dijitürk’ü satın alacak, Boyner’e ortak olacaktır. Yıllar içinde halka giderek genişleyip, Tank-palet fabrikasını dahi içine alabilecek noktaya ulaşır.

Göksel Baktagir’in Arap hayranlığı 2013’te yaptığı, Hayal Gibi Ezgiler/Kalb-i Coşku adlı albümde doruğa çıkıyor. 2007’de Tunus’a gidiyor. Coşkuyla karşılanıyor. Bir de bakıyor ki, orada, öğrenci diploma alabilmek için, eşlik enstrümanı ile 45 dakikalık bir resital vermek zorunda:

İcra etmek zorunda oldukları eserler arasında benimkilerin de olduğunu gördüm. Arap ülkelerinde saz müziğine olan alâka, muhabbet beni çok derin etkiledi. O renklere bürünmüş olan, daha oryantal tınılarla seyreden coşkulu bir albüm yaptık.” (yeniasya.com.tr, 22 Temmuz 2013)

Arap renklerine bürünmüş, daha oryantal tınılı besteler yapmaya başlar:

Tunus’tan döndükten sonra, Arap ülkelerinden bir takım davetler aldık ve aramızda gitgide büyüyen bir gönül birlikteliği oluştu. Orada her seferinde dikkatimi çeken ve daha çok heyecanlandıran şey ise Arap dünyasının bizim öksüz kaldı dediğimiz saz müziğinin işlenmesi konusunda Türkiye’ye nazaran daha doğru bir yaklaşımları olmasıydı. Onların müzik kültürleri içinde sözlü bölümün yanında bir o kadar enstrümantal bölüm kullanılıyor… Çok daha geniş, uzun soluklu eserler içerir.” (Zaman, 11 Ağustos 2013)

Böylece, islamcıların Arap dünyasına açılma siyasetlerini, Kalb-i Coşku albümü ile müzikal olarak taçlandırır.

Tamam da, bu albümün bir yerine mutlaka dinsel bir şeyler kaynatmalı. Malum, Arap müziği, “daha oryantal yapıda seyrettiği için daha ritmik ve daha melodik bir müzik türü.” Yanlış anlaşılmasın?:

Yâ Allah adını verdiğim kapanış eseri daha derinlikli bir parça. Orada Rashid Ghulam, Hazreti Ali’nin Peygamber Efendimiz’i (sav) öven sözlerinden çok derinlikli bir nutk-u şerifi Arapça kaside olarak seslendirdi. Bu açıdan manevi tarafı da çok ağırlıklı.” (A.g.y.)

Şimdi oldu.

Baktagir islamcıların yalnızca Arap açılımına değil, Ermeni açılımına da müzikal destek veriyor:

Lena Şamamyan Suriyeli bir Ermeni sanatçı. Arap dünyasının parlak seslerinden. Babanın kökü Maraş, Süryani anneninki Mardin. 1915 Ermeni katliamı sırasında Suriye’ye göçen ailelerin çocukları. Halep Konservatuarı’nı bitiren Şamamyan’ın önemli özelliği, caz ile oryantali sentezlemesi. Göksel Baktagir ile 2007’de üç şarkıda birlikte çalışırlar. Esas yakınlık 2013’te başlıyor. 20. İstanbul Caz Festivali’ne davet edilen Şamamyan’a sahnede, piyano, çello, bas gitar, davul ve kanun, yani, Baktagir eşlik ediyor. Şamamyan onun, Ah Yakıyor Bağrımdaki Ateş’ini Arapça sözlerle seslendiriyor. 2015 Mayıs’ında bu kez İstanbul konserinde yine Baktagir’in besteleri duyuluyor. Bu yoğun işbirliği 2016’da Lawna adlı albüm ile zirveye taşınıyor.

Bu sürecin Baktagir açısından siyasal boyutu var. İslamcıların 2009 birinci Ermeni açılımı başarısız olunca, 1915’in 100. yılı yaklaşırken, uluslararası planda gaz alma operasyonu anlamında ikinci Ermeni açılımı tasarlanır. Startı 2013’te verilen bu projenin finish çizgisi, Erdoğan’ın 24 Nisan 2015 taziye mesajı olacaktır. Baktagir ismi, bu vesileyle bir kez daha islamcı ajandanın sempatikler sayfasına kaydolur. Lena Şamamyan’ın yalnızca Ermeni değil, Arap kültür ve dilinden oluşu, Suriye’deki iç savaş nedeniyle Paris’e yerleşmiş olması, “caz+oryantal” formülüne tutkunluğu, sufi müziğinden etkilenmiş olması ve Baktagir’in bestelerine bayılıyor oluşu… Daha ne istenebilir ki?

Sarayın ödülünü fersah fersah hak etmedi mi?

Elbette. Ancak, müzik-din ilişkisi konusu biraz silik mi kaldı, acaba?

Lafı mı olur, canım! Baktagir için en kolayı o:

Ben müzik sanatının peşinde olduğum için sesleri ifade eden notaların ardındaki derinliği yakalamaya çalışıyorum. Her şeyde olduğu gibi bu manada da bizim kılavuzumuz yüce Yaradan’dır. Bizler yüce Yaradan’ın bize açmış olduğu kapıdan girmeye ve orada yol almaya çalışıyoruz… Eskiden beste yapanlara bestekâr denilmiyor; iz bırakan, tesir eden anlamına gelen müessir adı veriliyor, bestelenen eserlere de tasnif deniliyormuş. Bunun manası oldukça derin; aslında kâinatta her şey hazır, şayet sizde bu anlamda bir vasıf varsa, o alanda Yaradan’ın o sınırsız hazinesinden tasnifler yapmış oluyorsunuz. Burada çok derin bir alan ortaya çıkmış oluyor.” (yeniasya.com.tr, 22 Temmuz 2013)

Müziğin Yaradan’ın sınırsız, sonsuz hazinesinde zaten var olduğunu, dolayısıyla, ilahi bir yön taşıdığı tespiti işleri kolaylaştırır:

Kapıyı burada araladığımızda gideceğimiz nokta asıl kaynağın ta kendisi oluyor. En büyük ilhamın o asıl kaynak olduğunu anlıyoruz ve o sonsuz hazinenin çıkış noktası olan büyük resmi görmüş oluyoruz. Yüce Yaradan’ın herkeste bir yansıması var elbet, tabii ilhamı tetikleyen şeylerden biri de bu.” (iha.com.tr, 27 Nisan 2014)

Anladınız, değil mi? Kalın kafalılar için bir kez daha:

Bu kapıdan girdiğinizde mevcut her şey aslında Allah’ın hazinesi… O’nun lütfuyla tasnifler yapmaya çalışıyoruz. Zeki Arif Ataergin’e, “Kaç besteniz var?” diye sorulduğunda, “Benim bestem yok, hepsi Allah’ın tecellisi” diye cevap vermiş.” (sabah.com.tr, 26 Kasım 2017)

Galiba bis parçamız bu tirad; 20 Aralık 2017. Sarayda ödül töreni:

Her şey Yaradan’ın sınırsız hazinesi. Aslında tüm kâinatta mevcut olan bütün sesler Yaradan’ın hazinesi. Bu nedenle Allah lütfetti. Allah’a teşekkür ediyorum öncelikle… (alkışlar)”

Ödül ziyadesiyle hak edilmiş oldu. Arabesk, Arap, Ermeni, kanun, new age, caz, senfoni, Yaradan… Ya Osmanlı?

Olmaz olur mu?

Osmanlı devleti köklü bir medeniyet. Bizler çok köklü bir medeniyetin torunlarıyız. Osmanlı devleti dünyaya büyük mesajlar verdi, yeni kapılar araladı. Dolayısıyla, Balkan ülkelerinde bıraktıkları o tarihi izlerin insanlık barışı adına, birlikte yaşamak adına kültürel devamlılığın sağlanması çok önemli. Bu, geçmişte yapılmış.” (AA., 25 Temmuz 2018)

Milli kıymetimiz Baktagir’imizin bunca beceri ve yeteneği elbette yalnızca hassas sanatçı ruhunun, sesler ve notalardan oluşan o duygu dolu mabedinin tezyinatı. Gel gör ki, o ince ruha sahip olamayan gazetecinin aklına o aptal soru takılmadan edemiyor:

Acaba, bu işin, olağanın dışında bir akçe kapısı da var mı?

