Tek kurtuluş yolu: Alaturka ve caz (7)

İslamcılar, senfonik müzik ve operayı siyaseten terbiye etmenin yolunun, alaturka ile caz enjeksiyonundan geçtiğine inanıyorlar.

Melis Gönenç

Radyo Gerçek’te bir esma müridi

Esma-i Hüsna dergisi Lakoz’un gerçek yüzüdür. Radyo Gerçek ise, yukarıda işaret edilen diyalektiğin sahnelendiği laboratuardır.

Neydi o diyalektik?

Başta DOB, Laik Cumhuriyet’in çoksesli müzik kurumlarınca benimsenebilmek için, “laik cumhuriyetçi/ilerici” imaja sahip olmak gerekir. Bu niteliğiniz yoksa, islamcılar size iş vermezler; tüccardırlar, satılmayacak mala para bağlamazlar. O nedenle, ya işbirlikçileri yeğlerler, ya da kendilerinden olan ama “kripto” özelliğini ustaca  taşıyabilenleri. Yani, islamcılıklarını perdelemeyi bilenleri. İlk grubun en gelişkin örneği Şeyh Rengim Gökmen ve Yekta Hatun düo’sudur. Lakoz Bertan ise ikinci grubun liderliğine oynamaya kalkmış biridir. Kabak gibi ortada olan islamcılığını, Rona Şarkıları bağlamında Şeyh’in nasıl kamufle etmeye çalıştığını yukarıda anlattık. Kalanını kendisi radyoda halletmeye çalışacaktır. Elbette, eline yüzüne bulaştırarak.

Hem islamcı/hür Nurcu olacaksınız, FETÖ’nün düşünsel eksenini sevimli bulacaksınız, hem de Laik Cumhuriyet/Nazım Hikmet/materyalizm diyeceksiniz.

Böyle bir şey olamaz ki…

Tabii ki, olur. Adına da takıyyecilik denir.

Ama etik değil…

Önemli olan günah olmaması. Ayrıca, etik dediğin nane ne midenin neşesi, ne celebrity’nin kaşesi…

Peki, günah sayılmıyor mu?

Dârü’l- harpteysen, hayır.

O nedir?

Şeriat kurallarıyla yönetilmeyen ülkelere dârü’l- harp denir. Laik Cumhuriyet dârü’l- harptir.

Yani, her bi numara serbest mi?

Onun gibi bir şey. FETÖ’nün bu kadar kolay taraftar bulmasında epey yardımı oldu.

Vallahi, kıyak işmiş…

Dedim ya, islamcılar önce esnaftır; her tür malı okutmanın kendilerine farz kılındığını düşünürler.

Bertan Rona ile Duyuşlar adlı radyo programı, söz konusu diyalektiğin en açık, en kaba, en damacana haliyle sahneye koyulduğu ender şovlardan biridir.

Yaklaşın, birlikte bakalım…

Ama, öncelikle iki sabiti akılda tutmakta yarar var:

1) Bu program 2017 Şubat’ında başlıyor. Yani, islamcı kurulum döneminin (2012-2021) bütün kıymıklarının -Ergenekon, Gezi, FETÖ rekabeti vb.- temizlendiği, başkanlık/Saray rejimi önünde hiçbir engelin kalmadığı bir evrede. İslamcılar siyasal açıdan mutlak iktidar modeline oturmuş, ancak, tarihsel açıdan laik cumhuriyet meşruluğunu aşamamışlardır. Bunun aşılabilme olanağı da zaten ne tarihsel, ne de konjonktürel bağlamda olanaklıdır.

