Asıl kazanan: Karahan (2)

Uluslararası İstanbul Opera Festivali ilk kez, kamu kurum ve kaynaklarının tek bir kişinin, Genel Müdür Murat Karahan’ın PR’ı için kullanılmasının aracı oldu.

Melis Gönenç

Festivalin asıl kazananı Karahan’dır. En büyük parsayı o topladı; 13. Uluslararası İstanbul Festivali adının, 1. Uluslararası Karahan Opera Festivali olarak anılmasının hiç de yadırgatıcı olmayacağı ölçüde. Bu festival, ülkede olduğu gibi, DOB’da da tek adam rejiminin yarattığı çürüme, yozlaşma ve kurum düşmanlığının tipik bir göstergesidir.

Yüksek sanatlarda “tek adam”lık olmaz mı?

Olur ama, bizdeki şark kafası mantığıyla değil. Kurum değerlerini en iyi taşıyan kişinin yönetime getirilmesi anlamında.

“Tek adam”lık öncelikle bir liyakat sorunudur.

Yani?

Üç özelliği mutlaka taşıyor olmalısınız:

a) Bilgi ve görgü düzeyiniz yüksek olmalıdır.

b) İleri derecede gelişkin bir kurumsal bilinç ve refleks donanımından güç alıyor olmalısınız. Yani, kurumu kendi çıkarlarınıza değil, kendinizi kurumun çıkarlarına uydurma çabasında olmalısınız.

c) Örnek olabilecek bir çalışkanlık, adanmışlık ve sorumluluk düzeyinde bulunmalısınız.

Böyle “tek adam”lığa can kurban.

Bakın, Ankara Devlet Konservatuarı (1936) tiyatro-opera bölümlerinin kurucusu Karl Ebert 1941’de kurumsal bilinç konusunu, o günkü ortam ve koşullar altında nasıl tanımlıyor:

“…[Müdür] trubuna (topluluğuna) sadece teb’a gözüyle değil, çalışma arkadaşı ve dost gözüyle baktığını ve nihayet herkese, kendini bütün kalbiyle işe vererek, bir numune olduğunu ispat etmelidir.” (Murat Katoğlu, Türkiye’nin Milli Opera Kurumu “Devlet Opera ve Balesi”nin Kuruluş Öyküsü (1936-1941), DOB Gn. Md. Yn. 2010, Ankara, s.49)

İyi de, ya bu özellikleri taşıyan biri yoksa?

O zaman, altı boş megaloman bir siyasal aparat yerine, birbirinin boşluklarını giderecek, ortak aklı önemseyen bir ekip oluşturursunuz.

Peki, o da olmazsa?

O zaman, dükkânı kapatırsınız. Çünkü bir yüksek sanat kurumu değilsinizdir.

Oğlan’ın yukarıda sayılan üç özelliği de taşımadığını, DOB’un başına getirilmesinin islamcıların siyasal operasyonu olduğunu, amacın, Laik Cumhuriyet’in en önemli simgelerinden biri olan DOB’un kurumsal kültür ve bilincini tamamıyla eritmek olduğunu, bunun karşılığında da suçsuzluk ve dokunulmazlık teminatı altında kurumu kendi PR şirketine dönüştürme izni verildiğini defalarca yazdık.

Oğlan’ın PR şirketi DOB, Oğlan’a festival düzenliyor

Oğlan bu festivali tamamıyla kendi PR’ı üzerine bina etmiş. Bu bağlamda, hem içeriye, hem de dışarıya yönelik başarılı bir “imaj” çalışması gerçekleştirdiğini teslim etmek gerekir.

Tek tek ele alalım:

1) 7 Tenor Konseri:

Oğlan öyle isimler seçmiş ki, tek amacının kendini öne çıkaracak bir şov olduğu hemen belli oluyor. Elektronik akustik kullanıldığı için, ses performansları ile ilgili yorum yapmanın ne sanatsal, ne de etik bir yönü olabilir; burayı geçelim. Zaten, göründüğü kadarıyla, kimsenin böyle bir kaygısı da yok. Oğlan rakipsizlik imajı vermek istemiş, o kadar. Erdem Erdoğan’ın kalanların namusunu kurtarma amacıyla olsa gerek, mikrofondaki ses şovu dışında söylenecek bir şey yok. Sanata ve kuruma verilen zarara aşağıda bakacağız.

Ben bir yana, onlar bir yana. Hiç rakip olabilir miyiz, Allah aşkına?

Oğlan bu konserin gerçekte “tek adam” konseri, kendi konseri olduğunu o kadar içselleştirmiş ki, dilbilgisi, nezaket kurallarının falan üzerinden atlayarak, 25 Haziran’da AKM’de düzenlediği basın toplantısında şu cümleyi kurabiliyor:

“Bülent Bezdüz, Erdem Erdoğan, Levent Gündüz, Bülent Külekçi, Hüseyin Likos, Aydın Uştuk bir de bendeniz sizler ile olacağım.”

2) Tosca:

Buna “Tosca operasyonu” demek daha doğru olur. Oğlan’ın dört buçuk yıllık genel müdürlük döneminin en başarılı PR çalışması. Hem içeriye, hem de dışarıya yönelik.

Yazmıştık; anımsatalım: DOB saf kan Laik Cumhuriyet kurumu olduğu için, kimyası gereği, yönetiminin ilerici/laik cumhuriyetçi görünümde olma zorunluluğu vardır. 50’lerin DP/Menderes karanlığında, büyük bir yanlışlık yaparak, o karanlığın yanında saf tuttuğu görüntüsü verdi. 27 Mayıs ile gelen düzeltme DOB’a pahalıya mal oldu. Oğlan’a gelene kadar, DOB’un üst düzey yönetimi bu dersi hiç unutmadı, çünkü kurum belleğinde derin bir iz bırakmıştı. DOB’un tarihi henüz yazılmadığı için, bugün olup bitenlerin sanatçılar arasındaki rekabet, sürtüşme ile sınırlı olduğu izlenimi var. Çok yanlıştır. Yüksek sanat kurumlarının hepsinde bu rekabet vardır ve doğaldır. Ancak, kurumsal ivmeyi belirleyen hiçbir zaman bu etmen değildir; kurumun tarihsel konumudur, yani, kimyasıdır.

Oğlan’a gelene kadarki yöneticiler ya 27 Mayıs sonrasını bizzat yaşayanlar, ya da yaşamış olan ailelerin çocuklarıydı. O nedenle, söz konusu kimya ve zorunlu formülünü çok iyi biliyorlardı. O formül şudur: En gerici iktidarla bile çalışırken, vitrine mutlaka Atatürk’lü, Nazım’lı, çağdaş uygarlık’lı bir söylem yerleştir ama, iktidarın tam tersi yöndeki uygulamalarını yaşama geçirmekten de kaçınma. AKP döneminde bunu en iyi başaran ikili Yekta Kara-Rengim Gökmen’dir. Yekta Hatun DP’li bir ailedendir. AP’nin kurucularından olan milletvekili babası, 50’lerin ve 27 Mayıs’ın yakın tanığıdır. Şeyh Rengim Gökmen’in annesi Opera’dan, babası ise Tiyatro’dandır; onlar da aynı dönemi, üstelik, sahneye yansıyan boyutuyla da birebir yaşayanlardandır.