Baktagir’imiz beceri ve yetenekleri içinde ticaret de var. 2010’da MEB’e bir proje hazırlar. İlkokul müzik müfredatında, yabancı enstrüman kullanımı yerine, yerli enstrüman olarak kanun kullanılmasını önerir. 2017 ödül töreninde talebini bu kez kürsüde dillendirir. Kanunun boyutlarını küçültüp, mini kanuna dönüştürecek, ona da bir metod hazırlayacak. Kanunun avantajı, hem milli müziğin, hem de Batı müziğinin seslerini çıkarabilmesiymiş. Böylece, ikisi bir arada ekonomik paket de oluyor. İran’da yedi yaşında kanuna başlatıyorlarmış; Finlandiya’da kanuna benzer ama ondan daha ilkel olan ulusal çalgı “Kantele”ye başlama yeri anaokulmuş.

Sözü edilen öğrenci sayısının 18 milyon civarında olduğu düşünüldüğünde, satılacak mini kanun ve metodu ile, elde edilecek gelir hakkında bir fikir edinmek çok zor olmasa gerek. Yerli-milli enstrümandan deve yüküyle yerli-milli akçe. Ancak, Baktagir’in bu konuda sıkı bir rakibi var: Şirin Abla. Paranın kokusunu okyanus ötesinden tespit edebilecek donanıma sahip ablamızın da bu konuda girişimleri var. Anlatacağız.

Şerbetçi taçlanıyor

2017’ye, islamcılarınkine koşut müthiş bir özgüven ile giren Şerbetçi’nin taç giyme töreni etkinlikleri bu yıl başlayacaktır.

1) Nisan’da, şaibeli bir halk oylaması ile Saray rejimi kurulur. Aynı ay, Şerbetçi, Andante dergisine verdiği bir söyleşide, islamcıların müzik yaklaşım ve politikalarını kutsar:

En az Avrupa müziği kadar, kendi coğrafyamızı, geleneklerimizi, müziğimizi de yakından tanımamız gerektiğini düşünüyorum. Burada kastettiğim bütün Anadolu müziği, sadece Anadolu Halk Müziği de değil. Çevremizdeki Akdeniz bölgesi, Akdeniz havzası müzikleri, ortak makam müziği geleneği, Osmanlı müziği de dahil olmak üzere…” (Andante, Nisan 2017, s.126)

Belirtmiştik; islamcılar için “halk müziği/saray müziği” ayrımı Laik Cumhuriyet terminolojisidir ve yıkılmalıdır. Onlar için yerli ve milli müzik tek çatı altında toplanmalı, o çatıya da makam müziği denmelidir. İşte, Şerbetçi bu anlayışa uygun olarak, önce “Anadolu müziği” tanımını kullanır, ardından Arap müziğini de içerecek biçimde makam ortak paydasına yaslı Akdeniz havzası müzikleri der. Tek çatı/ tek ölçüt (makam), islamcıların Temmuz 2017’de Ankara’da kuracakları Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin kuruluş felsefesidir.

Türk Halk Müziği, Laik Cumhuriyet terminolojisinin bir diğer tanımıdır. Buradaki “Türk” sıfatı, bu müziği, yerli ve milli kabul edilmeyen Osmanlı Saray Müziği (alaturka)’nden ayırmak için kullanılır. İslamcıların şiddetle karşı çıkmaları üzerine, Şerbetçi, “Türk” sıfatını “Anadolu” olarak değiştirir.

Aynı söyleşide, islamcı dönemin müzik eğitimini göklere çıkarır:

Ülkemizde son 10 yılda [müzik eğitiminin] çok etkileyici bir noktada olduğunu gözlemliyorum. Cumhuriyet’in bu alandaki yatırımları artık misli misli ürünlerini vermeye başladı. Muhteşem bir birikimimiz oldu. Artık sürekli 3-5 veren bir hasat zamanı geldi. Bunu da zaten müzik insanlarımızın yüksek müzik seviyelerinden gözlemleyebiliyoruz… Türkiye’yi yurtdışıyla kıyasladığımda, maddi olanaklar ve kültürel çevre dışında ciddi bir fark olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Eğitimin içeriği, yetiştirilen öğrencinin donanımı çok yüksek…” (A.g.y.)

Konservatuar eğitimine büyük darbe vuran YÖK sistemi övgüsü,  özellikle son 10 yıla, yani, söyleşi 2017’de yapıldığına göre, 2007’ye, Ergenekon tarihine işaret etmesi, Laik Cumhuriyet ile islamcı yönetim arasında müzik eğitimi açısından bir fark görmemesi, şaşırtıcı sayılmaması gereken tipik işbirlikçi söylemin, üzerine basa basa, özgüven zehirlenmesi içinde dillendirilmesinden başka bir gerçekliğe sahip değildir. Ödülünü alacaktır.

2) Nisan ayındaki bu söyleşiden bir ay sonra, Andante dükkânının sahibi Damacana Serhan’dan Donizetti ödülü alır. Bu da şaşırtıcı değildir. Şerbetçi’nin starlık dönemi başlamış, Damacana talimatı almıştır. Esnaf adamdır; işini bilir.

Andante adlı dergi, islamcı iktidarın neoliberal görüşlerinin müzik haritasıdır. İslamcılar 2002’de iktidara geldiler; Andante dükkânı da aynı yıl açıldı. Onlar Damacana Serhan’ın cebini doldurdular, o da onlara sınırsız hizmet sundu. Hani, var ya, kazan kazan yöntemi. 20 yılda hangi hizmetler, ne karşılığında? Bir gün anlatırız.

İslamcıların 2016’da özgüven patlaması yaşadıklarını, artık, Osmanlı kültürü ve müziği alaturkanın tek gerçek pusula kabul edildiğini, Erdoğan’ın bu yöndeki 29 Nisan 2016 tarihli konuşmasını yukarıda vererek belirttik. Damacana Serhan mesajı alır almaz, 14 yıllık “klasik müzik dergisi”ni, bir ay içinde, “müzik kültürü dergisi”ne dönüştürme kararı verir:

Elinizde tuttuğunuz Andante’nin Mayıs sayısı aynı zamanda dergimizde bir dönemin kapandığına işaret ediyor… 2002 yılından beri sürdürdüğü “klasik müzik dergisi” formatından çıkıp bir “müzik kültürü dergisi” formatına bürünerek… Haziran sayısından itibaren yenileyeceğimiz Andante’nin çok daha geniş kapsamlı bir dergi olacağını söylememe herhalde gerek yok.” (Serhan Bali, Andante, Mayıs 2016, s.1)

Müzik kültürü dergisi” ve “geniş kapsamlı” ne mi demek?

Müzik türlerinin ahenkli biçimde kaynaştığı bir dergi” demek. (A.g.y.)   

Tam Türkçesi şu: İslamcılar klasik müziği ancak içine alaturka sazlar kaynatılırsa hoşgörüyle karşılarlar. Olmadı, halk müziği sazlarından biri. Hiç olmazsa, alaturkanın senfonik düzenlemesi. Saf haliyle klasik müzik Laik Cumhuriyet’i anımsatıyor ve bu, sinir uçlarına dokunuyor. Damacana’nın, “diğer müzik türleri” gevelemesinin altında yatan budur. Caz falan zaten Allah’ın emri. Cazsız bir neoliberal estetik düşünmenin olanağı yok. Alaturkacı Baktagir’imiz kanunu caza kaynatıp ödülü kapmadı mı?

Gerçekte, dergiyi diğer müzik türlerine açmayı daha önce de düşünmüş ama, cesaret edememiş. (A.g.y.)

Acaba neden?

Çok basit: İslamcıların kazanacağı belli değildi de ondan. Ticaret, Damacana’nın çok köklü aile kültürü. İşi sağlama almadan oltadaki yeme atlamaz. İslamcıların bütünüyle denetimi ele almaları 2014’ten sonradır. Damacana Serhan, Reis’inin Nisan 2016’daki işaretiyle hızla harekete geçer ve dükkânını bir ay içinde, “müzik türlerinin ahenkli biçimde kaynaştığı bir dergi”ye dönüştürüverir.

Kasım 2016’da, AKP-MHP başkanlık/saray rejimine geçişi sağlayacak anayasa değişikliği konusunda uzlaşırlar. Artık geri dönüş yoktur. İslamcı kurulum en radikal adımı atmıştır. Damacana Serhan sinyali kapar; Andante’nin Kasım kapağına alaturkanın önemli ismi Nesrin Sipahi’yi çıkarır. 14 yılda 121 sayı çıkmış olan derginin kapağı ilk kez bir alaturka müzik sanatçısına ayrılmıştır.