O halde, yapılacak şey, laik cumhuriyet kültür ve kurumlarını, zıt kutuptaki kendi kültür ve kurumları ile bir araya getirip (cohabitation), “sentez/çok katmanlılık” filan söylemleriyle yavaş yavaş çürütmektir. Bunun yolu, alaturka müziği, laik cumhuriyet kültürünün bir parçası yapmaya çalışmak örneğinde olduğu gibi,  islamcı kültürü, laik cumhuriyet kültürü içinde meşrulaştırmaktan, onun organik parçası olarak kabul ettirmekten geçiyor. Bu amaçla, TÜSAK tarzı doğrudan “tepkisel/saldırgan” modeller yerine, dolaylı ve “kabullenilmiş” görünümlü iç içelik modelleri üzerinden yürümenin siyaseten daha akılcı olacağı anlayışı…

2) Lakoz Bertan üç hocası olduğundan söz ediyor: İstemihan Taviloğlu, Selman Ada (Duyuşlar, 30 Kasım 2018). Üçüncüsünü söylemiyor. Bu kişinin Hür Senai olması çok yüksek olasılıktır. Her yönüyle onu örnek aldığını belirttik.

Lakoz’un radyoculuk süreci bütünüyle bu iki eksene endekslidir.

Sunduğu her iki programı nasıl tanımladığı, hem eğitim/görgü düzeyi, hem de kişiliğine yönelik anlamlı bir gösterge sayılmalı:

“[Bertan Rona ile Duyuşlar] Bu programı mini medrese, mini üniversite gibi yapıyoruz.” (Duyuşlar, 18 Ekim 2017)

“Bu programa Bertan Rona Üniversitesi diyen var.” (A.g.y., 14 Şubat 2018)

“Bu program hiç yapılmayan bir program. Türkiye’de bir ilk. Kıymetini bilin.” (A.g.y., 25 Mayıs 2018)

“Benim bu program için harcadığım mesai, kişisel çalışmalarımdan [çalıyor] ki, onlar da bu toplum için çok önemli, [yazmam gereken] kitaplardan söz ediyorum. Ama, gençlere bir şeyler vermek için devam ediyorum. Bu bir örnek radyo programı. Bu programlar küçük bir üniversite.” (A.g.y., 29 Haziran 2019)

“Haftaya, Bertan felsefeyi nasıl anlıyor, böyle bir diziye başlayalım. Bu, üç yıllık programın en önemli olayıdır… Not tutarak, soru sorarak bu dersleri takip ederseniz, çok yararını görürsünüz. Ukalaca oldu gibi ama gerçek.” (A.g.y., 13, 20 Mayıs 2020)

Geçmiş Zaman Olur ki adıyla sunduğu programı ise, şöyle tanıtıyor:

“Çok yakında ikinci programıma başlıyorum. Popüler tarih programı olacak. Bugüne, geleceğe ışık tutabilecek, anlam taşıyan olaylar olacak.” (A.g.y., 19 Nisan 2017)

Üç yıl sonra, özeleştiri gerektirecek bir durum olduğunu kabul ediyor:

O kadar internetten, derme çatma ki, hiçbir bilimselliği yok. Bari, bir iki kitap oku, değil mi?! 10-12 yaş grubu için yaptım. Sırf çocuklar merak etsin diye. 2 yıl yapıldı, sonra durdu. Şimdi tekrar başlayacağım. 20 dakikalık 160 program yaptım.” (A.g.y., 6 Mayıs 2020)

Cemiyyetü’l Bertan, Şeyhü’l İhvan

Lakoz, islamcıların DOB’a sokmaya çalıştıkları “Truva Atı”, daha doğrusu, “Hür Nur Atı”dır. Tek bir amacı vardır: Medya ve kurumsal ilişkiler aracılığıyla çevre edinip, guru’su olacağı kendi cemaatini/çevresini kurmak. Tıpkı Hür Senai’nin yaptığı gibi.

Ne işe yarayacak?

Adnan Hoca’ya baksana; celebrity, para, nüfuz, kedicik… Maaşallah, inşallah… Mehdiyim ayağına hamuduyla götürüyor.

Tamam da, o kadar tarikat var. Bunlara mı yedirecekler?