Oğlan’ın da ailesi DP’li. Dayı İsmet Sezgin Yassıada’yı bilenlerden. Ancak, bu durum, Oğlan’ın entelektüel düzey ile siyasal görgü katsayısını artırıcı bir etmene dönüşmemiş. Bunun, sağlam bir eğitimi olmayışı, yetişme tarzı ve kişilik unsurları ile yakın ilişkisi var. Ama, daha önemlisi, kuşak sorunu. Kendi kuşağından birçok isim gibi, neoliberal yılların ürünü olduğu için, tarihsel derinlik taşıyan Laik Cumhuriyet ve kurumlarının kolayca aşılabileceği algısına sahip. Bu da onu islamcıların esas oğlanı yapmaya yetiyor.

Oğlan, islamcıların verdiği gaz ile, DOB’un rahatlıkla hakkından gelebileceğini, bunun için, Verona’da söylemenin ve “dünyaca ünlü” nitelemesini PR’ının temeline yerleştirmenin yeterli olacağını düşündü. Türk usulü liberal algısıyla, DOB’u kişisel menajerlik ajansına çevirmenin son derece doğal ve meşru bir tutum olacağına o kadar emindi ki, “tek adam” rejimini adrese teslim ihale olarak kabul etti. DOB kimyasının zorunlu formülüne, “eski Türkiye” diyerek gülüp geçti. Alaturka, pop, arabesk, Zeki Müren, ilahi, tespih, cuma… Gizleme gereği duymadığı Saray aparatlığının, yandaş basın ve ekranlarda PR amaçlı pohpohlanmanın kendini laik cumhuriyetçi kamuoyuna, dolayısıyla da DOB’un dünyasına yabancılaştıracağını ne anlayabildi, ne de umursadı. Çünkü, islamcıların çok güçlü olduğunu sanıyordu. Son kullanma tarihlerinin dolduğunu en azından sezebilecek siyasal antenlere bile sahip değildi.

Tosca bir operasyon adıdır

İşte, Tosca’nın öyküsü burada başlıyor.

Çok geç de olsa, iki şey kafasına dank etti:

a) İslamcılar gidiciydi ve kaderini onlarınkinden mutlaka ayırmalıydı.

b) Küçümsediği DOB kimyasının zorunlu formülüne dönüp, ilerici/laik cumhuriyetçi görünümü kazanarak, belirgin bir imaj düzeltmesine gitmeliydi.

Peki, nasıl?

İlki kolay oldu; İYİ Parti kurucularından emekli büyükelçi, milletvekili, kuzen Aydın Adnan Sezgin aracılığı ile Meral Akşener’e yanaştı. Artık, kendini İYİ Partili kabul ediyor.

İkincisi biraz daha zordu. Sanatsal düzlemde öyle bir şey yapmalıydı ki, ilerici/laik cumhuriyet değerlerine bağlılığı tescil edilebilsin. Bu kesimin ağır toplarından biri ya da birileriyle yan yana gelmeliydi. Tamam da, ilerici/laik cumhuriyetçi kesimden kim onun gibi bir Saray kırbacı ile yan yana gelmek isterdi ki? Üstelik de, zincirden boşanmış böyle bir baskı döneminde ve islamcıların siyasal ölümlerine birkaç ay kala… Öte yandan, öyle bir yapıt seçmeliydi ki, Laik Cumhuriyet’in kurucu iradesi ile kolayca ilişkilendirilebilsin.

Oğlan’ın koluna girerim, kötü imajını silerim.

O kişiyi buldu: Zeliha Berksoy.

O yapıtı buldu: Tosca operası.

Operasyon şuydu: Türkiye’nin ilk Tosca’sı Semiha Berksoy’un onuruna, Tosca’yı sahneletecek, rejisini de kızı Zeliha Berksoy’a yaptıracaktı. Böylece, Zeliha Berksoy ile aynı kareye girecek, onun ağzından çıkacak övgü dolu sözler ile imajını düzeltecekti. Malum, Zeliha Berksoy sol sanat dünyasının önemli figürlerinden biriydi. Öte yandan, Tosca, Mustafa Kemal’in en sevdiği operaydı. Bir taş ile iki kuş…

Semiha Berksoy gerçeği

İyi de, Zeliha Berksoy böyle bir tezgâha niçin gelsindi ki?

Çünkü onda “anne” konusunun özel bir yeri, ağırlığı var. Zayıf noktası diyebilirsiniz:

a) Anne Semiha Berksoy’un Devlet Operası ile yıldızı hiç barışmadı. Opera solisti olarak kabul görmek en büyük arzusuydu. Başaramadı. Defalarca reddedildi. Devlet Tiyatrosu’ndaki kadrosunun Opera’ya geçirilme talebi bile, jübile yapacağı sözü üzerine zar zor kabul edildi. Anılarını okuduğunuzda, Opera’da istenmeyen kişi olduğunu, sürekli dışlandığını kolaylıkla görebiliyorsunuz.

1940’lı yıllarda, sanatçı sayısının bir elin parmaklarını geçmediği, mumla şancı arandığı bir dönemde, Almanya’da şan eğitimi görmüş biri neden dışlanır ki?

Nazi sempatizanıydı da onun için. 1936-1939 arasında Berlin’de eğitim gördü. Naziler onu el üstünde tuttular. Onlara o kadar hayrandı ki, 1942’de, savaşın en kanlı döneminde Berlin’de yaşamaya karar verip, gitti. Naziler Stalingrad’da Kızıl Ordu’ya yenilince, Nazi saltanatının sonlandığını anladı ve onların kaderini paylaşmamak için Türkiye’ye geri döndü. Onun gibi biri daha vardı: Saadet İkesus Altan.

Her ikisinin de ağzından ömürlerinin sonuna kadar Nazi vahşeti ile ilgili tek bir sözcük çıkmamıştır. Her seferinde, “aklımın ermediği dünya politikası” falan gibi laflarla konuyu geçiştirmişlerdir.

Opera’nın kurucusu Karl Ebert bir Alman Yahudisiydi ve Türkiye’ye Nazilerden kaçmak için gelmişti. Onun bu iki isme sempati beslemesinin ne kadar gerçekçi olabileceğini tahmin etmek zor değil. Buna, Nazilerin savaş yenilgisi ve uluslararası ölçekte yaşanan Nazi karşıtlığı dalgasının Türk bürokrasisine etkisi de eklenince, her iki ismin Opera’da umdukları yerlere gelememiş olmaları doğal sayılmalıdır.

