İstanbul'da Karahan Festivali: Muhteşem opera magandalığı

13. Uluslararası İstanbul Opera Festivali, DOB'da hüküm süren ağır liyakat sorunlu tek adam rejiminin, bütün olumsuzluklarıyla ortaya döküldüğü bir utanç örneği olarak tarihimizdeki yerini aldı.

Melis Gönenç

Devlet Opera ve Balesi (DOB), tarihinin her döneminde siyaset ile iç içe olmuştur. Bu durum, hem yasal koordinatlarını, hem yönetim biçimini, hem de sanatsal etkinlik ve düzeyini doğrudan belirleyen ana etmendir.

Peki, bu doğal mı?

Bir ölçüye kadar evet. Opera ve balenin en gelişkin olduğu ülkelerde bile, durumun farklı olduğunu söylemek güçtür. Ancak, bütün mesele söz konusu ölçünün sıkletindedir. Bunu da belirleyen, ülkede var olan opera-bale kültürü ile kurumlarının tarihsel derinliği, yerleşikliğidir. Siyasal etkinin şiddet ve kapsamını çerçeveleyecek olan tek şey, yerleşik kültür ve kuralları olan kurumun, işleyiş ve reflekslerinin sağlayacağı kendini koruma düzeyidir. Bildiğiniz bağışıklık sistemi. Yani, opera-balenin kültürel/kurumsal ayaklarının sağlamlığı, siyasal müdahalenin tüy, hafif, orta, ağır sıkletinden hangisine maruz kalacağını tek başına belirler.

Bizde siyasal müdahale her zaman ağır sıklet şiddetinde olmuştur. Bunun iki temel nedeni var:

1) Osmanlı’da opera-bale kültürü, dolayısıyla da kurumu yoktur. Diğer bir deyiş ile, yüksek sanat sınıfından, Laik Cumhuriyet’in miras kırıntısı dahi edinemediği tek alan opera-baledir. Bu nedenle, opera-bale, kültürü ve kurumu ile yüzde yüz laik cumhuriyet çocuğudur. Bunun kültürel/kurumsal anlamı ise, henüz bir yüzyılı dahi devirmemiş, genç bir fidan olduğudur. Toprağa tutunmuştur, kolay sökülemez ancak, kültürel/kurumsal derinliğin kendiliğinden işlerlik kazanabilmesi için bir süre daha çelik yelek ile dolaşması gerekmektedir.

2) Opera-bale kamusal kültürün temellendirdiği bir kamu kurumu olarak kurulmuştur. O nedenle de, kamu düzenine doğrudan müdahale anlamı taşıyan tüm siyasal dönüşüm ve çalkantılardan bire bir etkilenmeye açıktır. Bu etki olumlu yönde olabileceği gibi, tersi yönde de olabilir.

İslamcıların iktidarı öncesinde, merkez sağ ve merkez solun belirleyici olduğu siyaset kurumu, Laik Cumhuriyet’i yıkmak gibi bir hedefe sahip olmadığından, opera-baleye yapılan siyasal müdahaleler daha çok, sanatçıları yanına çekmeye çalışmak biçiminde olmuştur; opera-balenin Laik Cumhuriyet açısından çok belirgin olan özgül ağırlık ve meşruiyeti, siyaset kurumunun elbette bilgisi dahilindedir.

1980’e gelinceye kadar, opera-bale kültürü konusunda yaşanan tartışmaların özüne bakılırsa; opera sahnesine “müzikal”, bale sahnesine “modern dans” taşımanın ne derece sanatsal meşruiyet taşıyıp taşımadığı ekseninde dönecektir. Hiç de önemsiz sayılmaması gereken bir tartışma olmakla birlikte, konunun laik cumhuriyet kültürünü dolaysız biçimde hedefleyen bir yönü bulunmamaktadır. Itri’li, Salât-ı Ümmiye’li, Segâh Tekbir’li opera düşüncesine daha zaman vardır.

Laik Cumhuriyet’in opera anlayışında, siyaset ile doğrudan bağlantılı, gözle görülür ilk kırılma, Okan Demiriş’in IV. Murat’ı ile yaşanacaktır. Aşağıda değineceğiz.

İslamcılar opera-balenin düşmanıdır

Türkiye’de ilk kez opera-bale, kültürü ve kurumu ile ortadan kaldırılmak isteniyor. Bu kültürün bize yabancı olduğu, bu kurumun kamusal nitelik ve güvence taşımasının yanlışlığı yönündeki düşünceler islamcı siyasilerce daha önce de dillendirildi. Ama, ne siyaseten güçlü konumdaydılar, ne de ideolojik hegemonyaları vardı. Oysa şimdi, yirmi yıldır iktidardalar ve Laik Cumhuriyet’i yıkma projelerini çoktandır yaşama geçirmiş durumdalar.

Bir rejim kurumları ile vardır. Bir kurum ise, hele ki yüksek sanatta, ancak ve ancak kültürü ile ayakta kalabilir. Opera-bale kültürünü seyreltmeye kalkarsanız, orta vadede kurumu da suda eritirsiniz. İşte, islamcıların yapmak istediği tam da budur. Bu amaçla, önce kurum içinden işbirlikçiler edindiler: Yekta Kara-Rengim Gökmen düosu ile Selman Ada en öndeki isimlerdir. Daha az görünür olanlar da vardı. İslamcılar, bunların hem kültürel, hem de kurumsal açıdan yıkım yolunu yeterince açtıklarına ikna olduklarında, kendi esas oğlanlarını, Murat Karahan’ı başa getirip, işlemi tamamlamasını istediler.