Bunlar yeni nesil. Cemaat/çevre deniyor. Masonluk gibi bir şey. Neoliberal dönem yapılanmaları. Tarikatlarla aynı hoşafa kaşık sallamıyorlar. Eskiden, bunlara “ruhçu” denirdi. Laik Cumhuriyet güçlüyken, doğrudan dinsel silah kullanmak kolay olmadığı için, metafizik alana yatırım anlamında, ruhçuluk orta yol olarak ortaya çıkmıştı. Metafizikçiler, kripto dincilerdi. Alaturkacıların pir kabul ettikleri müzikolog Saadettin Arel, medyum kimliğiyle bu işin karagâhındakilerdendir. Tesadüf bu ya, Cebeci Konservatuarı’nın (ADK) açıldığı yıl, 1936’da, “Üstad” adlı bedensiz bir varlık, yani ruh, medyum Arel kanalıyla Dr. Bedri Ruhselman’a öteki âlemin sırlarını ve bu âlemde olup bitecekleri anlatır. Bedri Ruhselman, doktorluğunun yanı sıra, Prag Konservatuarı’nda keman eğitimi görmüş bir sanatçı, müzik öğretmenidir de. Yani, Arel’in alaturkayı batılı entari içinde kakalama kuramı ile bu işler arasında farklı yoğunluklarda, çoklu ilişkiler vardır. Alaturkanın Laik Cumhuriyet’teki konumu, siyasal kültür ve ilişkileriyle nasıl bir gericilik yuvası olduğunu, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yazımızda ayrıntılarıyla ele alacağımız için, uzatmayalım. Ama, şu önemli: DOB, önce kripto dinciler olan ruhçuların, neoliberal dönem ile birlikte de, artık kendilerini gizleme gereksinimi duymayan dincilerin “Hür” sıfatlı versiyonunun hedefi olacaktır. 1964 yılında, Ruhselman’ın medyumlarından Refet Kayserilioğlu (1922-2004) adlı bir uhrevi, “Beyti Dost” adlı bir ruh ile ilişkiye geçtiğini söyleyince, alaturka müzikten gelen DOB tenoru Erol Uras, bu çevreyi DOB’a taşımayı görev bilir. Sonraki yıllarda, bu kez, özellikle balede, Dünya Kardeşlik Birliği Mevlana Yüce Vakfı adlı yapı devreye girecektir. Patroniçe Vedia Bülent Çorak da, bedensiz ulu ruhlardan biriyle ilişkide bulunduğunu, adının da “Mevlana” olduğunu söyleyecektir. Biraz daha ileri gidip, peygamberliğini ilan edince, polis kapısına dayanmakta gecikmez. Vedia Hanım’ın peygamber olduğu yerde, Adnan Hoca’nın da Mehdi olmasında bir tuhaflık olmasa gerek. Balede hâlâ belirli bir etkiye sahip bu yapının ve ünlüler tarikatı olarak bilinen Cerrahilerin, islamcı muhibbi iş kadını Beyhan Murphy ile ilişkisi mi? Neyse, zamanı gelince yazacağız; konumuza dönelim.

Dedik ya, müşteriler farklı. DOB bünyesindeki Lakoz, DOB’u, “Hür” cemaatin bir yerlerine ilikleyip, en azından öyle gösterip, islamcılar nezdinde değerini katlayacak, yağlı siparişler kapacak. Hesap bu.

Peki, Kankiş Taviş’in bu işlerle bir ilişkisi var mı?

Kendisine sormalı…

Neoliberal dönem, bir yandan, baskın kültürel referans olarak dinci sosu pazarlayıp, diğer yandan, insanlara tüketim dünyasının dişlisi olma zorunluluğu getirdiğinden, dinsel ortodoksluk, yani, yasaklar, katılıklar falan epey sevimsiz görünür, müşteri çekmez. O nedenle, bu tür cemaatlerin, yapılanmaların başına, otodidakt, mektepli olmayanlar getirilir; esnektirler, entelektüel angajman duyguları ve görgüleri zayıftır, pragmatiktirler. Bildiğiniz liberal. Ortodoks yorumları, köşeli ilkeleri, yasakları filan alt sıralara iterler.

Ne diyor Hür Senai?

