Yazının başında tam normalleşecektim, biliyorsunuz, hepiniz şahitsiniz, Vuhan’daki o pazaryeri bizim buradaki pazaryeri gibi Cüstünye Dark tarafından yıkılıp yerine devasa bir AVM yapılsaydı tüm bunlar hiç ama hiç olmazdı. Dünya kurtulurdu. Ama ne oldu? İşte gördük. Sermaye yoksa korona var! Öyle değil mi? Ne? Değil mi?

Tam normalleşeceğim, küt!

Ama işte biliyorsunuz. Tam normalleşecekken darbe üstüne darbe geliyor! Küt küt iniyor hepsi. Gerçi çat çat da olabilir, bam bam da!  Fark etmez. Ama sağlı sollu, altlı üstlü geliyor hepsi. 

Yok, yok! Koronadan bahsetmiyorum. Ona alıştık. Alışmadıysak bile az kaldı, alışacağız. Hem zaten yaz geldi, gelir geçer artık bu hastalık da. Öyle diyorlar bizim kahve bilim kurulunda. Gerçi halen kombi yanıyor geceleri ve diyorum ki "Bu ne biçim yaz?" Enteresan! Değil mi? 

Hah ama işte sen yine de aynen öyle yaz: Bu ne biçim yaz, bu ne için yas? 

Ama işte sıkıldım. Sıkıldık. "Türk’e bir şey olmaz" ile girmiştik Türk’e neler olmadı ki ile çıkacak mıyız ki ne! Endişe içindeyim. Oğuz Atay hikâyeleri gibiyim. Öylece bekliyorum korkuyu, neler olacak ki diye!  

Ama demiştim. 

Şunları demiştim: (bir) Kastım korona değil, (iki) sözüm meclisten dışarı. Hem de palas pandıras! E diyeceksiniz ki (biliyorum, diyeceksiniz) "palas pandıras da ne"? Haklısınız. Laf dolandı ama bu dolar da ne dolandı! Di mi?

Öyle olunca üşenmedim, baktım. (Bir) bu palas pandıras nereli? (İki) bu dolar nasıl dolandı ki?

Öncelikle tahminim doğru çıktı: Palas pandıras, Yahudi İspanyolcası (Ladino) üstünden yerleşmiş dilimize: Yani aslen İberyalı; sizin için Endülüslü de olur bu “palos y panderos”. Yani davul ve tef; şamatalı nümayiş! 

Boyozdan sonra gündelik hayatıma giren İspanyolca ikinci kelime bu. Hatta üç. Hatta ilk kelime tamlaması. Ladino sayesinde İberya’dan şu korona sefili şehre gelmiş, dile kolay 500 yıl önce. Ama pardon, o zamanın korunası koronası bugünün koronası değil ki! Veba. Ayrıca biz buralarda çoktan taharetlendiğimiz için taaa o zamanlardan, biliyorsunuz, Avrupa kırılırken biz kuruluyorduk. Tarih, böyle tarih oluyordu. Olsun.

Geçelim. 

Geçtim. 

Yine de biz şimdi kime teşekkür edeceğiz, palas pandıras için? Sefarad Yahudileri’ne mi, Sultan Yavuz’a mı, Kral Ferdinand’a mı? Tabii ki bu iş İsa’ya, Musa’ya kadar da gider, onu da söyleyeyim. Ama yine de kime teşekkür edeceğiz? Cevabını siz bilirsiniz ama ben saraya ve saraylılara teşekkür etmem, onu da baştan söyleyeyim. Sonra aramızda hilafet çıkmasın! Ama bu hilafet de nereden çıktı? İhtilaf olacaktı o, ihtilaf! 

Laf lafı açtı, normalleşiyorduk doların ucu kaçtı!

Gelelim o zaman dolara. 

Geldin. Buyur!

Yine üşenmedim ve araştırdım (iki): dünya, kaç farklı dolar ile dolu, diye. Tamam, bizim için varsa yoksa Amerikan doları ama parayı diyorum mesela Jamaika dolarına mı yatırsak? O da dola bu da dola. Hem de otlu dolar. Hatta bu aralar dili bile pak olanlar da seviyor bu otlu doları. Habire savunuyorlar. Tövbe. Adama bir şey mi oldu? Alın, götürün, bir beyin emarı çekin diyorum ama kimse beni dinlemiyor. Ne yapalım? Baş bakan ben olsaydım böyle otlu çöplü olmazdı. Ama değilim işte. 