Bu süreci daha önceki yazılarda ayrıntıları ile kaleme almıştık.

Oğlan, genel müdür yapıldığı 2018’den bu yana, adım adım islamcı yıkım ajandasını uyguluyor.

Bunları neden mi anımsatıyoruz?

Bu yılki opera festivali, söz konusu yıkım projesinin doruk noktasını görünür kıldı da ondan. 2018-2022 döneminin adeta konsantresi gibiydi. Yaşananı tanımlamada kullanılacak kültürsüzlük, görgüsüzlük gibi nitelemeler hafif kalır. Bunun dilde tek bir karşılığı var: Magandalık.

Tamam da, bir yüksek sanat kurumu böyle bir noktaya nasıl sürüklenebilir?

Çok güvenlikli bir kültürel/kurumsal derinliğe henüz ulaşamamışken, başına, ağır ehliyet ve liyakat sorunu olan birini tek adam olarak getirir, “Eti senin, kemiği benim” diyerek, suçsuzluk ve dokunulmazlık teminatı verirseniz.

Peki, bunu neden yapasınız?

Çünkü, opera-baleyi Laik Cumhuriyet kanından olduğu için yok etmek istiyorsunuz.

İyisi mi, gelin, şu opera magandalığını adım adım katedelim…

13 rakamı mı, Oğlan mı, islamcılar mı uğursuz? Yoksa, üçü de mi?

Daha önceki 12 festival ile bunun arasında çok önemli bir fark var: Öncekilerde hangi kusura işaret etseniz -elverişsiz sahne, elektronik akustik kullanımı, sahne hareketliliği, ışık ve dekor, oturma düzeni vb.- yanıt hemen hazırdı: “Ne yapalım, AKM kapalı, operaya uygun sahnemiz yok.” Bunda haklılık payı elbette vardı ancak, festivali düzenleyenlerin bu nedenle kendilerini yiyip bitirdiklerine de kimse tanık olmadı. Çünkü, daha başında sanatsal değil, ticari kaygının ön planda olduğu bir festival olarak tasarlanmıştı. Laik Cumhuriyet’e yönelik islamcı saldırının silahlı biçim aldığı Ergenekon sürecinin en koyu döneminde, islamcıların, DOB’un üst yöneticilerine, işbirlikçi tutumlarını sürdürmelerinin ödül ve teşviki olarak verdikleri primdi. Bal tutanlar parmaklarını yaladılar. Kötü bir gelenek oluştu. Nitekim, sanatsal düzey yıldan yıla geriledi. Doğrudan ya da dolaylı kişisel kazanç mantığı kemikleşti. Bankalar, şirketler, işletmeci firmalar, belediyeler, müteahhitler, komisyonlar, şişirilmiş faturalar, dolan cepler… Hiç kimsenin opera kültürü, operanın kurumsal yapısı falan diye bir derdi yoktu. Bir gün anlatırız.

Sonunda AKM açıldı: 29 Ekim 2021. Opera salonu, açılışın hemen ardından, çalışmaların tamamlanmadığı gerekçesiyle, 2022 ilkbaharında yeniden açılmak üzere kapatıldı.18 Mayıs’ta, bakanın da katıldığı ikinci açılış yapıldı ve içlerinde, Sinan ve Falstaff  operalarının da bulunduğu bir dizi etkinliğe sahne oldu. Haziran sonuna kadar, 28 Mayıs-12 Haziran arasındaki Beyoğlu Kültür Yolu Festivali’ni de içerecek biçimde kullanımda kaldı. Derin bir nefes alındı; opera festivali, opera için özel akustik donanıma sahip, dünyanın en iyi 8-10 opera salonundan biri olduğu bizzat Oğlan tarafından ifade edilen, 200 milyon euro maliyetli bu mekânda yapılmayacaktı da, nerede yapılacaktı? Zavallı opera akustik donanımları yetersiz açık ve kapalı mekânlarda, elektronik takviye bataklığında dayak yemekten nihayet kurtulacaktı.

Oğlan ters köşe yapıyor

Herkes yanıldı.

1 Nisan’da Oğlan Ankara’da Tosca’nın tanıtımına yönelik bir basın toplantısı düzenler. Burada ilk kez, festivalin Haliç’te yapılacağını muştular:

“Arkanızda Haliç manzarası, bu büyülü temsili [Tosca] seyredeceksiniz.”

Aynı toplantıda Akil’e, izleyen yıllarda, opera festivali için, tıpkı Bregenz’de olduğu gibi, Haliç’in üzerinde yüzer bir sahne hayal ettiğini söyler. (Şefik Kahramankaptan, Kuşaktan Kuşağa Tosca..., sanattanyansimalar.com, 2 Nisan 2022)

Haydaa!

Tamam, Oğlan’ın hamşoluğu biliniyor ama, bu ölçüde klinik bir vaka da sayılmaz hani. Bu işin altında bir bit yeniği olmalı…

Bu arada, basın toplantısına katılan gazeteci/müzik yazarlarının hiçbirinin aklına, “Festival neden AKM’de yapılmıyor?” sorusunu sormak gelmiyor.