Konuyu dağıtmamak için bu kadarıyla yetinelim. Her iki ismin ayrıntılı öyküsünü DOB’un siyasal tarihinde anlatacağız.

Zeliha Berksoy annesinin “opera solisti” olarak yıllar sonra gelen post-mortem rehabilitasyonuna elbette ki çok duyarlı olacaktı.1996’da annesi için kurduğu vakfın adında bile “opera” sözcüğünün geçmesine özel önem verdi: Semiha Berksoy Opera Vakfı. Zaten, 1980’lerin ortalarından itibaren Semiha Berksoy’un Nazım Hikmet üzerinden solda meşrulaştırılma süreci başlamıştı.

b) Zeliha Berksoy’un yaşam güzergâhında annesinin baskın kişiliğinin belirleyici rolü çoktur. O nedenle, annesine bağlılığı her zaman zaaf düzeyinde olmuştur.

Bu iki unsur birleşince, Zeliha Berksoy’un gözleri kapandı. Tabii, başka kişisel nedenler de var ama, onlara girmeyelim. Sonuçta, ahtapotun DOB’daki kolu Karahan’ı aklama işlevine koşarak gitti. Onca yıl sonra üzerine Saray gölgesini düşürdü. Yazık etti.

Peki, eski siyasal düşünce ve reflekslerinin epey törpülendiği görülen Zeliha Berksoy’un rötuşu Oğlan’ı aklamaya yeter mi?

Hayır yetmez. Ama, rahatlıkla kendi intiharı anlamına gelebilir.

Annesine iade-i itibar sağlamaya yeter mi?

Hayır yetmez. Tersine, Saray’ın sağladığı meşruiyet Semiha Berksoy imajını daha da sıkıntılı hale sokar.

Zeliha Berksoy: Leke sökücü kimyasal

Oğlan büyük bir sevinç ile işe koyulur. Hazırlanacak Tosca afişinin, Semiha Berksoy’un 17-18 yaşlarındaki fotoğrafını merkeze yerleştirmiş bir grafik tasarımına yaslanmasını ister. Ardından, yanına Zeliha Berksoy ve tüm cast’ı alarak, 1 Nisan’da Ankara’da Tosca basın toplantısı düzenler. Tosca prömiyerimizin manevi çok değeri var” dedikten sonra, söz konusu manevi değerin kaynağını, “Büyük Atatürk’ün en sevdiği opera” olması ve “İlk Tosca’mız Semiha Berksoy’un kızıProf. Dr. Zeliha Berksoy” tarafından sahneye koyulması olarak açıklar. Zeliha Berksoy’a övgüler düzer:

“Heyecanlıyız, mutluyuz çünkü Zeliha Berksoy, hocaların hocası, çok kıymetlimiz sahneye koydu. Zeliha Berksoy burada olduğu andan itibaren yüzler gülüyor. Zeliha Hocamızın büyük engin birikiminden, bilgisinden yararlanıyoruz. Bizler oyuncu olarak, çok keyifli, çok heyecanlı anlar yaşıyoruz…”

Anne-kız Berksoy’lar şu kadarcık maliyet ile beni çok mutlu ettiler.

Bıraksan, Oğlan zil takıp oynayacak. Haklı; dört buçuk yıllık rezilliğin bu kadar düşük maliyet ile hasır altı edilmesine inanmak gerçekten de kolay değil.

Zeliha Berksoy ise daha da mutlu. Nihayet, on yıllar sonra, annesinin en büyük arzusu ve ezikliği gideriliyor. Ona gösterilen “teveccüh”“onun onuruna yapılan temsil”, “1941 Tosca’sının her zaman unutulmayan büyük bir sanat olayı olduğu”… DOB Genel Müdürü sıfatıyla Oğlan’ın, annesini “ilk kadın opera sanatçımız” ilan etmesi… Daha ne isteyebilir ki?

Onun derdi annesini aklamak. Oğlan’ın derdi kendini aklamak. Denklem basit: Annenin aklanması Oğlan’ın aklanmasından geçiyor. Yani, Zeliha Berksoy ikisinin de aklayıcısı rolünde.

27 Nisan’da görevinin bilincinde olduğunu belli ediyor:

“Zannederim, Devlet Operası tarihinde olmayan bambaşka bir ruh hali oldu… Coşkuyla, “Semiha için söylüyoruz, Semiha için oynuyoruz” [dendi]. Büyük bir uyum içinde çalıştık, dekora da yansıdı, kostüme de yansıdı, orkestraya da yansıdı. İnanılmaz bir dekor çıktı… Genel Müdür Murat Karahan uluslararası şöhrete sahip bir tenor aynı zamanda. Bu Tosca’yı annem için yapmak istediğini söyledi…” (Odatv, Tosca’nın Atatürk İçin Önemi | Zeliha Berksoy Odatv’ye Anlattı, YouTube, 27 Nisan 2022)

Böylece, DOB’un sanatsal belleğinde “Semiha Berksoy” adlı bir ikon bulunduğu, onun adını anmanın bile, yapıta bambaşka bir sinerji sağladığı PR’ı üzerinden herkes muradına ermiş oluyor.

Peki, Semiha Berksoy ile ilgili bu savlarda gerçeklik payı var mı?

Elbette yok. Sırası gelince anlatacağız.

Nazım Hikmet üzerinden temiz kâğıdı

Anneyi de Oğlan’ı da aklayacak deterjanın bir yüzünde Nazım Hikmet, diğer yüzünde Atatürk yazıyor. Zeliha Berksoy soldan çöplenmeden temiz kâğıdı alınamayacağını çok iyi biliyor:

“Annemin çok hayran olduğu, büyük saygı duyduğu Nazım Hikmet o zaman Çankırı Hapishanesi'nde. Onu ziyarete gidiyor. Kendisine opera seslendireceğini söylüyor. Nazım Hikmet 'Tosca'yı oyna' diyor, 'O da bir devrimci.' Onun üzerine Tosca oluyor. Opera'nın çevirisi de Nazım Hikmet'e yaptırılıyor." (AA, 20 Nisan 2022)

Tosca, devrimcilik üzerinden Nazım Hikmet’e, onun üzerinden de anneye bağlanıyor. Oğlan, devrimci bir yapıtı, devrimci bir annenin devrimci kızına sahnelettirerek, aslında ilerici duyarlılığa hiç de uzak olmadığını göstermiş oluyor. Tabii, Nazi sempatizanı Semiha Berksoy da, bu arada, Nazım Hikmet üzerinden devrimciliğe terfi ediyor.