Baş bakan denince geldi aklıma: Yeni Zelanda da dolarla doluyormuş mesela. Tüm beyin gücümüzü dili pak olanlar için falan harcamayıp göçümüzü koronayı en iyi atlatan bu dolara mı yatırsak? Ayrıca size de öyle gelmiyor mu, Kanada Başbakanı ile Yeni Zelanda Başbakanı evlenseydi, yani evlenmiş olsaydı, (bir) dünyanın bütün dertleri çözülmüş olmaz mıydı (ha ha ha!); (iki) uzaylılar da bizi kıskanmaz mıydı? 

Hah hah ha değil koca bir kahkaha!

Kesin.

Velhasıl, araştırdım: Cebe olay tam 28 ülke dolar ile doluyormuş. Kıymetli para işte! Bizim lira mesela; bir bizde var, iki hep bizde var. Çok biz bir para, bu lira. 

Ekonomiyi böyle okumak da ne güzel, ne normal, ne ferah! Bu ara kendime çıkacak televizyon programı arıyorum, haberiniz olsun. Uzmanım. Rahat, leziz, gurme, dürme! Ne denk gelirse konuşurum. Freud derim. Resesyon derim. Obsesyon derim. Devalüasyon ve idealizasyon da derim. Orada durmam parayı dolarda tutmayın, salın gitsin derim. Ben ekonominin çevik, atik ve dakik olanını severim. Piyasaları da hem sever hem överim. 

Mesela sabahları erkenden, sessizce uyanıp yumurta kaynatırım piyasalara. Onlar mışıl mışıl uyurken yataklarında. Su kaynamaya başlayınca 90’a kadar sayarım. Tabii ki içimden. İşte o zaman, yani su 90’a kadar kaynayınca (su tabii ki o sırada 100 derecenin üstünde. 105, 108 derece falan. Ama buradaki 90, kesinlikle derece değil. Öyle düz bir 90. Derecesiz. Sıradan. Ordinary. Birden başlayıp iki, üç, dört diye sayınca bir süre sonra vardığımız 90 bu. Bir başka numarası yok; sayıyorum ve varıyorum 90’a) ocağın altını hemen kapatırım ve yumurtayı musluğa tutup iyice soğuturum. Bir süre. Öyle belli bir süresi de yok bu bir sürenin; içimden geldiği kadar. İşte o zaman, yani yumurta soğuyunca rafadan olarak hazır olmuş oluyor ki ben de içeriye gidip piyasaları kafadan uyandırıyorum artık. Ben ekonominin champ, zamp ve rafadan olanını severim. Öyle överim ve onlar da hemen kalkarlar. Sevinirim. 

Ekonomiyi böyle böyle canlandırıyorum işte. Yumurta ile. Çok güzel! Tatlı. Ama yumurtanın tavuğu gezen mi, yüzen mi, organik mi onu bir türlü bilemiyorum. Hormonlu diyenler var. Her gün duyuyoruz. Genetiği değiştirilmiş de diyorlar bu ekonomi için. Mesela Almanya öyle değil. Organik, çevreye saygılı ve de çok başarılı. Koronada başarılı, mercedesde başarılı, bemevede başarılı. Ama işte onlar da 75 yıl önce, tam da dün; biliyorsunuz, Reichstag! Çok fena! 

Ve mesela benim hep aklıma gelir, normal ne kadar normal diye. O Almanya anormal miydi? Bu Almanya normal mi ki! Ayrıca hangisi hormonlu? Çocukluğumdan beri sorarım bunu kendime. Bizim karşı komşular vardı, gurbetçiler. Onlar her yaz gelirdi ve bizimle aynı yaştaki çocukları bizden en az bir karış uzun olurdu! Her yaz. Annem “Onlar orada hormon alıyor paşa oğlum” derdi ve işte çocukluğum böyleydi. Tarih de ne biçim bir şey! Sen tut 45’te yenil, ama 85’te gurbetçi olarak bizim sokağa daimler-benz ile gel! İlahi tarih!

Ama ekonomi böyle çok normal. Tatlı. Kuziş. Mesela Japonlar, Almanlar çok çalışkanmış. Diğer tüm milletler (biz dâhil) bozuşkanmışız ama onlar çalışkanmış. Bizim kahve filim kurulunun açıklaması böyle. Zaten bu korona çalışkana gitmiyor. Belli değil mi? Haritalara bakın, sayılara bakın, New York Times’a bakın! Oralara mektup yazın. Yayımlıyorlar. 