İslamcı rejim ve Arap sermayesi: Damacana Serhan alaturka meftunu oluyor.

Dahası var: Bu sayıdan itibaren, Katar’ın satın aldığı Finansbank’ın reklamı kapağa çıkar ve altta özel bir bant oluşturularak, “QNB Finansbank’ın katkılarıyla” ibaresi yerleşiklik kazanır. QNB, Qatar National Bank’ın kısaltılmışıdır. Yine bu sayıdan itibaren, kapağa eklenen özel Katar reklamı nedeniyle derginin fiziki boyutunda büyüme olur. Katar, Andante dükkânı sponsorluğunda daha bir görünürlük kazanır.

“Başkanlık/saray rejimi-Katar-alaturka” arasında ne gibi bir ilişki olabilir ki, mi dediniz?

Tamamen tesadüf!

İşte, Damacana Serhan’ın 2017’nin Donizetti Klasik Müzik Ödülleri’nde yılın bestecisi olarak Şerbetçi Hasan’ı seçmesi, yukarıda koordinatları verilen bağlamda son derece doğal, eşyanın ya da islamcı iktidarın tabiatına fevkalade uygundur.

Törende ödülü takdim eden kişi de tesadüfi değil: Hıncal Uluç. Vale Gürer ile birlikte Fazıl Say’ın Antalya’daki piyano festivaline çöken PR’cı. Şerbetçi’ye, Yine Bir Şey Yapabildim Diyemem Hatırına siparişini verdirip, kepazeliği örtmek için yardıma çağıran düo’nun Vale Gürer’den sonraki ismi.

3) Hemen ardından, Şerbetçi’ye büyük ödül: Troya’dan Çanakkale’ye. Bakanlık siparişi. İslamcılar ona ilk kez bu denli büyük bir proje sipariş ederler. Yani, bu kadar büyük bir para verirler. Dedik ya, starlık basamaklarını çıkmaya başlamıştır. Troya yılı nedeniyle bir oratoryo bestelemesi istenir. CSO’nun başında olan Şeyh Rengim Gökmen, Troya yılı için CSO’ya da bir yapıt gerektiğini ve en uygun bestecinin Şerbetçi olacağını bildirdiğinde, onun, bakanlık koridorlarında kotası yükselen bir isim olduğunu çoktan anlamıştır. Zaten, onu öteden beri beğenmekte, koltuklamaktadır. Müziğe bakışları, kişilikleri pek benzemektedir. Eh, işbirlikçi işbirlikçinin mıknatısıdır.

Şerbetçi sevinçten uçuyordur ancak, politik duyargaçları da sinyal vermeye başlamıştır. Laik Cumhuriyet’i tasfiye iradesinin bu ölçüde açıklık kazandığı bir dönemde, 2017’de, islamcılar ile bu kadar iç içelik, laik cumhuriyetçi kesimde alerjiye yol açmaz mı?

Hem de nasıl açar!

O halde, araya ufak bir gölge efekti atmakta yarar var: Bursa’nın CHP’li Nilüfer Belediyesi Orhan Kemal Sempozyumu düzenliyor. Keşke, yazardan birkaç da şiir bestelense… Şerbetçi hemen avın üzerine atlar; zamanlama bu kadar harika olur! Şöyle bayağı solcu havalı bir şey seçmeli. Orhan Kemal’in Nazım Hikmet’e yazdığı şiir biçilmiş kaftan. Hem Nazım, hem Orhan Kemal. Çelik karkas, billahi. Hemen işe koyulur ve altı dakikalık bir a capella beste ile vaziyeti dengeler.

Nazım Hikmet’e adlı beste nasıl mı?

Kibariye’den Nazım Hikmet şiiri dinliyorsunuz gibi.

Sol duyarlığa bu kadar mı uzak olunur? Öylesine yapay, öylesine bidon… Teknik açıdan ise, temcit pilavı: “26 Eylül 1943”, ”Bir Güvercin gibi”, “O dem” örneği minimalist tekrarlar üzerinden dramatik kurgu, sahne efekti arayışı. Resmen geviş getiriliyor. Opera saplantısı o noktada ki, her eline geçirdiğinden mikro opera yontmaya çalışıyor.

Hazır Bursa’dayken, konu da Nazım Hikmet iken ve de opera saplantısı tavan yapmış durumdayken, Şerbetçi’nin aklına dâhiyane bir fikir gelir: 1990’da besteleyip, 2002’de gözden geçirdiği, 2004’te islamcı kültür bakanlığının ikincilik ödülü verdiği, Nazım Hikmet’in  Arhaveli İsmail’inden yaptığı bale müziğini, niçin bariton ve orkestra için düzenlemesin ki?

26 Ekim’de Arda Aktar ve Bursa Devlet Senfoni Orkestrası seslendirir.

Nazım Hikmet bereketine devam: 19 Aralık’ta, Ankara’da, Musa Göçmen’in stüdyosunda, bu kez, 1991/1993 tarihli Nazım Hikmet Şarkıları’ndan ikisi, Şang-Hay Türküsü ve Yaşamak Ne Güzel Şey. Şeyh Rengim Gökmen’in bu operasyonunun perde arkasını Bertan Rona bölümünde anlatacağız.

Artık, “Troya’dan Çanakkale’ye”ye gönül rahatlığı ile başlayabilir.

Homeros, günün birinde İslamcı bir oratoryoya yataklık edeceğini bilseydi…

Troya’dan Çanakkale’ye kestirme yol

Şerbetçi’nin kalbi elbette Troya operası siparişi için çarpmaktadır. Bu yöndeki hazırlığından söz ettik (Güzel Helena). Ancak, Troya işi ihraç ürünü olarak tasarlanmıştır. O nedenle, bestecinin yabancı olması daha doğru olur. Troya’nın operası Bujor Hoinic’e, oratoryosu Şerbetçi’ye sipariş edilecektir. Bizimki, bu fırsatın, islamcı patronlarına full yaranıp, bir sonraki opera siparişini kapmak için çok elverişli bir olanak olduğunun farkındadır. Onlara mükellef bir sofra kuracaktır.

Nasıl mı?

Bilindiği gibi, islamcılar  “Türk” sıfatını, “Müslüman” sıfatının eşanlamlısı sayarlar. Yani, Türklerin İslam kültürü öncesindeki dönemlerini kale almazlar. Hele Orta Asya’dan göç filan gibi laflara çok bozulurlar. İnanmazlar da. Abdurrahman Dilipak’a sorun. Dolayısıyla, bu Troya onlar için hiç de hoş bir sözcük değildir. Bir defa, olay, İslamiyet’in ortaya çıkışından 1800 yıl, Türklerin islamı benimsemesinden 2200 yıl önce geçiyor. Ayrıca, savaşan taraflar ne Türk, ne de Türklerle herhangi bir ilişkileri var.

Gel gör ki, Troya dedikleri yer bizim Çanakkale’de. Gâvurlar da, hem Homeros denen bilmişi, hem de bu savaşı pek önemsiyorlar. Kendi uygarlıklarının temellerinden sayıyorlar. Ne yapalım? Bari turizminden yolumuzu bulalım. Aynı anda, islamcılığı koyulaştırırken, heriflere ne kadar çağdaş olduğumuzu, onların kültürleriyle iç içe yaşadığımızı falan da pompalamış oluruz. Peki, Avrupa’ya mal satmak istediğinizde, paketin üzerine Hoinic mi, Uçarsu mu yazmak daha akıllıcadır? İslamcılar önce tüccardırlar.

Ankara’da “Gâvur ” yapıladursun, Şerbetçi’ye de “İslami Troya” projesi sipariş edilir.

Yok artık!

Vallahi.

Yemin et!

Ekmek, Kuran çarpsın!

Tamam. İnandım da, o iş nasıl olabilir ki?

Her şey olur. Yeter ki, esnafını bul. Homeros ile Mehmet Akif’i eşleştirirsin, olur biter.

Kafayı mı yedin? Olacak şey değil! Ne alakası var?!

Troya Savaşı Çanakkale’de olmadı mı? Çanakkale Savaşı da Çanakkale’de oldu. Adı üstünde. Tamam işte; iki savaş, bir mekân. Bağla gitsin.

Yahu, elâlem poposuyla güler.

Endişelenme; yalnızca iç piyasaya verilecek. Yerli ve milli kültürümüz İslam’ın, Troya yılında “san’at” alanında tezahürünün ayrı bir önemi olduğunu anlamıyor musun?