Yaklaşık üç ay sonra, İstanbul’da, 25 Haziran’da, AKM Opera Salonu fuayesinde, bu kez doğrudan festival ile ilgili basın toplantısı düzenliyor:

“Bir yaz festivali olan opera festivalini açık havada yapmak hayalimdi. Haliç Kongre Merkezi’nin bahçesi bunun için çok uygun. Kim bilir, belki ileride, Bregenz Festivali’ni nasıl gölün üzerine sahne kurup yapıyorlarsa, Haliç üzerine bir sahne kurarak yapar ve daha büyük kitleye ulaşırız.

Bu sene festivali, açık havada, ferah ferah (…) arkada bir Haliç manzarası ile gerçekleştireceğiz, inşallah. Özellikle günbatımında, tam sunset sırasında, Haliç’in o muhteşem manzarasının önünde başlayacak temsillerimiz ve konserlerimiz… Dünyanın incisi İstanbul, İstanbul’un incisi de Haliç, Altın Boynuz; dünyanın belki Türkiye’ye ait en meşhur yerlerinden biri…”

Yok, dil sürçmesi falan olamaz; çok bilinçli konuşuyor. Opera festivali ile AKM arasında hiçbir ilişki kurmadığı gibi, festivalin Haliç Kongre Merkezi otoparkında -yumuşatmak için olsa gerek, “bahçesinde” demeyi yeğliyor- hatta, ileride deniz üzerine yüzer sahne kurulması suretiyle, AKM dışında adeta kurumsallaşmasının uygunluğuna işaret ediyor.

Bu arada, basın toplantısına katılan gazeteci/müzik yazarlarının hiçbirinin aklına, “Festival neden AKM’de yapılmıyor?” sorusunu sormak yine gelmiyor.

Haliç’te bir otopark…

Tuhaf şey; durup dururken Haliç Kongre Merkezi Otoparkı’na yönelik bu aşk da nereden çıktı?

Seçeneklere bakalım:

a) Oğlan “yaz festivali”ni açık havada, “ferah ferah”, “sunset zamanı”, manzara destekli ve deniz kenarında olması  gereken bir etkinlik zannediyor.

Opera sanatının anayurdu olan Avrupa’daki opera yaz festivallerinin en kıdemli ve ağır toplarına bir göz atarsak:

Bayreuth Festivali (1826). (Almanya). 25 Temmuz-1 Eylül. Kapalı salon. Doğal akustik.

Münih Festivali (1875). (Almanya). 19 Haziran-31 Temmuz. Kapalı salon. Doğal akustik.

Verona Festivali (1913). (İtalya). 7 Temmuz-17 Ağustos. Açık hava. Doğal akustik.

Salzburg Festivali (1920). (Avusturya). 18 Temmuz-31 Ağustos. Kapalı salon. Doğal akustik.

Puccini Festivali (1930). (İtalya). 15 Temmuz-27 Ağustos. Açık hava. Doğal akustik.

Floransa Festivali (1933). (İtalya). 12 Nisan-16 Temmuz. Kapalı salon. Doğal akustik.

Glyndebourne Festivali (1934). (İngiltere). 21 Mayıs-28 Ağustos. Kapalı salon. Doğal akustik.

Bregenz Festivali (1946). (Avusturya). 8 Temmuz-21 Ağustos. Açık hava. Elektronik akustik.

Edinburgh Festivali (1947). (İskoçya). 5-28 Ağustos. Kapalı salon. Doğal akustik.

Aix-En-Provence Festivali (1948). (Fransa). 4-23 Temmuz. Kapalı salon. Doğal akustik.

Drottningholms Slottsteater Festivali (1951). (İsveç). 6-20 Ağustos. Kapalı salon. Doğal akustik.

Wexford Festivali (1951). (İrlanda). 21 Ekim-6 Kasım. Kapalı salon. Doğal akustik.

Santander Festivali (1952). (İspanya). 1-19 Ağustos. Kapalı salon. Doğal akustik.

Macerata Festivali (1967). (İtalya).29 Temmuz-21 Ağustos. Açık hava. Doğal akustik.

Savonlinna Festivali (1967). (Finlandiya). 1-31 Temmuz. Açık hava. Doğal akustik.

Buxton Festivali (1979). (İngiltere). 7-24 Temmuz. Kapalı salon. Doğal akustik.

Rossini Festivali (1980). (İtalya). 9-21 Ağustos. Kapalı salon. Doğal akustik.

Longlorough Festivali (1991). (İngiltere). 9 Temmuz-2 Ağustos. Kapalı salon. Doğal akustik.

Verdi Festivali (2000). (İtalya). 22 Eylül-12 Ekim. Kapalı salon. Doğal akustik.

Yukarıdaki 19 opera yaz festivalinin yalnızca 5’i açık havada yapılıyor. Hep söyledik, söylüyoruz; Oğlan’ın opera kültürü ve görgüsü çok cılız.

Bir otoparkta aranacak tüm özellikler var: Manzara, doğal akustik, rüzgâr ve müzik.

b) Oğlan, Haliç Kongre Merkezi Otoparkı’nın muhteşem bir doğal akustiğe sahip olduğunu keşfetti.

İstanbul Opera Festivali ilk kez açık havada yapılmıyor. Daha önce, Cemil Topuzlu, Rumeli Hisarı, Topkapı Sarayı, Yıldız Sarayı, Arkeoloji Müzesi Bahçesi’nde defalarca yapıldı. Hatta, kendi, müdürlüğünün son iki yılında (2020, 2021) festivali bütünüyle Arkeoloji Müzesi Bahçesi’ne taşıdı. Yani, “Bir yaz festivali olan opera festivalini açık havada yapmak hayalimdi” cümlesinin ayakları sallanıyor.