Nazım’ın yanına bir de Atatürk kondu mu, kaymaklı kadayıf, billahi!:

“Türk operasının bugünlere gelmesinde Atatürk'ün attığı tohumların katkısı çok büyük… Onun ışığının ve ruhunun bu başarıda çok büyük bir payı var. Ben [bu Tosca’yı] ona adıyorum.” (AA, 20 Nisan 2022)

Oğlan fırsatı kaçırır mı? Hemen kaynak yapıyor:

“Atatürk'ün Bulgaristan'da askeri ataşe iken izlediği Tosca Operası'nı çok beğendiğini ve Cavarodossi'nin seslendirdiği "E lucevan le stelle" aryasını çok sevdiğini belirterek, "Bu aryayı dünyanın neresinde seslendirirsem seslendireyim hep Ata'mıza ithaf ederim." diye konuştu.” (A.g.y.)

Atatürk’e ve Nazım’a selam, sol ayaklara devam:

“Eseri aşk hikâyesinin ötesinde İtalyan Cumhuriyeti ve o dönemdeki Fransız Devrimi üzerine sahneye taşıdım.” (A.g.y.)

“Dünyadaki bütün Tosca’lara baktım. Hiçbiri benim anlayışımda değil. Benim anlayışımda diyalektik perspektif olduğu için…” (Odatv, YouTube, 27 Nisan 2022)

İnsanın midesi gerçekten kaldırmıyor.

Zeliha Berksoy o zor yıllarda, solun sahnesinden paylaştığı savaşımın onurunu, değerlerini bu kadar ucuza nasıl satabiliyor? Yoksa, annesinin DOB’a karşı nefretini, DOB’u eritmeye çalışan bir Saray bendesini koltuklayarak… Neyse, boş verin. Belki de armut gerçekten dibine düşüyordur.

Oğlan, Tosca’yı yalnızca içerideki imajını düzeltmek için değil, yurtdışı PR’ı için de arabaya koşuyor.

Malum, en büyük kompleksi La Scala ve Metropolitan’a hâlâ çıkamamış olmak. Öyle bir Tosca ile söylemeli ki, onun kontenjanından buralara sarkabilme olasılığı doğsun.

Angela Gheorghiu Metropolitan’ı mekân tutmuş, bütün önemli sahnelerde parmak izi bulunan, ilerlemiş yaşına rağmen (57), uluslararası opera çevrelerinde saygınlık ve ağırlığı olan bir isim. Onun vereceği bonservis işe yarayabilir. Oğlan’ın uluslararası kariyerinin patinaj yaptığını daha önce yazmıştık. Üstelik, bu yılki Verona’da hiç de göz doldurmadı (Matteo Pozzato, Verona: Aida e Zeffirelli (non)sempre sinonimo di successo, 18 giugno 2022, lesalonmusical.it).

Acaba, Angela Gheorghiu sıkı bir doping olabilir mi?

Tamam. Bütün bunları anladık da, ortaya çıkan Tosca’nın sanatsal düzeyi nasıldı?

Son bölümde dokunacağız. Ancak, gariban Tosca hiç kimse için sanatsal kaygı nesnesi değildi ki. Angela para, Oğlan PR, Zeliha Berksoy annesi için Tosca’daydı. Kimin ipindeydi ki opera? Zaten festivalin “maganda” nitelemesini belki de en fazla hak eden temsili oldu.

Sağ siyaset tirbuşonu: IV. Murat

3) IV. Murat:

Okan Demiriş’in IV. Murat’ı, operada, Laik Cumhuriyet’in müzik rotasından ilk sapmadır. Bu yapıta gelene kadar, opera, yeni rejimin benimsediği tarihsel ve siyasal kültür gereği, kaynağını halk hikâyeleri, destanlar, efsaneler gibi halk kültürüne ait alanlardan derlemiştir. Bu durum, bestelenen müzikler için de geçerlidir.

IV. Murat ile ilk kez “Osmanlı”, üstelik de “saray/saltanat” tayfası, bir operanın konusu olacaktır. O kadar ile kalmayacak, alaturka bulamacı çok vurgulu bir müzik ile desteklenen güçlü dinsel arka plan, yapıtın ana taşıyıcısı olarak belirecektir.

DOB’un siyaset ile iç içeliğinin bağıran örneklerinden biridir.

Şöyle:

Okan Demiriş sağ siyasal çizgide, MHP eğilimli bir sanatçıdır.1970’li yıllarda bunun siyasal anlamı çok keskindir. O kadar ki, IV. Murat onu İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin (İDOB) başına taşıyacağı gibi, 12 Eylül faşizmi başta olmak üzere, bütün baskı ve gericilik dönemlerinin en gözde operası olarak, 200’e yakın temsil ile, diğer yerli operalara açık ara fark atacaktır.12 Eylül’ün en karanlık yıllarından yalnızca 1983’te 30 kez sahnelenmiştir. Bir opera temsili için kırılması çok güç bir rekordur.

Türkiye 1970’lerin ikinci yarısında, ilerici/demokrat kesim ile, milliyetçi/muhafazakâr kesim arasında yaşanan, kısaca sol-sağ çatışması denilen savaşımın yüksek gerilim hattındadır. Bu durum kültür alanına da yansır.1975’te Demirel’in başbakan olduğu sağ çizgideki Milliyetçi Cephe Hükümeti, bugünkü adı İTÜ Devlet Türk Musikisi Konservatuarı olan okulu açarak, Laik Cumhuriyet’in son derece haklı nedenler ile kamusal eğitim alanının dışına çıkardığı alaturka müziği, konservatuar düzeyinde de olsa tekrar müfredata sokmuştur. Aynı yıl, Devlet Klasik Türk Müziği Korosu da kurularak, Laik Cumhuriyet’in yine haklı nedenler ile, kamusal kimlik taşımasını tarihsel, kültürel ve siyasal açıdan uygun görmediği alaturka müzik, kamusal kimliğe kavuşturulmuştur.

İşte, böyle bir siyasal ve kültürel atmosferde, osmanlıcı-dinci kültürün tüm kategori, simge ve kodları ile söz konusu siyasal savaşımda yerini alması son derece doğaldır. Bir o kadar doğal olan da, Osmanlı ve tarihine büyük hayranlık besleyen Okan Demiriş’in, prömiyeri 3 Mayıs 1980’de yapılacak IV. Murat’ı tam da bu dönemde, 1977-1979 arasında besteleyecek olmasıdır.

İşin siyasal anlam taşıyan bir boyutu daha var: IV. Murat’ı operaya dönüştürme önerisini Demiriş’e yapan kişi, o sırada İDOB orkestrasının başında bulunan Avusturyalı şef Robert Wagner’dir.