İslami Troya

Troya’dan Çanakkale’ye, 80 dakikalık bir oratoryo. Süre olarak, Şerbetçi’nin palmaresinde tüm zamanların rekoru. Yapıtın dramatik dayanak duvarına gelince; formül gayet basit:

Uzunca süredir Mehmet Akif’in şiiri üzerine [Çanakkale Destanı] orkestra eşlikli koral bir eser yazmayı hayal ediyordum [Daha önce senfoni demişti]. Ayrıca, 3 yıl önce ilk operamı bestelemeye karar verdiğimde, librettoyu yazacak olan Mehmet Ergüven’le, Selahattin Batu’nun Güzel Helena’sını uyarlamaya karar vermiştik. Oyunun konusu Troya. Bu eser üzerinde çalışmayı sürdürürken bakanlıktan da Troya önerisi geldi. Opera istenmiyordu. Yaklaşık 45 dakikalık orkestra eşlikli koral bir eser tercih edilecekti. Fakat libretto ve yazarı konusunda herhangi bir fikir yoktu. Öneriyi ben sundum: Bu toprakların geçmişini ve bugününü birbirine bağlayan, iki savaşın arasındaki paralellikleri ele alan bir eser. Kabul edildi.” (Andante, Haziran 2019, sayı:152)

Gerek siyasal, gerekse müzikal açıdan, kendinin de farkında olduğu ciddi riskler taşıyan, bu sikletteki ilk büyük sınavı diyebiliriz.

Söz konusu siyasal risk, elbette islamcılar için değil, Laik Cumhuriyet değerleri nezdinde bizzat Şerbetçi’nin imajı içindir.

Açalım:

Şerbetçi “İslami Troya” yapmak için, Mehmet Akif’in Çanakkale Destanı şiirini temel alır. Yapıtında Homeros’un Troya anlatımından hiçbir şey yoktur. Koro yalnızca bazı isimleri art arda sıralamakla yetinir: “Sparta, Arkadia, Meneleos, Akhilleus…” Son derece işlevsiz, kat izleri göze batar halde bir yığılmadır. 80 dakika içinde Troya’yı anımsatması istenen yerler birkaç dakikayı geçmez.

Zaten kendi de yalanlamıyor:

Esas metin zaten Mehmet Akif’in Çanakkale Destanı idi. Sonradan Troya geldi. Esas odaklandığım Mehmet Akif idi, ona ekleme oldu.” (Günaydın Haftasonu, a para, 13 Kasım 2019)

Çanakkale Savaşı üzerinden, Troya islami eksene yerleştirilmeye çalışılır. Bu, islamcı iktidarın resmi bakış açısıdır:

Dönemin Çanakkale valisi Orhan Tavlı, 2018-Troya yılı kapsamında kendileriyle işbirliği yapan THY Yönetim Kurulu Başkanı İlker Avcı’ya Troya temalı bir hediye takdim eder.

Troya’nın tarihsel anlamını yansıtan hediye ne midir?

Difenbahya yaprağı üzerine Fatih Sultan MehmetÇanakkale Şehitliği ve Troya işlemeli taş baskı tablo.”(canakkale.gov.tr., 16 Nisan 2018)

Anladınız, değil mi?

Ne Çanakkale Savaşı, ne de Mehmet Akif masum seçimlerdir. Şerbetçi, islamcı ajandada yazılana uygun davranmıştır.

İslamcılar Osmanlı döneminin iki savaşını, Çanakkale (1915) ve Kut’ül Amare (1916)’yi, Osmanlı Devleti’nin son demlerinde bile çok güçlü oluşunun, dolayısıyla, yıkılıp yerine Laik Cumhuriyet kurulmasının gereksizliğinin kanıtı olarak sunarlar. Bakın, Erdoğan ne diyor:

Ateşkes anlaşması imzalandığında ortada çökmüş, bitmiş, teslim olmuş bir ordu, bir devlet yoktu… Cephede kazanıp masada kaybetme işi.” (29 Nisan 2016). Kurtuluş Savaşı’nı önemli bir kırılma noktası olarak almayı reddettiğini belirtmiştik: “[Tarihimizi] neredeyse 1919’dan başlatan bir tarih anlayışını reddediyorum.” (29 Nisan 2016)

Laik Cumhuriyet’in “çökmüş, yozlaşmış, tarihsel ömrünü tamamlamış Osmanlı” algısının tam tersi bir anlayış. Buradan çıkacak tek sonuç, öngörülebileceği gibi, Laik Cumhuriyet’in gereksiz, zorlama bir oldubittiye getirilerek kurulmuş olduğudur. Tabii, bu durumda, kuruluşunu sağlayan Kurtuluş Savaşı da, ya doğrudan olumsuzlanır, ya da, Osmanlı yönetiminin inisiyatifiyle yapıldığı (Mustafa Kemal’in saray tarafından görevlendirildiği) iddiası, yani, Osmanlı ile devamlılığı vurgusu ile tarihsel özünden arındırılmaya çalışılır. Her iki durumda da, Çanakkale ve Kut’ül Amare, Kurtuluş Savaşı’nı gölgelemek, karşı dengesini oluşturmak için kullanılıyor. Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal’in önem ve değerini düşürme girişimleri ile başlayan bu süreç, Laik Cumhuriyet’in Çanakkale’de ölen medrese öğrencilerinin omuzlarına basarak kurulduğu iddiasına kadar genişleyen bir yelpaze arzedecektir.  

Bakın, FETÖ’nün amiral gemisi Zaman’ın entel islamcılarından Ali Bulaç ne diyor:

M. Kemal ve arkadaşlarının Cumhuriyet’i bu şekilde kurmalarına yol açan en önemli sebep, Çanakkale Savaşı’dır. O savaşta 50 bin İslamcı öldü. Medresedeki kitaplarını bırakıp, cephede şehit oldular.” (T24, 15 Haziran 2014)

Yani, medrese öğrencileri ölmeseydi, Laik Cumhuriyet kurulamazdı; izin vermezlerdi.

Ya Mehmet Akif?

İki özelliğiyle öne çıkar: Şeriatçılığı ve Alman emperyalizmine koşulsuz hizmetkârlığı. Şeriatı yıkmış olan Cumhuriyet rejiminde yaşamayı reddederek Mısır’a gidecektir. Çanakkale Destanı’nı ise, Alman Genel Kurmayı’nın denetiminde olan Teşkilat-ı Mahsusa adına, Arap coğrafyasında istihbarat çalışması yaptığı bir sırada yazacaktır. Unutmamalı ki, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu Alman Genel Kurmayı’nın emrine verilmiş ve Genel Kurmay Başkanlığı’na da bir Alman general atanmıştır. Çanakkale’nin komutanı da bir Alman’dır. Berlin’de kaleme aldığı Berlin Hatıraları uzun şiiri, Alman emperyalizmine vıcık vıcık övgülerle doludur:

Değil mi bir anasın sen? Değil mi Almansın?

O halde fikr ile vicdâna sâhib insansın.

…………..

Bilir misin ki senin Şark’a meyleden nazarın,

Birinci def’a doğan fecridir zavallıların?

Daha neler neler…

Mehmet Akif İstiklal Marşı’nın yazarıdır. Ancak, onun tasarımındaki Türkiye bir şeriat ülkesi olmalıdır. Olmayacağını anlayınca Mısır’a yerleşir (1926) ve 1936’ya kadar hiç gelmez. O yıl döner ve birkaç ay sonra da ölür. 28 Aralık 1936 günü yapılan cenaze törenine hiçbir resmi katılım olmamıştır.

İslamcılar, Ergenekon saldırısına başladıkları yıl, 2007’de, Mehmet Akif’i resmi düzeyde rehabilite etmek için, 4 Mayıs tarihli 5649 sayılı yasayı çıkarırlar: İstiklal Marşının Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü Hakkında Kanun. 7 Mart 2008 tarih ve 26809 sayılı Resmi Gazete’de yönetmeliğini de yayımlayarak, bundan böyle her yıl 12 Mart gününü, “geniş çapta ve sistemli bir şekilde tüm kamu kurum ve kuruluşları ile sivil kuruluşların katılımı” ile, “Mehmet Akif Ersoy’un anlatılmasına” tahsis ederler. Mehmet Akif’in, “fikir, sanat ve şahsiyeti ile ilgili yayınlar ve benzeri etkinlikler” öngörülür (md.6/d). Yapılmak istenen açıktır. İstiklal Marşı’nı paravan yapıp, Mehmet Akif’in islamcılığını meşrulaştırmak. İslamcı rejim 2017’de saltanatını ilan ettikten sonra bir adım daha atar ve 25 Eylül 2019’da, söz konusu yönetmelikte değişiklik yaparak, 12 Mart günkü kutlamalara, Mehmet Akif Ersoy’u Anma Haftası ilan ettikleri 20-27 Aralık’ı da ekler.