O halde, bu otoparkı, AKM’yi bypass edecek ölçüde cazip kılan ne olabilir?

Sanatsal olarak baktığınızda, herhalde ve öncelikle eşsiz bir doğal akustik.

Yeniden anımsatalım: Opera ses sanatının doruğudur. En önemli özelliği, şan tekniğinin sağladığı mikrofonsuz, yani, elektronik akustik kolaycılığına kaçmayan söyleyiş niteliğine sahip oluşudur. Uzun ve zorlu eğitimi de, evrensel saygınlığı da bu niteliği ile ilgilidir. Bir opera temsilinin elektronik akustikten geçirilmesi, hem sanatın kendisine, hem sanatçıya, hem de izleyiciye saygısızlıktır.

Açık havada doğal akustik olmaz mı?

Olmaz olur mu! Yukarıda adları verilen 5 açık hava mekânının 4’ü şaşırtıcı bir doğal akustiğe sahiptir. İçlerinde, 20.000 izleyici kapasiteli, 2000 yaşında olan Verona Arenası, 1475 tarihli Savonlinna kalesi, 1823 tarihli Sferisterio gibi yerler vardır.

Peki, otopark böyle bir akustiğe mi sahip?

Tam tersi. Daha önceki açık hava mekânlarınınkiler ile karşılaştırılamayacak ölçüde kötü. Durmak bilmeyen bir rüzgâr. Neredeyse, yanınızdakini duyamıyorsunuz. O kadar ki, Tosca temsili rüzgâr nedeniyle, dekorların kısmi hasar görmesi üzerine içeriye alındı. Cayır cayır elektronik akustikte bile ses stabilizasyonu doğru dürüst sağlanamıyor. Rüzgâr hafifleyince, bu kez sivrisinek saldırısı başlıyor. Teknik ekibin, daha öncesinde, buranın elverişsiz koşulları konusundaki uyarılarına kulak asan yok.

Yukarıda sayılan 19 yaz festivali mekânının -kapalı ya da açık- 18’inde doğal akustik vardır. Yalnız birinde, Oğlan’ın örnek diye ileri sürdüğü Bregenz’de elektronik akustik kullanılmıştır.

Neden mi?

Çünkü, Bregenz Festivali daha başında bir opera değil, operet/müzikal festivali olarak tasarlanmıştır. Salzburg Festivali’nin ortodoks yaklaşımının tersine, II. Dünya Savaşı sonrasının siyasal ve kültürel atmosferi içinde, liberal denebilecek esnek bir kapsayıcılık ile, operet/müzikal alanında uzmanlaşması istenmiştir. Amaç, daha popüler bir kültür tüketim alanı yaratmaktır. Konstanz Gölü üzerine kurulmuş olan 191 metrelik dev sahnede James Bond filmi dahi çevrilmiştir. Sahnelenen operalar da aynı popüler konsepte sahiptir. 2006’da orkestra sahneden tamamen ayrı bir yere alınmış olup, şefin görüntüsü ekrana yansıtılmaktadır. 800 hoparlörlü akustik donanım, dünyada bir örneği daha bulunmayan son derece sofistike bir sistemdir. Sahne ve akustik düzenek, saatte 70 km’ye kadar esen rüzgâra dayanıklıdır. Üstelik, sahne, Oğlan’ın sandığı gibi, yüzer değil, Konstanz Gölü tabanına çok sağlam biçimde tutturulmuş sabit bir sahnedir.

Oğlan Bregenz’e 2020’de gidiyor. Gördüklerinden büyüleniyor. Çok doğal. Gazino assolisti kültür ve duyarlılığına sahip, popüler olmak için her kılığa girmeyi göze alan birinden, opera ile operet/müzikal farkı, akustik titizlik filan gibi konularda sorumlu ve ciddi kararlar beklemek ne kadar gerçekçi olabilir ki?

c) Oğlan, Haliç Kongre Merkezi Otoparkı’na kurulan sahne ve görünürlüğünün, oturma düzeninin, çevre yerleşim ve hizmet sunumunun bir opera festivali için ideal ölçülerde olduğu düşüncesinde.

Sahne, operadan çok, rock festivaline yaraşır biçimde kurulmuş. Grand opera için hacimsiz. Yerden yüksekliği ile izleyici oturma alanı eğim oranı iyi ayarlanamadığı için, daha doğrusu, rock festivali formatlı olduğu için, 2600 izleyicinin yarıya yakını sahneyi iskontolu görüyor. Gayri ihtiyari, sağa sola kaykılarak görünürlük alanını genişletmeye çalışıyor. Uzaktan bakınca yüzlerce kişi toplu zikir ayinindeymiş gibi duruyor. Bazıları ise, kendilerini sağ yandaki çimenlere atmış, oradan görüntü almaya çalışıyor.

Oturma yerleri ise gerçekten özel. İlk gün, 7 Tenor konserinde, bildiğimiz beyaz plastiktiler. Konser sonrasında, bu derece düzeyli bir festival ve otopark için fazla sıradan bulunup, doğrudan düğün sandalyeleri ile değiştirildiler. Siyah, beyaz, bej, dore… oymalı moymalı. O kadar dip dibe ki, halaya durur gibisiniz. Düğün ile opera arasındaki farkı gel de anlat! Yahu, düğünde sandalyenin önemi yalnızca havalı görünmesindedir; yersin, içersin, oynarsın… Saatlerini sandalyede aynı noktaya sabitlenmiş bakışlar ile kıpırdamadan geçirmezsin. Nitekim, temsil bir saati aştıktan sonra, sandalye işkencesi de başlıyor.