Wagner, Turan Oflazoğlu’nun, Demiriş’in operasına kaynaklık eden IV. Murat oyununu tam dokuz kez izler. (Başak Taniş, Okan Demiriş ve IV. Murat Operası’nın İncelenmesi, Y. Lisans tezi, İst. Kültür Üniv., 2011, s.87)

Wagner’in Osmanlı’ya hayranlığı yalnızca tarih düzeyinde değildir. Öğrendiği Türkçeyi bile Osmanlıca sözcük bolluğu ile konuşur. İmparatorluk/güçlü otoriter yönetim kültürüne eğilimli, siyasal yelpazenin sağında yer alan radikal bir antikomünisttir. II. Dünya Savaşı’nın Doğu cephesinde, Sovyetler Birliği’ne saldıran ve büyük vahşete yol açan Nazi ordularında savaşmış biridir. Sovyet topraklarında soğuktan kalıcı hasar görecek olan ayağı için, ömür boyu özel bir ayakkabı giymek zorunda kalacaktır. Okan Demiriş ile siyasal doku uyumları tamdır.

Demiriş opera sahnesine Osmanlı ve sultanı IV. Murat’ı taşımak ile yetinmez, Laik Cumhuriyet’in müzik anlayışına karşı da tavır alır: Çoksesli çağdaş Türk müziğinin “geleneksel Türk müziğinden” ayrı düşünülemeyeceğini savunmaya başlamıştır (A.g.y., s.6). Malum, Laik Cumhuriyet, çoksesli çağdaş Türk müziğinin kaynağı olarak “geleneksel Türk müziği”ni, yani, alaturkayı değil, halk müziğini işaret etmiştir.

Alaturka dini, din saltanatı, saltanat gericiliği çağırır. Operadan çok müzikale benzeyen IV. Murat aşuresinin tüm malzemeleri artık hazırdır. Demiriş işe koyulur.

Anarşi ve teröre karşı IV. Murat reçetesi

Peki, neden IV. Murat?

Çünkü IV. Murat Osmanlı’nın çözülme sürecinin başladığı bir dönemde “devlet otoritesi/mutlak iktidar” arayış ve motifinin simgesidir. Osmanlı tarihinin en kanlı sultanlarından, döneminde devlet terörünün doruğa çıktığı biridir. Baskıcı her rejimin gözde referansı olmaya adaydır: Otoriteye (iktidara) karşı çıkmanın Allah’a karşı çıkmak anlamı taşıdığını ileri süren Kuran ayetinden yola çıkarak, tütün, içki, meyhane, kahvehane, hiciv/eleştiri, gece fenersiz dolaşma yasakları getirmiş, insanların toplu bulundukları mekânların muhalif düşüncelere kapı aralayacağı kaygısı ile, kapatılmalarına özel önem vermiş, yasaklara uymayanları hemen oracıkta boğdurtmuştur. 20.000’den fazla kişiyi öldürttüğü söylenir. Siyasal anlamda hiçbir karşıt görüş, duruş kabul etmemiştir. Bu arada, genç yaşında (27) alkolizmden ölen İslam halifesi olarak da tarihe geçtiğini belirtelim.

Turan Oflazoğlu tarafından kaleme alınan tiyatro yapıtı IV. Murat’ın, ilk kez 1970’de sahnelenmesi de tesadüf sayılmamalı. 68 dalgası Türkiye solunun siyasal iktidarı sıkıştırmaya başlamasına yol açınca, “devlet otoritesi”nin zaafa uğradığı iddiası liberal/sağ kesimlerin resmi söylemi halini almıştı.12 Mart devlet otoritesini tesis etmek için yapıldı.

1970’lerin ikinci yarısında aynı tablo ile yeniden karşı karşıyayız. IV. Murat simgesi o kadar anlamlı hale geliyor ki, bu kez operaya da aktarılıyor. Liberal/sağ kesim zaafa uğramış olduğunu düşündüğü “devlet otoritesi”nin tesis edilmesini istiyor. 5 Ocak 1978’de kurulan Ecevit hükümeti, 12 Kasım 1979’da ömrünü tamamlayınca, Türkeş (MHP) ve Erbakan’ın (MSP) dışarıdan verdiği destek ile Demirel (AP) tekrar başbakan oluyor. 9 Aralık’ta DOB’un başına sağ eğilimli İsmet Kurt, İDOB’un başına ise, Mükerrem Berk alınarak, Okan Demiriş getiriliyor. Demiriş’in aldığı ilk karar, IV. Murat’ın sahnelenmesi oluyor. 3 Mayıs 1980’de sahneye taşındığında, Türkiye artık koşar adım 12 Eylül’e gitmektedir.

12 Eylül’ün gerekçesi de aynıdır: “Devlet otoritesi”nin tesisi. IV. Murat yıllarını aratmayacak bir zulüm ve şiddet dönemidir. Tam bir devlet terörü… Doğal olarak, IV. Murat ve Demiriş el üstünde tutulur. 80’li yıllarda İDOB’a üç kez müdür yapılır.12 Eylül’ün şiarı “devlet otoritesi/mutlak iktidar” anlayışı o noktalara ulaşır ki, IV. Murat’ın tiyatro ve opera biçimlerinin yanına, 1981’de tv dizisi versiyonu da eklenir. Sultanın bir semai ve üç peşrevinin de yer aldığı, Cihan Ünal’lı, Cüneyt-Ayten Gökçer’li dizi milyonlara izletilecektir.

Anımsatalım: 12 Eylül’ün ideolojik altyapısını “Türk-islam Sentezi” denilen bir ucube oluşturmuştur. Dinci gericiliğin önünü açacak bu anlayış, sanatsal alana, bizzat Kenan Evren’in alaturkaya verdiği destek ile, muhafazakâr referans ve kategorilerin bir bütün olarak meşrulaştırılması biçiminde yansıyacaktır.

İşte, 1980-1984 arasında aralıksız sahnelenen, yalnızca 1983’te 30 kez temsil edilen IV. Murat’ın müzikal ve tematik içeriği, baskıcı 12 Eylül’ün Türk-İslam Sentezi anlayışını birebir yansıtmaktadır.

Ama, iş 12 Eylül ile sınırlı kalmaz. Dedik ya, bu yapıt, devlet otoritesi/mutlak iktidar söylemli bütün baskıcı dönemlerin maymuncuk operasıdır. İslamcıların ilk görüşte vurulacakları cinsten. Nitekim, vuruldular. 1980-1984 yoğunluğundan sonra, iki dönemde daha siyasal otoritenin ihsan ve iltifatına mazhar olduğu görülüyor: 2008-2013, 2017-2022.