Erdoğan’ın 2015’ten itibaren, her yıl 12 Mart’ta yayımladığı demeçlerdeki ton ve tematik vurgunun evrimi, Şerbetçi’nin Mehmet Akif hayranlığının barometresi gibidir:

12 Mart 2015: Mehmet Akif, altı paragraflık demecin son üç paragrafında anılır. Ayrıca, bundan sonraki demeçlerde İstiklal Harbi olarak adlandırılacak savaş, burada, Kurtuluş Savaşı olarak geçer. Yani, henüz islamcı kurulum döneminin başında olduğumuzdan, daha sonrakilere göre, bu demecin tonu ve tematik vurgusu (Mehmet Akif) göreli olarak ılımlı denebilir. Dördüncü paragrafta önümüzdeki dönemin işareti verilir: “Mehmet Akif Ersoy fikirleri, idealleri, mütevazı hayatı, asil duruşuyla da kendinden sonraki nesiller için önemli bir ilham kaynağı olacak, örnek alınacak bir şahsiyettir.” Mehmet Akif’in fikirleri ve ideallerinin şeriatçılık ile temellendiğini bir kez daha belirtelim.

Şerbetçi mesajı alır ve hemen o yaz, Yine Bir Şey Yapabildim Diyemem Hatırana’yı besteler. Mehmet Akif’in Çanakkale Destanı’nın son dizesinin tamamını yapıtın başlığı yapması, işbirlikçiliğinin ve islamcı çevrelerin sempatisini katlama arzusunun tipik bir göstergesidir. Ancak, Erdoğan’ın demecindeki göreli ılımlılık, yapıtın 14 dakikalık enstrümantal bir parça olmasıyla yetinilmesini getirecektir. Fakat, Erdoğan’ın önümüzdeki dönemin “Akif yoğun” olacağını işaret edişini de atlamamış, gerçekte, hazırlamakta olduğu büyük çalışmanın bir Mehmet Akif Senfonisi olduğunu belirtmiştir.

12 Mart 2016: Ton sertleşmiş, Mehmet Akif’e, altı paragraflık demecin dördüncü paragrafı hariç hepsinde gönderme yapıldığı gibi, “diriliş harekâtının başlamasına, milli mücadele ruhunun alevlenlenmesine öncülük” rolü de verilmiştir.

Şerbetçi’nin radarı gelen sinyali ıskalamaz. Kimsenin anlamayacağı kuru bir senfoniden vazgeçip, Mehmet Akif’in kanlı canlı hissedileceği bir yapıtın daha uygun olduğunu düşünür:

Uzunca süredir Mehmet Akif’in şiiri üzerine orkestra eşlikli koral bir eser yazmayı hayal ediyordum.” (Andante, Haziran 2019)

12 Mart 2017: Bu kez demecin hacmi ve kapsamı belirgin ölçüde genişler. Mehmet Akif merkeze konarak hem tek referans yapılır -“[Kurtuluş Savaşı ile ilgili] başka hiçbir kitap yazılmasa bile İstiklal Marşı tek başına yeter.”- hem de, Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel kırılma noktası olarak önemini azaltan bir islami devamlılık anlayışının öznesine dönüştürülür - “İstiklal Marşı’nda Alparslan’ın Anadolu’yu vatan kılan azmi ve iradesi vardır. İstiklal Marşı’nda Haçlı’yı durduran Kılıçarslan’ın imanı, Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi’nin halis niyeti yer alır. İstiklal Marşı’nda İstanbul’un fethinin, Fatih’in en büyük rüyalarının izleri vardır.”- Artık, Mehmet Akif, Türk-İslam tarihinin derinliklerine açılan kapı işlevindedir.

Şerbetçi tüyoyu kapmakta gecikmez. Troya Savaşı ile Çanakkale Savaşı’nın eşleştirmesini yapar ve Mehmet Akif’i merkeze alarak, her iki savaşı da islami eksene oturtur. Troya’dan Çanakkale’ye oratoryosu bu bakış açısıyla notaya alınmıştır.

Bu arada, Şerbetçi’nin pek beğendiği Güzel Helena’nın yazarı Selahattin Batu ile, işbirlikçi olduğu için zorunlu hayranlık duyduğu Mehmet Akif’in, Almancılık ortak paydasında birleştiklerine dikkat çekmekte yarar var.

Çanakkale Savaşı’nın dünya çapındaki önemi, İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin Çanakkale’yi aşıp Karadeniz’e çıkarak, zayıflamış Rus Çarlığı’na yardım etmelerinin önüne geçmiş olmasındadır. Bu gerçek, 1917 Ekim Devrimi’ni çabuklaştıran etmenler arasında anlamlı bir yere sahiptir. Dolayısıyla, Çanakkale Savaşı ile ilgili müzikal yapıtlar hazırlamak elbette önemlidir ancak, Mehmet Akif’ten ve islamcıların tasavvurundaki Çanakkale’den yola çıkarak değil. Çünkü, onların Çanakkale’si 1920’de aynı güçler tarafından geçilip, İstanbul’un işgali ile sonuçlandı. Osmanlı sarayı ve islamcı kadroları o işgalci güçlerle işbirliği yaptılar. Bu gerçekleri tarihin belleğinden silmenin olanağı yok.

Şerbetçi, Troya ve Çanakkale’yi islami eksende mecz ederek aldığı siyasal riskin o derece farkındadır ki, laik cumhuriyetçi çevrelerde karizmayı çizdirmemek için oratoryonun en sonunda, göz çıkaran bir üçkâğıtçılık yapar. Mehmet Akif’in şiirinde olmayan ama yapıtın akışı içinde sanki varmış gibi duyulacak olan, “Mustafa Kemal, Mustafa Kemal…” sözlerini ekler. Daha da ileri gidip, bitişi, “Memetçik Memet, Memetçik Memet, Memet, Memet…” çığlıkları ile yaptırır; Nazım Hikmet’in, Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaki dizeler.

Bizim esnaf pek uyanık, değil mi?

Bitmedi; islamcıların Çanakkale’yi Kurtuluş Savaşı’na karşı koyma çabalarının farkında olduğundan, o tarihe kadar dile getirmeyi unuttuğu bir gerçeği birdenbire anımsayıverir:

Dedem Kurtuluş Savaşı’nda deniz yoluyla İnebolu’ya cephane taşımış. Bu konuyu mezuniyet için bestelediğim eserimde ele almıştımÇanakkale ile ilgili herhangi bir aile bağım yok.” (Andante, Haziran 2019)

Kolayına Şerbetçi olunmuyor demiştik ya!

Aldığı siyasal riskten sonra, gelelim müzikal riske;

Çetin Işıközlü’nün 2012’de bestelediği Çanakkale Kahramanları ile Vasıf Adıgüzel’in Çanakkale Oratoryosu’nu hiç dinlemediğini söyleyerek, o cepheden bir etkilenme olasılığına kapıyı kapatıyor. Geriye kalan iki isme referansı ise güle oynaya:

Saygun’un Yunus Emre, B. Britten’ın War Requiem’inin bana bu yolda ışık tuttuğunu söyleyebilirim… CSO’daki ilk icradan sonra bazıları, “bu da senin Yunus Emre’n dedi”. Mutlu oldum çünkü ben de bu duyguyla yola çıkmıştım.” (Andante, Haziran 2019)

Neden yeniden Sayguncu olduğunu yukarıda anlatmıştık. Bunun dışında, Troya’dan Çanakkale’ye ile Yunus Emre’yi benzeştirmenin PR çalışmasından başka bir anlamı olduğunu düşünmek zor.

İslamcıları mutlu edecek diğer bir yön, aruz vezni övgüsü. Malum, Mehmet Akif aruz vezni şairidir. Şerbetçi’nin, islamcıların yükselişine koşut olarak hayranlığını kazanan Yahya Kemal de. İslamcıların aruz idolü, Arap dili ve Divan Edebiyatı tutkularından kaynaklanır. Oysa, aruz, Türkçenin metriği ile uyumlu değildir. Sorunu çözmek için ya Türkçe söyleyiş bozulur, ya da, Arapça, Farsça sözcük ambarı olan Osmanlıca esperantosuna başvurulur.