Opera düğünü mü, düğünde opera mı? Sandalyeden al haberi…

Düğün dedik de, keşke, opera-düğün akrabalığını ispat aracı olarak yalnızca sandalye ile yetinilseydi. IV. Murat temsili ile eşzamanlı olarak, birkaç on metre ileride iki de düğün vardı. Harbiden düğün; jeepli, telli duvaklı… Çok doğal; Haliç Kongre Merkezi afili adına bakmayın, orası aynı zamanda ünlü bir düğün merkezidir. İbrahim Tatlıses’in oğlunun düğününe ev sahipliği yapacak kadar…

Anladınız değil mi?

Oğlan’ın operayı “popüler”leştirme yöntemlerinden biri de, düğün mekânı ile opera mekânı arasındaki “jakoben” mesafeyi gidermek olmalı.

Opera kültürüne bir katkı da, “Sunset zamanı, muhteşem Haliç manzarasında…”  ayran, çay, kahve, cola içmek. İçki haram ya, haşa! Operayı yerli ve milli kılmanın şekil şartlarından biri de, bu sanatın içki ile bağını kesmek. Hiç zor değil; Haliç Kongre Merkezi’ni kim işletiyor, biliyor musunuz? Birazdan geleceğiz.

Ve tabii, ezan. Bu otoparkın az ilerisinde cami var. Müezzin yatsıyı kıldıracak. Başlıyor okumaya. Temsil arası uzadıkça uzuyor. Başlamak için ezanın bitmesi bekleniyor. Böylece, yerli ve milli opera kültürüne bir katkı daha yapılıyor: Opera saatleri ezan saatlerine tabi tutuluyor.

Bir de ulaşım sorunu var.  Özel aracınız yoksa,  özellikle dönüşünüz sürünmek fiilinin içeriğini dolu dolu yaşamak anlamına geliyor.

Nedeni mi?

Tamamen siyasal. CHP-İBB-İmamoğlu düşmanlığı… Aşağıda; hemen geliyoruz.

Ha Haliç ha AKM, ikisini de ben yaptım

O halde, ne sanatsal, ne fiziki, ne çevre, ne de sosyal koşulları elverişli olan Haliç Kongre Merkezi Otoparkı ısrar ve inadının arkasında ne yatıyor?

İki neden: Para ve siyaset

AKM ve Haliç Kongre Merkezi’nin ortak paydası, Saray müteahhitlerinden, yerli ve milli işadamımız Mehmet Naci Topsakal. Çok kıymetli, hatta mübarek bir zat. Mülkiyeti İBB’ye ait Haliç Kongre Merkezi yapım ihalesini Erdoğan’ın İBB başkanlığı döneminde alıp, iş bitiminde (2009) 30 yıllığına kiralamakta hiç zorluk çekmiyor. Ardından, AKM onarım ihalesini kapıyor. Sonrasında da AKM yapım ve sahne mekaniği… AKM’nin mimarisini ve ismini hiç beğenmiyor. Haliç Kongre Merkezi gibi, Selçuklu-Osmanlı havalı bir şey olmasını istiyor. Tabii, bu durumda Atatürk ismi de anlamsızlaşıyor. (Vahap Munyar,  AKM’ye 10-15 Milyon Liramız Gitti Bekliyoruz, hurriyet.com.tr, 26 Şubat 2017). AKM’nin yıkılmasına karşı çıkanları, “entel yobaz” lık ile suçluyor. Mübarek Topsakal o derece militan ki, Erdoğan bile tekliflerini hayata geçirmeye cesaret edemiyor.

Sıkı islamcı. Paraya ve mukaddesata çok bağlı. İkisinin de kaynağını iyi biliyor. Hicaz Havacılık Hizmetleri adlı bir şirket kuruyor. Umre ve hacca on binlerce mümin taşıyor. Yeni Yapı İnşaat şirketi ile, AKM’nin yanı sıra, marka siteler, villalar yapıyor. Her tuttuğu altına dönüşüyor. Rabbim’in sevgili kullarından.

AKM ihalesinde çok istisnai bir kıyak ile eli rahatlatılırken, sahne mekaniği maliyetinin sekiz katı olan bir sözleşme bedeli ile cenneti yeryüzünde yaşama olanağına kavuşturuluyor. (Murat Ağırel, AKM İnşaatında Sahne “Oyunları”, yenicaggazetesi.com.tr, 25 Eylül 2020)

İşte, bu milli kıymetimizin PİA Sahne Teknolojileri adlı bir şirketi daha var. Sahne ve ışık sistemleri üzerine. Kısa süreliğine aklınızda tutun…

Haliç Kongre Merkezi’nin kapalı salon akustiği tek kelime ile felaket. Tabii, opera için. Şarkı, türkü, arabesk, göbek havası için ideal; matkap gibi. Bu yıla kadar, opera festivali kapsamında dört kez kullanılmış (2010-Köroğlu, 2012-Don Giovanni, 2013-Rigoletto, 2015-Romeo ile Jülyet). İslamcı iktidarın kendi müteahhitine DOB ambalajlı hediyesi. İki işbirlikçi genel müdürün imzasıyla: Şeyh Rengim Gökmen’in ve dâhi Selman Ada’nın.