İslamcılar IV. Murat kuyruğunda

2008-2013, islamcıların kendi “mutlak iktidar”larına engel gördükleri Laik Cumhuriyet kurumlarının tasfiye edilme süreci olan Ergenekon dönemine denk geliyor. “Mutlak iktidar”larına taş koyan laik cumhuriyet kurumlarının direncini, “devlet otoritesi”nin zaafı olarak değerlendiriyorlar. Genel müdürlük koltuğunu korumak için islamcılara sırnaşmanın envai yolunu bellemiş olan Şeyh Rengim Gökmen, IV. Murat’ı Ankara, Antalya, Mersin, İzmir, Samsun Opera’larında sahneletiyor, Uluslararası İstanbul Opera Festivali’nin 2011, 2012, 2013  edisyonlarına vidalıyor. Hem de Topkapı Sarayı’nda, olayın geçtiği yerde. Eh, kültürlü adam, “verismo”cu…

2017-2022’ye gelince; 2017’de yapılan şaibeli başkanlık sistemi referandumu sonucunda yerleşen “tek adam” rejimi, “mutlak iktidar” anlayışının tipik bir örneğidir. Hem de Kuran’lı, Nas’lı falan… Böyle bir rejimin ecdat-mukaddesat hattında, şeriata dayalı “devlet otoritesi/mutlak iktidar” algısını köpürten bir yapıtı baş tacı edeceğini anlamak için ilkokul diploması yeterlidir. Dolayısıyla, Oğlan’ın IV. Murat seçimi yerli yerindedir.

Nisan 2017’de yapılan “tek adam” rejimi referandumunu islamcılar katakülliye getirince, Genel Müdür dâhi Selman IV. Murat’ın güzel bir “hayırlı olsun” hediyesi olacağını düşünür ve sahnelenmesine karar verir. İki dâhinin kırk iki sâhiden evla olduğu inancı ile dâhi bir rejisör arayışına çıkar. Bulması zor olmaz: Haldun Özörten. 2015’te, kurum sanatçılarının, “şaka mı bu?” bakışları arasında rejisörlük kadrosuna geçirdiği becerikli adam; şarkı söyler, reji yapar, ticaret yapar… Yapılması gerekenin ruhuna derhal nüfuz edip, başta IV. Murat, Osmanlı sultanlarının hiç de anlatıldığı gibi olmadıklarını, onlara anlayış ve sevecenlik ile yaklaşmamızın daha doğru, daha insani olacağını belirtir:

“Biz onları şaşalı saraylarda yaşayan muhteşem, mutlu, başarılı insanlar gibi görüyoruz ama özüne indiğimizde bizim gibi insanlar. Seyirciye biraz da bu yönden 4.Murat’ı anlatmaya çalıştık. Aslında her an anne baskısıyla, ölüm korkusuyla yüz yüze geldiğini, iç dünyasını göstermek istiyoruz. Niye bu kadar hırçınlaştı, sokağa çıkma yasağında elinde fener yok diye 9 yaşındaki bir çocuğu neden öldürdü, neler yaşadı, iç dünyası neydi?

Biz tamamen boyalı bir dünya görüyoruz. Bugün Osmanlı tarihini okuduğumuz zaman, padişahlar haremde yüzlerce kadınla yaşıyor, aman ne kadar güzel. Aslında bu değil. Gerçek 4. Murat, gerçek padişahlar bu değil. Aslında o da etiyle, kemiğiyle bir insan, acıları, mutlulukları var. Biraz bunları gösterip, bunun üstünden çalışmayı tercih ettim.” (AA, 26 Kasım 2017)

Dâhi rejisör Haldun, yandaş basında kaptırmış gidiyor:

“4. Murat’ın sevilmesi, müzikal değerinin yüksek olması ile ilgili. Yaklaşık 20 kez sahneledim. Türkiye’de yazılan ilk ve en büyük operalardan birisidir. Müzikal değeri yurt dışında oynanan pek çok klasik eserle yarışabilecek seviyede, Türkiye’nin gururu bir eserdir. Okan Demiriş Türk ezgilerini çok güzel kullanmış. İnsanı içine çeken, bizden dediğiniz müzikleri duyuyorsunuz. Bu yüzden önemli bir eser.” (yenisafak.com.tr, 20 Temmuz 2022)

Anladınız değil mi?

25 Kasım 2017’de dâhi Haldun’un rejisiyle Ankara Operası’nda prömiyer. Ocak 2018’de Oğlan başa geçer: “Cillop gibi opera, vallahi! Devam!” der. Aynı yıl, 1. Uluslararası Gaziantep Opera ve Bale Festivali’ne saltanat kayığı olarak gönderir. 2019’da bu kez Antalya Operası’nın sahnelemesini ister. Aynı rejisör, aynı reji. 2020 pandemi tatili ile zorunlu ara. 2021’de Antalya Operası’na Aspendos Festivali’nde sahneletir. 2022’de ise, İstanbul Opera Festivali’nde…

Alaturka opera: IV. Murat

Hadi, şimdi, IV. Murat’ın libretto ve müziğine biraz yakından göz atalım:

Bu yapıta opera kırması demek daha doğru olur; Oflazoğlu’nun oyunu müziklendirilmiş. “Müzikal” ruhu ve edası çok belirgin. Zira, ne o librettodan, ne de o müzikten opera çıkabilir. Siyasal koşulların zorlamasıyla ortaya çıkmış, hiçbir arıtma işleminden geçirilmemiş, müzikal kolaj ile ayakta zor duran, kişilerinin yaşayan karakterlere dönüşemediği, Osmanlı kostüm defilesi ötesinde bir anlam taşımayan yontulmamış kütle.

Demiriş’in esas amacı, alaturkayı operaya bulaştırmak olduğu için Itrî’nin üç yapıtını olduğu gibi kullanır. O kadar ki, Itrî, besteleriyle yapıtın içinde dolaşan adeta görünmez bir karakterdir:

Segâh Kurban Bayramı Tekbiri, Segâh Salât-ı ümmiye ve Segâh Yürük Semai.

Bunların dışında, Bağdat’ın fethi haberi sahnesinde (3. perde 4. tablo), neva makamındaki anonim Ceng-i Harbi ile, Revan Kalesi fethi haberi sahnesinde (3. perde 1. tablo), Kayıkçı Kul Mustafa’ya atfedilen nişabur makamındaki Genç Osman’ ı da listeye yazmalı.

Yanı sıra, yapıtın genelinde, alaturkanın makamsal dokusunu (hicaz ve ailesi, nikriz, kürdi, nihavend, nişabur, neva) renk olarak duyurması, vurmalılar ile sağlamak istediği mehter etkisi ve geleneksel icraya uygun olması için, parçaları solo ya da koro olarak yalnızca erkek sesiyle okutması... (B. Taniş, s.31-34)

Teravih namazlarında ve dini törenlerde topluca okunan Salât-ı ümmiye, Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu yapıtta çoksesli hale getirilmiştir. (A.g.y., s.91)

Doğu-Batı sentezini alaturka üzerinden yapacağım kazmalığı bununla kalsa yine iyi;  Benim Gecemden Doğan Yıldızın gibi bir arya (2. perde 3. tablo) ile şair Nef’i’nin güftesi üzerine, Itrî’nin segâh yürük semai  “Tuti-i mucize gûyem ne desem laf değil” ini (3. perde 3. tablo) yan yana getirip, üstelik de aynı şan eğitiminden geçmiş gırtlaklara okutur.