Soru: “Metindeki Osmanlıca sözcükler sizi zorladı mı?”

Yanıt: Geçmişte aruz vezniyle yazılan şiir bestelememiştim. Tam tersine, büyük bir rahatlık hissettim. Aruz vezninin ritmi bana yol gösterdi… Aruz vezninin ritimle besteciye ilham vermesi, akışkanlık sağlaması beni etkiledi. Bu konuda çalışmak istiyorum.” (Andante, Haziran 2019)

Osmanlıca ve aruz övgüsü islamcıları neşelendirir ama, laik cumhuriyetçileri tedirgin eder. Normal koşullarda, böyle bir yapıta alaturka sazlardan birini kaynatacakken, bağlama koyması, yalnızca bu tedirginliği gidermeye yöneliktir. Üstelik, bağlama sanatçısı olarak, Alevi kültürünün önemli figürlerinden birini, Erdem Şimşek’i seçmiş olması da tesadüf değildir. Laik cumhuriyetçi kesime güçlü bir mesaj olma özelliğinin yanında, Şimşek’in neoliberal estetiğe yatkın olması, olası uyum sorunlarını da giderici nitelik taşımaktadır.

Erdem Şimşek, Tatara Murat’ın etkisiyle, bağlamadan gitar çıkarma akrobasisi olan modern şelpecilik akımına katılıp, Tatara’nın Bengi Bağlama Üçlüsü elemanı olmuş; Erkan Oğur’un perdesiz gitarının etkisiyle de, perdesiz bağlama yapıp, bu yolla, ulusal sazımız ile her tür müziği çalarak onu evrensel kılmayı düşünmüş esnaf sanatçılarımızdandır. Ayrıca, dört telli bağlamaya yeni bir de düzen getirmiştir.

Bağlamanın tarihsel kimlik ve işlevinin kapı önüne konması anlamına gelen bu türden şoparlıklar, Şerbetçi’nin kumaşındaki postmodern dokuya oldukça uygundur.

Senfonik tesisata kaynatılan bağlama. Hem de Erdem Şimşek’in modern şelpe şovuyla.

Oratoryo mu, omlet mi?

Şerbetçi’nin aklı operada olduğu için, oratoryoya opera kostümü dikmiş. Ortaya, şekil şemal fukarası bir yapıt çıkmış. O kadar gereksiz tekrarlar var ki, hem kendisine yol gösterdiğini iddia ettiği aruz vezninin ritmi güme gidiyor, hem yaratmak istediği sahne efektleri amatör kalıyor, hem de 20-25 dakikayı zor geçebilecek bir yapıtı 80 dakikaya uzatma dopingi, insanı nefessiz bırakan kimyasal bir duman altı yaratıyor. Anlatı sorununu aşabilmek için şiirin peşine takılmanın, hele ki o şiir bir aruz ustasınınki ise, çok ama çok süzülmüş bir müzikal dil yeteneği gerektirdiğinin, aksi durumda, ortaya dökülecek olanın kuru sıkı yığılmadan başka bir şeye benzemeyeceğinin güzel kanıtı.

İlk yedi dakika koronun, “Çanakkale, Troya, Vilusa, İlyon, Truvisa” sözcüklerini sınırsız tekrarı ile geçiyor. Herhalde, kafasında yarattığı operanın uvertürü işlevinde olmalı. Bakalım, Troya ile Çanakkale’yi aynı anlatıya nasıl yedirmiş, diye meraklanıyorsunuz.

İkinci bölüm, beş dakika süren, “Şu Boğaz harbi nedir?” başlığını taşıyor. Mehmet Akif’in dizeleri:

Bariton: Şu Boğaz harbi nedir?

              Var mı ki dünyada eşi?   

Koro:    Agamemnon, Mikenai, Nestor, Argos, Arkadia, Akha, Lokris,

              Fokris, Mirmidon, Akhilleus.

Bariton: En kesif orduları yükleniyor dördü beşi.

Koro:    Diomedes, Sparta, Arkadia, Menelaos, Akhilleus, Argos,

             Mirmidon, Akha, İdomeneus, Tlopolemos.   

Bariton: Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

                Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

İşte, Şerbetçi’nin bulduğu Troya-Çanakkale organik anlatımı bu. Zaten Troya’ya gönderme de burada bitiyor. Koronun yeniden aynı isim yığma pratiğine dönüşüne ancak son bölümde, 70. dakikada tanık olacağız. Mehmet Akif mi Troya’yı, Homeros mu Çanakkale’yi anlatıyor? Neyse ki, postmodernizm açısından bunun bir önemi yok. Önemli olan, Troya’nın islami algı alanına sokulmasıdır.

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya” dizesinin bir dakikada zor tamamlanışı, “Var mı ki”nin beceriksiz tekrarı, “Yol bularak”a sırf dramatik efekt olsun diye hazımsız vurgu, ne aruz ritmi bırakıyor, ne de anlamlı bir sahne görseli izlenimi. Koronun isim yığması ise, egzersiz misali; bitmeyen cümle.

Üçüncü bölüm, “Eski Dünya, Yeni Dünya.” Sekiz dakika. Yine tekrar bolluğu. Ancak, oratoryo ruhunu andıran yegâne bölüm bu, denebilir.

Dördüncü bölüm, “Ah, o yirminci asır yok mu?” Yedi dakika. Tamamı soprano partisi. O kadar opera ruhlu ki, “Ah o yirminci asır yok mu?”nun tekrarı ile, sondaki, “Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz”de avaz avaz sahne efekti duyumsanıyor.

Ardına bir ara bölüm yerleştirilmiş. Başlıksız. Üç dakika. Bağlamanın girişini sağlıyor. Gerçekte, müziğin nefesi kesilmiş durumda; bağlamanın arkasına saklanarak, bir tür soluklanma, şarj olma arası. Bağlamaya yapılan transkripsiyon, onu orkestranın organik unsuru kılma zorlaması. Doğal olarak, arada o kadar büyük bir tını uyumsuzluğu ve akustik fark var ki, orkestranın “solist saz” bağlamaya eşlik ettiği izlenimini silmenin olanağı yok. Öte yandan, bağlama tamamen şov amaçlı yerleştirilmiş; siyasal kaygıların, yeri geldiğinde ne denli hacimli görgüsüzlüklere yol açabileceğinin parlak örneği olmanın dışında, hiçbir işlevi yok; en azından müzikal açıdan.

Sonraki bölüm, “Öteden saikalar parçalıyor âfakı.” 12 dakika. Şerbetçi’nin bütün boşluklarının, eğilimlerinin, taktiklerinin ortaya çıktığı bölüm. Koro maratonunu tamamladığında, aruz yüklü dizelerden geriye, tişörtüne kravat takmış bir zavallı kalıyor. Acaba, Şerbetçi aruzun gerçekten ne olduğunu biliyor mu, diye sormadan edemiyorsunuz. Aruz, enstrümantal ezgiye, sözel diziliş ve söyleyişten kaynaklanan ek bir ezgi eklenmesidir. Bu ikisinin uyumu, alaturkada bile ölçü yanlışlarına yol açarken, çoksesli müzikte, soyutlama düzeyinde hiç kolay sayılmamalı. Ancak, amacın müzik değil de, Mehmet Akif/aruz entarili bir yağcılık operasyonu olduğunun farkındaysanız, durumu anlayışla karşılayabilirsiniz.

Sahne eğilimi dizginlenemez durumda. Adeta bir bale müziği. Bu tabloyu destekleyen etmenlerin başında, şiirden seçtiği savaş sahnelerinin etkili anlatımını içeren bölümler var. Bunların peşine takılmış olması hem sahne efekti algısını güçlendiriyor, hem de nefeslilerin, vurmalıların bağıra çağıra koşuşturmalarının arkasına gizlenerek, anlatı yetersizliğini gizlemesini sağlıyor. Sorun şu ki, kulağınızla dinliyorsanız, bir süre sonra, müziğin dönme dolap etkisi yapmaya başladığı, sonu gelmeyecek bir hava boşluğuna düştüğünüz izlenimi ediniyorsunuz.