Gel gör ki, son iki yıldır, pandemi nedeniyle, milli kıymetimiz Topsakal Haliç’ten umduğu parayı kaldıramadı. Düğün, toplantı, yemek işleri epey zayıfladı. Mart 2020 ile Temmuz 2021 arasında uygulanan zorunlu kapanma, Nisan 2022’ye kadar süren kapalı alanda maske zorunluluğu, sosyal mesafe falan derken, milli kıymetimiz, kazanda pişirip kapağında yemek durumunda kaldı. Hazır Saray kararı ile pandemi bitirilmişken, kayıpları telafi etmekte yarar var. Üstelik, erken seçim de kapıda. İslamcılar Abbas yolcu. Sonrasında kimin ne olacağı belli mi ya? Maazallah… Son fırsatları iyi değerlendirmeli.

Nasıl mı?

Örneğin, opera festivalini milli kıymetimizin mekânında yaparak.

Nasıl olur? Bu salonun bu şehirde opera sahnelenebilecek en son salon olduğu biliniyor. Üstelik, AKM daha yeni hizmete açılmışken. Tezgâh kabak gibi görünür, vallahi.

AKM salonu tadilatta deriz.

Kim inanır? İkinci açılışından bir ay sonra tadilat için tekrar kapandı demenin neresi inandırıcı? Ayrıca, Beyoğlu Kültür Yolu Festivali için kullanıldı ya.

O zaman, “Bu bir yaz festivali. Yaz festivalleri açık havada olur” deriz.

Billlahi teneke bağlarlar! Olacak şey mi?

Bizim Oğlan’a söyletiriz olur biter. “İstanbul’un incisi Haliç, Altın Boynuz, sunset” falan gibi bir şeyler söylesin yeter. İngilizce olunca daha fiyakalı oluyor. Hani, geçenlerde bakan diyordu ya, sanat turizmi mi nedir bir şey varmış, işte bu da ondan, der.

Delirdin galiba! Ne turizmi, ne turisti?! İstanbul’da Araptan başka turist mi var? Onlar da AVM’den, kebapçıdan çıkıp operaya mı gelecekler? Oğlan’a soru soracak gazeteciler bu salaklığa inanırlar mı hiç? O kadar müzik yazarı falan var…

Onları dert etme. Zaten bir avuçlar. Yarısı bizim kapımızda iş bekliyor; emprezaryoluk yapıyorlar; bildiğin simsar, bize sanatçı pazarlama peşindeler, libretto satmak, yayın siparişi, program siparişi kapmak, reklam almak için etrafımızda fır dönüyorlar… Tüccarlar. Bir kısmı da, sağa sola davet edelim, beleşe yiyip içsinler, gezsinler, büyük başlarla resim çektirsinler diye ağzımızın içine bakıyor. Kalanların çoğu ise zaten tüccarların denetiminde, suya sabuna dokunmayan şeyler yazıyor. Senin anlayacağın, yularları bizim elimizde. Bir tane uyuz gazeteci kız var; işte, yazarsa, o yazar. O da roman gibi, sayfalarca yazıyor; kaç kişi okur, Allah aşkına!

Böylece, 13. Uluslararası İstanbul Opera Festivali’nin kaderi bağlanmış oluyor. Oğlan’ın basın toplantısını yukarıda verdik.

Kazananlar… Kaybedenler

Festivalin iki kazananı, bir kendisine kazandığı söyleneni, bir de kaybedeni var.

İki kazanan: Genel Müdür Murat Karahan, İşletmeci-müteahhit Mehmet Naci Topsakal.

Bir kendisine kazandığı söylenen: Bakan Mehmet Nuri Ersoy.

Bir kaybeden: Devlet Opera ve Balesi.

Hadi, biraz yakından bakalım…

Milli kıymetimiz Topsakal uyanık tüccar; operaya terzi dikimi AKM beş kuruş harcamadan kullanılabilecekken, Haliç’in kiralanmasının, kamu kaynaklarının talan ve israfının zirve yaptığı bir dönemde tepkiye neden olacağını öngörüp, ilgili mercilerin de talimatıyla, otoparkı bedelsiz tahsis ediyor. Ne güzel! Operasever islamcı işadamı da olabiliyormuş, diye düşünüyorsunuz. Üstelik, milli müteahhit Topsakal, tesettürlü eşi ile birlikte opera temsillerini de izliyor. Opera sevgisini daha nasıl göstersin ki?

Peki, otopark alanına kurulan sahne, ses, ışık düzeni, sandalye kira parası?

Eyüp Sultan Belediyesi vermiş. Yani, sponsor olmuş. Fakat, islami ahlak anlayışının getirdiği tevazuun sonucu olsa gerek, ne program kitapçığında, ne afişlerde adının geçmesini istememiş. Hani, var ya, bir elin verdiğini öbür el bilmemeli, o türden… Malum, Eyüp Sultan Belediyesi AKP’li.

Dört temsil için belediyenin kasasından çıkan rakamın üç milyon lira olduğu konuşuluyor. Eh, opera sanatına hizmet belediyeden, takdir Allah’tan.

Tamam da, Eyüp Sultan Belediyesi otopark sahnesini kendi mi kurmuş?

Olur mu canım! O eski Türkiye’deydi. Bu konuda uzman bir şirket ile anlaşmış.

Hangi şirket?

PİA Sahne Teknolojileri Şirketi.

Anlayamadım! Ama bu Topsakal’ın şirketi. Yani, üç milyon lirayı milli müteahhit Topsakal’a mı vermiş?

Senin gibilerin aklı fazlasına basmaz! Bilmen gereken şu: Hayır ve sanatsever işadamı Sayın Mehmet Naci Topsakal Beyefendi işletme hakları kendi uhdesinde bulunan Haliç Kongre Merkezi’ni bilabedel güzide kurumumuz DOB’a tahsis etmiştir.