Ben de bir ara şansımı denemeyi düşünüyorum, “Dear, New York Lies” diye başlayan bir mektupla. Gerçi Amerikanlar da çalışkan ama onlar Müslüman değil işte. Sorun da oradan çıkıyor. Gerçi ben şahsen tarikat şeyhi olsam ilk gideceğim yer orası (USA) olurdu ama değilim ve hayatta da gitmem. Üstüne para verseniz de gitmem. Parayı alırım borsaya yatırırım. Şimdi tam sırası. Hisseler acayip düştü. Tavelsan falan. Vantilatör işi patlatacak onları. Hemen parayı onlara yatırırım (aman dikkat! Vantilatör. Ventilatör değil!). Çok para yaparım. Paraya para demem. Tu kaka derim! 

Şaka şaka şekerim!

Ama ben hep böyleydim. Yani AVM kıvamında bir toplum gibiydim. Ve ne zaman Üçkuyular’dan geçsem bu AVM kısaltması için bir açılım düşünürdüm aklımdan: Alış Veriş Mezarlığı; Aaa! Veli’nin Manitası; Aldım Verdim Mahvettim! Halt ettin! Bir normalleşemedin gittin! Vahdetttttin!

İşte ben bu koronadan önce Üçkuyular’da otobüsten iner tramvaya metroya binerdim. Ama şimdi yeni bir aktarma merkezi yapmışlar ki o kısaltmanın altına tam olarak uzun uzun uzatmışlar o merkezi. Siz deyin beş, ben diyeyim on, o olsun kırk kaplan gücünde. Tam bir halk sağlığı abidesi. İn, çık, in, çık; yürü, yürü, yürü; sonra koş, koş, koş, çoktan kaçan otobüsün arkasından. Çok yakalarsın kaçan otobüsü ve kaçan ihtimalleri. İhtimaller de ihtilaller gibi değil midir? 

İhtilal de ihtimal de kapıyı bir, bilemediniz iki kez çalar. Sonra...

Sonra toparlarlar. Baş fakan gelir, gasteciler gelir, ABD/AVM gelir ve ortalığı toparlarlar. Gönlü, aklı, ruhu ve cebi zenginler için. Tabii ki onlar için! Cebi ve de cepkeni delikleri kim, ne yapsın? Onlardan olsa olsa ancak kenar süsü olur, kenar süsü!

Ama tabii ki zenginler, ülkesini, milletini, vatanını, bayrağını, tarihini, şehrini ve Üçkuyular meydanını çok seviyor da ondan! Ondan hep bu aktarma merkezleri. Cistinye Park gururla sunar: The unforgettable Aktarma Merkezi very near to AVM but far away from tram and metro! Sermaye bu kuziş! Bizleri hakikaten seviyor. Sağlığımızı düşünüyor ve bunun için hiç bir masraftan kaçınmıyor. Hele soysal demorkat bir kentin zengini bir başka oluyor. Medeni, ilmi, zimmî! I love my başgan and you know I will vote for him in the next election! 

Dağıldı, topluyorum!

Yazının başında tam normalleşecektim, biliyorsunuz, hepiniz şahitsiniz, Wuhan’daki o pazaryeri bizim buradaki pazaryeri gibi Cüstünye Dark tarafından yıkılıp yerine devasa bir AVM yapılsaydı tüm bunlar hiç ama hiç olmazdı. Dünya kurtulurdu. Ama ne oldu? İşte gördük. Sermaye yoksa korona var! Öyle değil mi? Ne? Değil mi?

Nasıl yani? Nasıl fani? Nasıl ani? Nerede bizim yahnici Yanni? 

Tarih aldı götürdü. Tabii ki sattı ve de geri getirmedi.

Ama siz de her şeyi tarihe bağlıyorsunuz. Tarih de tarih! Ne var bu tarihte ki? Olmadı. Dolar dolmadı. İsa kaçmadı. Piyasalar doymadı ve ben de elimde yumurtalarla tam normalleşecektim ki kaydım ve küt! Gerisi mâlum işte, biliyorsunuz.

Siz, siz olun, aman sağa, sola ve de tarihe, ekonomiye karışmayın. Bırakın, onlar size karışsın. Hem neden siz onların ayağına gidecekmişsiniz ki! Bırakın onlar sizin ayağınıza gelsin. Olduğunuz yerde normalleşin normalleşebildiğiniz kadar. Bol bol. Palas pandıras. 

Ve sağlıcakla kalın.