Sonraki bölüm “Gece” adını taşıyor. Sekiz dakika. Buradan itibaren yavaş yavaş “müzikal” biçem ve duyarlılığa yönelim başlıyor. Önce bağlama giriyor; iki dakikalık solo. Senfoni sahnesinde işlevsiz ve kaba, “müzikal” sahnesinde renk ve hava… Bariton Çanakkale Türküsü’ne başlıyor. Tabii, tekrar etme tiki ikinci dizeden öteye geçmesini önlüyor. Bu türküden alıntı yapılmasının tek nedeni, bağlamanın varlığına meşruluk kazandırmak. Bağlama ise, bu kez şelpe tekniğinde. O sırada, kulisten trompet Lao Silesu şarkısını çalıyor. Dramatik canlandırma: Anzakların trompetine karşı, bizimkilerin bağlaması. Ya da, Lao Silesu versus Çanakkale Türküsü. Ardından, bağlama şelpe kamuflajına sokulmuş “tapping”e dalıyor. Bildiğiniz gitar özentiliği. Solo. Ağzından alev çıkaran kasaba sirki cambazı. Tam bir yığma, şov… Müzikal izliyoruz.

Peşinden, “Ne çelik tabyalar ister” adlı bölüm. Dokuz dakika. Bağlama şelpe ile girer. Orkestranın doğal enstrümanı olacak ya, transkripsiyon o kadar balta ki, baştan sona kumlu bir tınıya mahkum ediliyorsunuz. Belli ki, bağlama yalnızca yukarıda sözünü ettiğimiz siyasal kaygı ile yerleştirilmiş. Yapıştırma duruyor.

Koro yüklenir, son dizede soprano katılarak, biraz da vokaliz renklendirmesi ile sahne efektini, opera ruhunu ateşler:

 “Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

  Çünkü te’sis-i ilâhi o metin istihkâm.

  Sarılır, indirir mevki’-i müstahkemler

  Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer

  Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi şerhaddi

  O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme, dedi.”

İyi hoş da, şu zavallı Troya tamamen unutuldu. Ayıp olmuyor mu? Usulen de olsa…

Anlaşıldı. Hallederiz.

Koro ve sopranodan Homeros’a ait dizeler:

Şu dünyada soluk alan

Yürüyen yaratıklar arasında

İnsandan daha acınacak bir yaratık yok.”

Bu kadarına da şükür!

Bu bölüm, Şerbetçi’nin varını yoğunu ortaya koyduğu, gönlündekine en yakın bölüm sayılmalı. Aruz-ritim ilişkisinin kale alındığı, anlatı savrukluğunun disipline edilmeye çalışıldığı, sahne ateşinin, müzikal anlatı yetersizliğine koltuk değneği olma işlevine rağmen, kabul edilebilirlik sınırında kaldığı, denge kaygısının öne çıktığı izlenimini vermeyi başarıyor. Bazı yerlerde çocuk şarkısı dinler gibi oluyorsunuz ama, en azından yapaylık tadı almıyorsunuz.

Müziğin burada bitmesi gerekiyor. Devamında şarlama riskinin yüksek olacağını duyumsuyorsunuz. Şerbetçi uzun mesafe koşucusu değil. Ancak, o, sizinle hiç de aynı kanıyı paylaşmıyor. Tabii, siz haklı çıkıyorsunuz.

İzleyen bölüm, “Şûhedâ Gövdesi.”  Sekiz dakika. Nefesli, vurmalı panayırı… Soprano, bariton şenlikli.  “O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar” dizesine bağlamayla renk atma atraksiyonu. Her şey “müzikal” ruhunda bekletilmiş zorunlu ağırbaşlılık kokuyor.

Ve son bölüm;  “Âsım’ın nesli.” Dokuz dakika. Yemek sonrası aşure servisi: Mehmet Akif, Homeros, Mustafa Kemal, Nazım Hikmet, Havranlı Seyit, Ezineli Yahya… Koro, soprano, bariton, bağlama… Pop müzikal.

Bariton: Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:”

Koro:     Priamos, Gılaukos, Askanios, Hektor, Aeneas, Hektor, Likya,

               Karya, Frikya, Amazon, Alizon.

Bariton: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

Soprano: İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.

Koro:      Havranlı Seyit, Ezineli Yahya, Nezahat, Zeynep, Hatice,

                Hüseyin Avni.

Soprano/koro: Mustafa, Mustafa… Mustafa Kemal, Mustafa Kemal.

Soprano/bariton: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek

                              Âsım’ın nesli… diyordum ya…

Soprano/bariton/koro: Memetçik Memet, Memetçik Memet… Memet, Memet…

Bir müzik insanının, bağlamanın böyle bir ses armatüründe ne kadar kötü tınladığını, bunun hem bağlamaya, hem de senfonik orkestraya saygısızlık olduğunu, senfonik orkestranın doğaçlama yeri olmadığını anlamaması için ya gerçekten müzikal görgüsüz, ya da, amansız bir işbirlikçi olması gerekir.

Bağlama 6 ile 7, 7 ile 8. bölüm geçişlerinde emprovize çalıyor. Onun dışında orkestranın parçası.” (Andante, Haziran 2019)

Oldu olacak, orkestra da doğaçlama yapsın. Ne olur ki?

Mustafa Kemal ismi Akif’in şiirinde yok. Şerbetçi, işbirlikçi görünürüm korkusuyla eklemiş. Nazım Hikmet’e gönderme ise katmerli cabası. Böylece, Homeros, Mehmet Akif, Mustafa Kemal, Nazım Hikmet Çanakkale üzerinden aynı tespihin taneleri oluyorlar. Senfonik enstrümanlar ile bağlama da.

Ne diyelim? İşbirlikçi kafası… İşbirlikçi notası… Ha, bir de işbirlikçi ahlakı var. Neyse, boş verin; değmez…

Şerbetçi “İslami Troya” projesini efendilerinin arzu ettiği biçimde tamamlamaktan mutludur. Artık, beklediği opera siparişini çantada keklik görür:

“[Oratoryonun benimsenmesi ardından] Bu özgüvenle operamı daha rahat tamamlayacağımı tahmin ediyorum… Orkestra ve koroyu birlikte kullanmak konusunda deneyim kazandım.” (Andante, Haziran 2019)

Aynı paragrafta, islamcılara iki güvence daha verir: Aruz vezninin kendisine ilham verdiğini, gelecekte de o eksende çalışmayı planladığını ve otantik sazları, kendi kimlikleriyle senfonik orkestraya kaynatma kararlılığını: “Bağlamayı gelecekte [de] kimliğinden kopartmadan kullanabileceğimi düşünüyorum.” (A.g.y.). Tıpkı, kanun ve çeng örneğinde olduğu gibi. Aruz veznini Osmanlı kültürüne bağlılığının, otantik saz kullanımını ise, alaturka ile halk müziği sazlarını aynı kültür dairesinde görüp, Batı müziği sazları ile aynı sicil defterine yazdığının kanıtı olarak sunar.

Gerçekten de, 2019 Haziran’ında yayımlanan bu söyleşisinden bir ay sonra, büyük ikramiyeyi kazanacaktır: İslamcılar Sinan operası siparişini ona verirler.

Politik duyargaçlar yılı:2019

Şerbetçi emin adımlarla opera hedefine doğru ilerlemektedir ancak, islamcıların giderek artan pervasızlıklarına koşut olarak, Troya’dan Çanakkale’ye’deki ideolojik savrulma, laik cumhuriyetçi kesimde imajını fena halde hırpalamıştır. Birkaç işbirlikçi müzik yazarının kurutulmuş övgüleri dışında, sessiz bir gözlem soğukluğu vardır. Şerbetçi durumun farkındadır. Mutlaka bir şeyler yapmalıdır. Tam bu sırada, büyük bir şans yakalar.

Ankara Operası sanatçılarından Tuncer Tercan, her yıl 24 Ocak’ta, Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümünde yapılan etkinliklerin sahne ayağında yer alan biridir. 2019 yılı için, Uğur Mumcu Vakfı’na anlamlı bir öneri ile gelir. Neden kapsamlı, görkemli bir yapıt siparişi verilmesindir? Böyle bir yapıtın ancak senfonik bir çalışma olabileceği açıktır. Üstelik, kalıcı da olacaktır. Öneri benimsenir. Tuncer Tercan’ın aklına gelen ilk isim, Turgay Erdener’dir. Erdener 40-45 dakikalık bir yapıt besteleyebileceğini söyler. CSO’nun seslendirmesi düşünülür. İyi de, CSO’nun başında Şeyh Rengim Gökmen vardır. Onunla konuşulur. Şeyh projeye bayılır. Adının Uğur Mumcu’nunkiyle yan yana gelmesi, leş gibi kokan işbirlikçi imajına harika bir parfüm olacaktır. Erdener’inkinin yanına bir de daha küçük ölçekli beste konabileceğini belirterek, Şerbetçi’yi işaret eder. Besteleri CSO seslendireceğine ve Şeyh de CSO’nun başında bulunduğuna göre, kararın tartışılması söz konusu değildir. İşbirlikçi Şeyh, işbirlikçi besteciği kollamış, onu epey zor bir durumdan kurtarmıştır. Şerbetçi’nin heyecanı ve öneri karşısındaki “Onur duyarım”ları görülmeye değerdir.