Ama…

Aması maması yok ulan!

Anladım efendim…

Kazandığı söylenen bakan.

Bu Mehmet Nuri Ersoy Cumhuriyet tarihinin en bahtsız bakanlarından. Adama acımamak elde değil. Oysa, birinci sınıf işadamı. Turizm işini iyi biliyor. Otelleri, gemileri falan her şey yerli yerinde… İşine o kadar tutkuyla bağlı ki, bütün canlı türlerini iki grupta toplamış: Turistler ve diğerleri. Turistleri de ikiye ayırıyor: Kendi otellerinde kalanlar ile diğerlerinin otellerinde kalanlar. Hangi sözcük olursa olsun, yanına “turizmi” ekini koymazsanız, bakanımızın algı alanı dışında kalıyorsunuz. Zaten, siz koymasanız da, onun algı sistemleri otomatik ekliyor. Örneğin, “yemek” dediniz. O, bunu “yemek turizmi” olarak duyuyor. Orman/orman turizmi, müze/müze turizmi, battaniye/battaniye turizmi, sanat/sanat turizmi gibi.

Bunun neresi bahtsızlık, diyeceksiniz.

Şurası:

Adamcağızı resmen aldattılar; “Seni turizm bakanı yapacağız. Bakanlığın adında bir de kültür sözcüğü var. Ona çok takılma, önemli bir şey değil” dediler. Göklere uçtu. Zaten bildiği, sevdiği iş. Kültür desen, o da “kültür turizmi” demek, diye düşündü. Dört de yardımcı verdiler. Üçü erkek biri kadın. Kendi turizm şirketi ETS ile daha önce entellere kültür turları falan düzenlemiş; işte, mozaikler, kiliseler, camiler, harabeler… İş zor değil. Aslında, yardımcıya da pek gerek yok; şirketindekiler ile gayet rahat götürebilir. “Neyse, yasa masa gereğiymiş. İyi de, bu bakanlığın eti ne, budu ne? Bütçesi benim ETS’nin cirosuna bile ulaşır mı ki? Dört yardımcı çok değil mi? Bütün gün ne yapacaklar? Herkese para lazımmış, zaten tek işleri bu olmayacakmış, maaşlı başka işleri de olacakmış falan. Öyle dediler. Pek anlamadım ama, neyse ne…”

Bakan koltuğuna oturur. Bakanlık örgüt şemasını getirirler.

“Hepsi iyi hoş da, bu tiyatrolar, opera-bale, senfoniler falan da neyin nesi? Bunların kültür turizmi ile ne ilişkisi var? Üstelik, hepsi de genel müdürlük. Yahu, bunlar bırak para getirmeyi, işletme maliyetlerini kurtaramazlar. Bunları neden bizim bakanlığa bağlamışlar ki? Ben böyle boş beleş işlerle uğraşamam” deyip, bir çözüm aramaya koyulur ve bulur: En iyisi, bunları toptan, verilen dört bakan yardımcısından kadın olanına, Özgül Özkan Yavuz’a bağlamak.

Neden ona?

“Kadınlar ince ruhlu olur, sanata eğilimlidir denir ya. Gerçi bu sopayla adam kovalar ama, neyse… Tek sorun, çok hırslı olması. Makam odası, makam masası, makam arabası, makam şoförü, makam lahmacunu, makam emri… Kadın makam delisi. Oysa, bu sanatçı tayfası böyle şeylerden anlamaz. Geçenlerde haber gönderdim, bunlara hot zot çekip, kişilik ispatına girme, bırak şu makam saplantısını, sonra hepsi benim başıma ekşiyor, işim var, gücüm var; o kadar otele promosyon, rezervasyon, havlu, çarşaf…

Ne dese beğenirsin?

Benim makam hassasiyetim, Sayın Cumhurbaşkanımızın ifade buyurdukları üzere, ecdat sanatımızın zirvesini temsil eden klasik Türk musikimizin makam kavramının bir tezahürüdür.

Fesuphanallah!

Angela Gheorghiu adlı para birimi

O ve ben el ele, aynı sahnede! İşte, bütün mesele bu.

Bir süre önce, opera-bale’nin başındakiyle papaz olmuş. Oğlan her gün bende. Mazotunu Saray’da doldurup gönderiyorlar. Ne diyeceksin? Birkaç ay önce tutturdu: “Sayın Bakanım, ülkemizin içinde bulunduğu döviz darboğazını aşıp, dolar/euro bolluğuna kavuşmamızın formülünü buldum.”

Neymiş?

Benim Angela Gheorghiu ile sahneye çıkmam.

O da kim?

Dünyaca ünlü soprano.

Tamam da, dünyaca ünlü, dünyanın parasını ister. Biz cebimizdeki dövizi arttırmaya çalışırken, eldekinden de mi olacağız?

Sen konuyu Özgül ile konuş, diye başımdan savdım.

Özgül de bunu bir haşla, bir haşla… Yok efendim bakanlık bunun PR şirketimiymiş, yok efendim DOB’un bütçesi bunun şahsi tanıtım fonu muymuş, önce Metropolitan’a, La Scala’ya çıksın da, sonra sünnet bahşişi istemeye gelsinmiş falan. Oğlan’ı haşat edip göndermiş.

Geldi; ağlamaklı. “Bu kadın beni kıskanıyor” diyor. “Oğlum”, dedim, “ne ilgisi var, kadın şarkıcı mı?”