Hep söylüyoruz; müzik kültürünün varış limanı müzikal görgüdür. Buna sahip olmaksızın, yalnızca teknik müzik bilgisine yaslı beste veya yorumların, “bülbülü eti için öldürme” gibi bir risk taşıması yüksek olasılıktır.

Operada olması gereken her şey: Kuran, sultan, şeyhülislam, salavat, rahle…

IV. Murat’ın bam teli 2. perde 4. tablodaki Kuran sahnesidir. Pivot budur. Yukarıda değinilen siyasal içeriğin kaynağı da budur. Librettodan aynen verelim:

“(Sinanpaşa köşkü) Taht ortada, köşkün önünde yüksekçe bir yerdedir. Yeniçeriler, sipahiler ürke ürke girip yer alırlar. Derken ulema yani bilginler, aydınlar takımı gelir. Sonra da halk, yani İstanbullular sağa sola ilgiyle merakla bakarak girerler. Oraya ilk defa geldikleri bellidir. Yine sessiz bir bekleyiş. Derken birden patlayan savaş ezgileri çalar mehter.)

Ceng-i Harbi

(IV. Murat heybetle, ilk defa savaşçı kılığında görünür, demirden kara tolgasına kırmızı şal sarık sarmış, alnında ışıl ışıl yanan iri, kara elmaslı bir sorguç. Arkasında silahtar ve Bostancıbaşı, mehterin çaldığı savaş ezgileri eşliğinde ağır ve kesin adımlarla gelir, tahta oturur. Silahtar ve Bostancıbaşı tahtın iki yanında yer alırlar. Bir Enderun’lu Kur’anı getirir. Murat onu alıp saygıyla öper. Dudakları sessiz bir duayla kıpırdanır. Kalabalık şaşırmış, tam bir sessizlik içinde seyretmektedir. )

                                             (Kur’an Sahnesinden)

                                        (Murat birden gürleyerek)

IV. MURAT:                  -Kur’an dır bu!

                                       Her karanlığı

                                       Aydınlatandır bu!

                                       Bütün sözlere

                                       Bütün eylemlere

                                       Hakandır bu!

                                       (Kalabalığın üstüne yürür)

                                      Kur’an dır bu!

                                      Tekmil peygamberleri

                                      Doğrulayandır bu!

                                     Kur’an dır bu!

BİR İHTİYAR:              Allahü ekber, allahü ekber

KORO:                         La ilahe ilellahü

BİR İHTİYAR:              Vellah-ü ekber

KORO:                          Allah-u  ekber ve lillahil hamd

                                      Allahü ekber Allahü ekber

                                       La ilahe illellahü

                                      Vellah ü ekber

                                      Allah-u Ekber ve lillahil hamd

IV. MURAT:                  -O Doğmayan

                                      Ve doğurmayanın ağzından

                                       Konuşandır bu !

                                       O ki her yerde

                                       İnsanların

                                      Yürek vuruşunu ayarlayandır. 

                                       Gökte yıldızların dönüşünü 

                                       Sağlayandır

                                       Kur’andır bu!

                                       (Salât-ı Ümmiye)

ERKEK KOROSU:        -Allahümme salli ala Seyyidiina

                                      Muhammed’inin Nebiyil’Ümmiyyi

                                       Ve ala alihi ve Sahbihi ve Sellim.

                                      Allahümme salli ala Seyyidiina

                                       Muhammed’inin Nebiyil’Ümmiyyi

                                       Ve ala alihi ve Sahbihi ve Sellim

IV. MURAT:                  -Sultanlar Sultanı

                                       Hud suresinde

                                       Buyuruyor ki

                                       Büyüğünüz

                                      Sizden nasıl davranmanızı isterse

                                       Öyle davranacaksınız.

                                       Sorarım size

                                        Bu kitabın yanıldığını

                                       İleri sürecek Müslüman

                                        var mı içinizde?

ERKEK KOROSU:       -Haşa!.. Haşa!...

                                        Padişahım !

                                        Haşa !... Haşa !...

IV. MURAT:                 -Sultanlar sultanı

                                        Ettevbe suresinde

                                        Buyuruyor ki:

                                        Ey inananlar

                                       Tanrıdan korkun

                                       Ve sadık kişilerle Beraber olun !

                                       İnananlar deniyor...

                                       Tanrıya inanmayan müslüman

                                      Var mı içinizde?

KORO:                         -Haşa ! Haşa !” (B. Taniş, s.62-64)

IV. Murat’ın “devlet otoritesi/mutlak iktidar”ı Hûd ve et-Tevbe surelerine dayandırdığı, Salât-ı ümmiye ile desteklenen bu sahne, laik cumhuriyet kültürüne son derece mesafeli muhafazakâr, gerici çevreleri adeta mest etmiştir.

70’ler muhafazakârlığının amiral gemisi Tercüman’da, edebiyat dünyasının en gerici, en karanlık yüzlerinden olan Mehmet Kaplan, 19 Mayıs 1980’de, “Muhteşem Bir Türk Operası: IV. Murat” başlıklı bir yazı kaleme alır:

“Özellikle 2. perde muhteşemdi ve Osmanlı tarihini yücelten ruhu bütün güzelliği ile ifade ediyordu… Besteci Okan Demiriş, bu Kur’an sahnesinde, Tekbir’i, sanatın altın çerçevesi içinde bir yesari hattı güzelliğiyle, aslındaki kutsal havaya halel getirmeden yerleştirmesini bilmişti… 2. perdede Türk seyircisi, kendi tarihine has, ulvi, muhteşem bir mana bulacak ve kendisine yabancı olan bu sanatı sevecektir.” (B. Taniş, s.111-112)

10 yıl sonra, Türk-İslam Sentezi’nin savaş atlarından Işıkçılar Cemaati’nin yayın organı Türkiye Gazetesi’nin, 12 Şubat 1990 tarihli sayısında, adı 12 Eylül işkencelerine karışmış, “solcular genetik olarak suçludur” cümlesi ile tanınan, faşist psikiyatri doktoru Ayhan Songar, IV. Murat operasını ele alır:

“Itrî’nin Tekbir’i daha uvertürde gönüllerimizi alıp götürmüştü bile. İkinci perdede, “Kur’andır bu!” diye başlayan yemin ettirme sahnesi hepimizi heyecanın zirvesine çıkarmıştı… Araya serpiştirilen salât ve ilâhiler bizim milli musikimizle çoksesli müziği öylesine birbirine mezcetmiş, birbiri içinde eritmişti ki…” (B. Taniş, s.113)

Sanırım, daha fazla ayrıntıya gerek yok. Oğlan’ın festival için IV. Murat’ı seçmesinin nedeni açık: Saray’a selam, koltukta oturmaya devam…

Carmen kapı açar mı?

4) Carmen

Çok doğal ilk soru: Oğlan’ın Carmen’i festival programına alırken kolladığı kişisel çıkarı nedir?