Sakıncalı Piyade, Şerbetçi Hasan’ın işbirlikçi kumaşını yıkama deterjanı…

Sakıncalı Piyade adlı, trompet solo ve yaylı çalgılar orkestrası için 15 dakikalık bir yapıt hazırlar. 3 Mayıs 2019’da, trompet sanatçısı Cem Sevgi ve CSO tarafından seslendirilecektir. Sinan siparişini almasından iki ay önce. İslamcıların ilk ağır seçim yenilgisi olan 31 Mart Yerel Seçimleri’nden bir ay sonra. Laik cumhuriyetçi kesimde büyük bir umut dalgası doğmuşken… Bazıları şanslı doğar, denir ya.

Şerbetçi, işbirlikçi imajını, Uğur Mumcu ismi arkasına saklanarak, en azından Sinan operası kepazeliğine kadar bir ölçüde gizleyebilecek ama, bu durum, geride ağır bir etik sorun bırakacaktır: Yaşamı boyunca laik cumhuriyet değerlerini savunmuş, her dönemde şeriatçıların hedefi olmuş ve sonunda da onlar tarafından öldürülmüş bir gazeteci için, islamcı işbirlikçisi birine beste sipariş etmek en hafif deyimle trajiktir, Uğur Mumcu’nun anısına saygısızlıktır. Şeyh’in arkasında bıraktığı çamur izlerinden biri olarak değerlendirilmelidir.

Yapıta gelince; Troya’dan Çanakkale’ye karbonundan sonra epey havadar sayılır. Yine de, 5. dakikasından sonra görsel katsayısının hızla yükseldiği, sıfır riskli bir film müziği. Uğur Mumcu belgeseli için olabilir. İlk beş ve son iki dakika, tamamıyla trompetin sıcaklığı ve anlatım gücüne yaslı. Troya’dan Çanakkale’ye’de yer alan Lao Silesu-trompet ilişkisinden epey etkilendiği belli oluyor. 9-13. dakikalar arasındaki yaylı bölüm, görsel malzeme eşliği olmadan, kopyala yapıştır izlenimi veriyor. Şerbetçi’nin anlatı nefesi çok tıknaz. Görsel katalizörsüz anlatıyı ancak minimalist tekrar manisi ile ayakta tutmaya çalışıyor.

Neyse, dava zaten imaj temizleme; müzik ikinci planda.

Aynı operasyon mantığı, 2019’un diğer bir ürünü, Ayrılanlar Elbet Bir Gün Kavuşur için de geçerli. Altı dakikalık a capella beste, CHP’li Bursa Nilüfer Belediyesi’nin siparişi. 4. Uluslararası Nilüfer Şiir Festivali bünyesindeki “Anadolu Ozanları Konseri” için. Karacaoğlan’ın şiiri, halk müziği/halk edebiyatı referansı ile, Şerbetçi’nin Osmanlı saray kültürü tutkusuna denge arayışına yönelik imaj çalışmasıdır. Koristlerin ayaklarını yere vurmalarıyla falan sahne efekti aranması, bildik Şerbetçi tarzı.

2019’un son yapıtı, Üç Anadolu Güzellemesi. 2000’de düzenlediği Elif Dedim Be Dedim’e iki türkü daha ekler: Erkilet Güzeli (Kayseri) ve Çayır Çimen Geze Geze (Isparta). 21 dakikalık çello-piyano için yaptığı düzenleme, Amerikalı çellist Lisa Caravan siparişi. İlginç. Üstelik, Caravan ve piyanist arkadaşı “of nenem of” nakaratını söyleyerek bitirecekler.

Bir de, 2019’da bestelemeye başlayıp, 2020’de tamamladığı çalışma var: Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Yeşeren Toprak adlı şiirini, Toprak Sever İnsanları Birer Birer başlığıyla müzikler. Koro ve orkestra için. 25 dakika. Eczacıbaşı ve Tekfen Holding siparişi. Ernst von Siemens Müzik Vakfı fonuyla. Büyük sermaye pragmatiktir; iktidarın sevdiğini sever. Buna, siyaset üstü konum deniyor.

Görüldüğü üzere, 2019 bütünüyle imaj arıtma kürüne ayrılmış durumda: Uğur Mumcu, Dağlarca, halk müziği/halk edebiyatı. Laik cumhuriyet koordinatlarının tamamen dışında yer alan Sinan hainliğini gizleyebilmek için yapılan lojistik yığınak.

Bu yığınağa bir de ödül takviyesi yapılır: 2019-2020 BESOM Beste Ödülü.

Meraklısına kısaca: BESOM, Besteciler, Orkestra Şefleri, Müzikologlar Birliği Derneği’nin kısaltılmışı. 2006’da Muammer Sun’un girişimiyle kuruldu. 2019’da Şeyh Rengim Gökmen’in eline geçti. Şeyh’in yaptığı ilk iş, Saray efsunlu Şehzade Cemi’i Can Deliorman’ı yönetime alıp, söz sahibi yapmak oldu. Tabii, bir de, basındaki krikosu Akil’i, yani, Şefik Kahramankaptan’ı.

6 Eylül 2020’de, BESOM Çağdaş Türk Müziği Ödülleri adıyla bir ödül yönetmeliği hazırlanır. Beste alanındaki ilk ödül apar topar Şerbetçi Hasan’a verilir. Daha doğrusu, Şeyh ödülün ona verilmesini ister. İki nedenle:

1) Saray henüz Şeyh’i CSO’nun başından şutlamamış; seninki, oradan gelen her talimatı Allah kelamı sayıyor. Saray, Sinan ile, Şerbetçi’ye büyük ödülü vermiş. Şimdi sıra BESOM’da. Şeyh emri elbette ikiletmeyecek.

2) Yukarıda, Şerbetçi’nin imaj düzeltme operasyonunun Ankara ayağını bütünüyle Şeyh’in üstlendiğini örneklemiştik. Bu ödül aynı operasyonun mantıki uzantısıdır.

Tamam da, tezgâh kabak gibi görünüyor.

Ne gam ama!

Peki, ya ödülü verecek yönetim kurulu üyelerinden karşı çıkanlar olursa?

Komik olma! Şeyh zaten Saray’ın has kayışı, Akil, Şeyh’in kayışı, Şehzade Cemi’i Saray’ın yavru kayışı, koşulsuz bir Kemal İlerici militanı olan Ertuğrul Bayraktarkatal Saray’ın tarihsel kayışı…

Devir, Saray’a yağ yakma devri.

Akil ne güne duruyor? Şeyh onu yıllardır boşuna beslemiyor.

Akil adam, çoksesli müzik dünyasıyla basın arasındaki kirli çıkar ilişkilerinin simge isimlerinden biridir. Bakın, tezgâhı gizlemek şöyle dursun, Saray/Sinan ile BESOM ödülü bağını adeta övünerek vurguluyor:

“BESOM'un 2019-20 beste ödülünün de sahibi Hasan Uçarsu (d.1965) olmuştu. Uçarsu'nun opera bestecisi olarak seçimi bu ödülü almasından önce 2018'de oldu.” (Sinan Operasını Beklerken, Şefik Kahramankaptan, sanattanyansimalar.com, 27 Ekim 2021)

Daha mide bulandıranı ise, yılların kaşarlandırdığı etik yoksunluğu: 2019 yılı (Haziran sonu), Saray’ın Şerbetçi’ye siparişi geçtiği yıl. Ödülün tarihi de, 2019-2020. Olur da, Saray’da, “Bunlar bizim talimatımızdan önce ödül vermiş ayağına yatıp, rol mü çalıyorlar?” şüphesinin katresi doğar diye, Şerbetçi’ye Sinan siparişinin 2018’de verildiği yalanını söyleyecek kadar… Neyse, boş verin. Bu kefali zamanı gelince tanıtacağız.

[email protected]

YARIN: CİHATÇI HASAN, LAKOZ BERTAN, TERMİNATÖR SİNAN (5)