“Olmak isteyip, olamamıştır. Zaten, Sayın Cumhurbaşkanım, siz, annem ve çantam hariç herkes beni kıskanıyor. Yalnız sizlere güveniyorum.”

“Çantan mı?”

“Evet. Oğuz Sırmalı.”

Bu bahtsızlık değil de nedir? Dışarıdan bakan da, koskoca bakan, devletin üst düzey işlerine bakıyor, zanneder.

Ne yapalım? Peki, bakalım, dedim. Yoksa, Oğlan bize yatıya gelecek. Herif fil hortumu, bütün dolabı yer, vallahi! Bir de hanımla ekşimeyelim…

Bu Angela kaç para?

Çok değil Sayın Bakanım, 40.000 euro.

Neee?! Oğlum sen kafayı mı ütülettin? Bu paraya festivalin tamamı yapılır.

Ama efendim, getirisi çok yüksek.

Nasıl?

Bu kadın o kadar ünlü ki, benim onunla sahneye çıkmam, bana, Metropolitan’ın, La Scala’nın falan kapısını açar. Bundan daha büyük PR olur mu?

Tamam da, bundan bize ne? Senin cebin bizimki değil ki…

Ama efendim, ben ne kadar tanınırsam, ülke de o kadar tanınır. Ünlü Türk tenor Murat Karahan’ın ülkesini merak ederler; dünyanın turisti gelir. Kendi adıma uluslararası opera festivali bile yapar, paraya para demeyiz. Ülkeye döviz girer.

(Allah sen büyüksün!) Oğlum, bak, çok büyük ekonomik kriz içindeyiz. Acil döviz bulmamız gerek. Saray dahil herkes benim elime bakıyor. Tek kurtuluşumuz turistler. Ve bu paranın bu yaz bulunması gerekiyor. Anlıyor musun?

Sayın Bakanım, ben o konuya da kısa vadeli bir çözüm buldum.

Nedir?

Bu Angela dünyaca ünlü ya; buraya opera için gelince, onu dinlemeye en az üç, dört bin turist gelir. Bir hafta kalsalar, otel, yemek falan dünya para bırakırlar. Ayrıca, festivali de Haliç’te yaparız. Altın Boynuz, Pierre Loti, sunset… Her şey dünyaca ünlü. Süper tanıtım. Konuyu “sanat turizmi”, hatta, “opera turizmi” olarak düşündüm.

Ha, o zaman olur. Peki, bu kadın bu kadar turist çeker mi, emin misin?

Elbette efendim. Çok ünlü. Başlı başına marka.

Her şeyi gözden geçirdin mi? Mekân, hizmet sunumu, kalite-fiyat dengesi vb. Yarın öbür gün basında olumsuz bir şey çıkarsa, bir daha beni göremezsin; ona göre.

Merak etmeyin, efendim. Basındakiler zaten bizim çocuklar.”

Turizm bakanın yumuşak karnı. İki ayak ile kırk ayak arasında, hareket edebilen her turistin, başı üzerinde yeri var. Hele bu dönemde. Gerçi, Oğlan’a pek de güveni yoktur ama… Ya tutarsa, hesabı. Malum, bu krizde, göçmen kuştan bile turist çıkarmak gerek. Bakar ki, DOB’un bütçesi Angela’ya yetmiyor, 30.000 euro’luk kaşe bedelinin Telif Hakları Genel Müdürlüğü bütçesinden, 10.000 euro’luk masrafın ise, DOB bütçesinden ödenmesine karar verir. Haliç’i de Eyüp Sultan Belediyesi üstlenince, hesap doğrultulur, festival Oğlan’ın istediği gibi yapılır.

Peki, Bakan ne kazanır?

Hiç. Ama, ona kazandığı söylenir: Festivalin turist akınına uğradığı, kültür ve turizmi bu derece başarı ile kaynaştıran başka bir bakan olmadığı, sanat dünyası nezdinde saygınlık kotasının müthiş yüksek olduğu, sanat turizmi içinde opera-balenin çok parlak bir geleceği bulunduğu ve bunun ancak kendisi gibi meslekten turizmci bir bakan ile başarılabileceği falan filan.

Oğlan adamcağızı Carmen’e getirdi. Her yer dolu, üstelik, epey de turist var ayağına… Görsün de, sevinsin, hesabı. Televizyonları falan da ayarlamış. Yılların turizmcisi, anlamaz mı? Anlar da, ne yapsın? Oğlan’ın arkasında Saray var. Siyasi proje unsuru; mecburen,”he” diyeceksin. Zaten, usulen bile olsa, yüzünde güller açtığı filan da yoktu. Oğlan bütün gece kulağına konuşup durdu. Sabır taşı olsa çatlardı.

Yine bu oğlan! Rabbim sana sığınıyorum, şefâat eyle!

TV ve basında, “Sayın Bakan’ın Carmen’i izlediği”ne dair birkaç haber, görüntü, temsil cast’ı ile fotoğraf. Siyasal ve bakanlık kariyerinin başında olsa, ilgili, rafine kültür bakanı imajı için güzel bir şov olabilirdi. Ama artık ne işe yarar ki? Bakan Ersoy siyasal yaşamının sonuna geldiğini biliyor. İlk iktidar değişikliğinde neler yaşanır, kendi nasıl etkilenir, onun derdinde. Haksız da sayılmaz hani…

[email protected]

YARIN: Asıl kazanan: Karahan