Bakalım:

1) Ramona Zaharia’nın varlığı.

Carmen, ben ve belki bir gün Metropolitan…

Ne alakası var?

Carmen rolüne çıkan Romen mezzo Ramona Zaharia’ya, opera dünyasının yükselen yıldızlarından gözüyle bakılıyor. Almanya’da sağlam yer tutmasının ötesinde, 2019’da, Metropolitan’ın kapısını da açmayı başardı. Dolayısıyla, onunla ilişkide olmak, yatırım anlamında maliyet-kâr açısından oldukça avantajlı olabilir. Opera dünyasında ilişkiler çok önemlidir.

Zaharia’nın diğer bir özelliği ise Romen olmasıdır.

Ee, n’olmuş?

Oğlan, 25 Haziran’da AKM’de gerçekleştirdiği festival konulu basın toplantısında açıklıyor:

“Balkanlar’daki birçok opera evi, Romanya, Sırbistan, Bulgaristan, Makedonya’nın içinde olduğu bölgede bir opera birliği oluşturarak sanatçı ve prodüksiyon alışverişi yapma konusunda öneride bulundu. Henüz çalışma aşamasında, alınmış herhangi bir karar yok ama bunu hayata geçirme konusunda elimizden geleni yapacağız.”

Bu işin Oğlan için anlamı, yeni kazanç kapıları bulmasıdır. Balkan ülkelerini sıralarken ilk başa Romanya’yı koyması ile, bu yılki festivalin iki önemli yapıtının (Tosca, Carmen) ikisinin de baş rollerinde Romen sanatçıları (Angela Gheorghiu, Ramona Zaharia) izlemiş olmamız arasında acaba bir ilişki var mı?

2) Carmen grand operadır.

Festivallerin vitrinlerini genellikle grand operaların tutması adettendir. Reji ile geniş sahne efekt ve hareketlerinin özel önem taşıdığı bu yapıtlar, renkli görünümleri ile her zaman çekici olmuşlardır.

Pandemi ve sahnesizlik nedeniyle, bu tür operaları sahneleme olanağının pek de bulunmadığı biliniyor. Oğlan, bu açığı gidermek amacıyla Carmen’i hazırladıkları izlenimi yaratmak istiyor. Her zamanki kişisel PR köpürtmesi.16 Temmuz’da AA’ya verdiği söyleşide, “Pandemi süresinde çok şey biriktirdik, şimdi sergileyeceğiz” diyor.

Doğru söylemiyor.

İDOB’un Carmen’i, pandemi sürecinin ürünü değil. 2019 Aspendos Festivali için yapıldı. Ortada pandemi falan yoktu. Rahatça sahnelendi. 2020 Nisan’ında Zorlu PSM’de sahnelenmesi planlanırken, zorunlu pandemi tatiline takıldı.

Yani, Carmen üzerinden yaratmak istediği “çalışkan, sorumlu ve fedakâr genel müdür” imajı hiç de gerçekçi değil. Zaten, Tosca dışındakilerin (IV. Murat, Carmen, Saraydan Kız Kaçırma) festival ile ilgisi yok. Hepsi pandemi öncesinin yapımları.

Ha, bu arada, ilk islamcı operamız olan Sinan’ın rejisörlüğünü üstlenerek, Saray nezdinde meşruiyet katsayısını yükselten İtalyan Vincenzo Grisostomi Travaglini’nin, Carmen’in de rejisörü olması, Oğlan’ın Carmen seçimini kolaylaştıran etmenlerden bir diğeri olabilir mi?

5) Saraydan Kız Kaçırma

Geçen yılki festival bağlamında kaleme aldığımız uzun ve ayrıntılı yazıda (haber.sol.org.tr, İstanbul'da Saray tuluatı bir opera festivali, Yeni nesil Saraydan Kız Kaçırma (2), 26-27 Ekim 2021) belirttiğimiz üzere, Saray’a yaltaklanmak için Osmanlıca oynanan, şarkılı tuluat kepazeliğinden başka bir şeyi andırmayan bu temsili sahneye tekrar taşıma cüretinin tek bir nedeni olabilir: Oğlan’ın Saray’a, “Ne istediniz de yapmadım?” diyerek, koltuğunu koruma çabası. Opera sanatı ve bu sanatın resmi kurumu olan DOB’u, kendi çıkarları için aşağılayarak, küçük düşürerek…

Saraydan Kız Kaçırma’nın bu festivalin klasiği olduğu, “mecburen” sahneye taşındığı gerekçesine sığınılıyorsa, doğru söylenmiyor demektir. Oğlan, 2019’daki festivalde Saraydan Kız Kaçırma’ya yer vermemişti.

Oğlan’ın kazanç listesi

Festivalin asıl kazananı Oğlan, dedik. Başlıklar halinde özetleyip, asıl kaybedene geçelim:

1) Oğlan’ın esas amacı kendi PR’ını yapmaktı. Angela Gheorghiu üzerinden ve 7 Tenor konseriyle bunu başardı. Ramona Zaharia yatırımını da cebine koydu.

2) Tosca ile, Zeliha Berksoy’un “solcu” imajına yaslanarak, tamamıyla dışlandığı ilerici/laik cumhuriyetçi kesime açılım yaptı.

3) Tosca ile, Semiha Berksoy üzerinden kurumsal tarih ve derinlik bilincine sahip olduğu izlenimi yarattı.

4) IV. Murat ve Saraydan Kız Kaçırma ile, islamcılara, siyaseten kendileriyle aynı yolda olduğu mesajını bir kez daha teyit etti.

5) Saray’a ve bakanlığa festivali “sanat turizmi” konsepti içinde sunarak, bütçenin önemli bir kısmının Eyüp Sultan Belediyesi ve Telif Hakları Genel Müdürlüğü tarafından karşılanmasını sağladı. Bütçe kullanımı ve tanıtım konusunda “sorumlu ve bilinçli genel müdür” imajı yakaladı.

6) Ayrıntılarını aşağıda vereceğimiz üzere, İBB’yi uzak tutarak, festivali, dolayısıyla da DOB’u, Saray siyasetinin etkinlik alanlarından birine dönüştürdü. Bu yolla, ilgili merciler nezdinde, siyaseten tutarlılık ve duyarlılık ile, kuruma hakimiyet izlenimi yarattığı söylenmeli.

7) Oldukça yıpranmış, kurumsal denetim ve saygınlığı cılızlaşmış bir genel müdür olarak, “başarı” etiketiyle pazarlanan bir festivalin getireceği doping ile, tarihsel ve kurumsal anlamda her zaman “farklı” olan İDOB üzerinde tam bir denetim oluşturma fırsatı yakaladı. Ayrıntılarını aşağıda bulacaksınız.

[email protected]

Yarın: Asıl Kaybeden: Devlet Opera ve Balesi (DOB)