“Allah şantaj ile iş yaptırmaz. Namaz ile ilgili ayetler geç geldi. İçki ile ilgili olanlar da; vahyin 15. yılında. Allah önce gönlümüzü alıyor, sonra söylüyor. Kur’an’ın ilk üçte ikisi gönlümüzü almasıdır.” (Ünye İlim Yayma Cemiyeti, 12 Nisan 2016).

Adamın damarlarında esnaf kanı akıyor. Buna kaya tuzu ver, pırlanta diye okutur, billahi.

Hür şakirt Lakoz geri kalır mı?

“Benim programımın dinleyicileri arasında da, Twitter’da da her görüşten insan var. İddialı olduğum konudur: Twitter’da takipçi profili en geniş olan kişilerden biri benimdir. Aşırı sol, aşırı sağ, laik, aşırı dini hassasiyeti olanlar… Çünkü direksiyonu çok sıkmıyorum. Hani o ilkeler, prensipler var ya, hayatın karşısında hepsi eriyip gitmeye mahkûmdur.” (Duyuşlar, 14 Şubat 2018)

Yaşam koçu/guru karışımı tipler. Başarı açlıkları, ölçüsüz hırsları, piyasacılıkları, popülistlikleri kulaklarından fışkırıyor. Çevrelerini İslam’a değil de, İslam’ı çevrelerine uydurmaya çalıştıkları için, müşteri bulmaları kolaylaşır.

İyi de, islamcılar kızmıyor mu?

Hayır. Onların kâbusu Laik Cumhuriyet olduğu için, metafizik/mistik alana yatırım yapan her boy ve ebatta iş insanına kredi sağlıyorlar. Yeter ki, laik cumhuriyet duvarından tuğla söksün.

Laik Cumhuriyet kurumu DOB listenin başında.

Lakoz Bertan, üstadı Hür Senai’den kaptığı modeli radyo programı üzerinden gerçekleştirme kararında. 8 Kasım 2017’de baklayı ağzından çıkarır: “Benim konferans ve derslerime çok talep var. Ancak, Samsun’da olduğum için, belki bir sanal akademi -görüntülü de olabilir, yalnızca ses ile de- projem var. İnternet üzerinden.” Bu sırada, DOB’da ve Hür Senai ile sıkı ilişkide. Koruyucu meleği ise genel müdür Dâhi Selman. İlginç üçgen.

İlk adım olarak, cemaat ile tarikat arasındaki farka dikkat çekip, tarikat pazarına oynamadığı mesajını verir:

“Dünyada cemaatçilik çok yaygındır. Bir aidiyet ihtiyacı. Bizde cemaat denilen tarikatların kökleri Osmanlı’dadır ve o anlamda cemaat değillerdir. Birdenbire ortaya çıkan, Amerika’da vb. gruplar, modern toplumun [getirdiği] yalnızlık sonucu, aidiyet duygusu için ortaya çıkan cemaatler[dir].” (A.g.y., 13 Temmuz 2018)

Artık, modern toplumun zorunlu kıldığı cemaatimizi/çevremizi oluşturabiliriz:

“Bu radyo programı yarın öbür gün daha başka etkinliklere dönecek. Böylece, bir çevre oluşturabiliriz… Önümüzdeki haftalarda, Felsefe, Dinler Tarihi, Klasik Müzik ve Etimoloji olmak üzere dört ayrı konuda gruplar kuracağız. Sohbetlerimizi, derslerimizi skype üzerinden, internetten yapacağız. Sanal akademimize ekim, kasım gibi başlayacağız.” (A.g.y., 27 Temmuz 2018)

Hür Senai’nin, yukarıda andığımız seminerleri, atölyeleri var ya; aynısı:

“Fanus Düşünce Atölyesi’ni kurduk. 1 Şubat’ta başlıyoruz. Haftada iki ders, iki ay. Toplam 15 ders. üç atölye: Felsefe Tarihi, Etimoloji-Kültür Tarihi, Dinler Tarihi. 1 Mart’ta üç yeni atölye daha açılıyor: Klasik Müzik, Şiir Analizi, İkonoloji. Yaza doğru da üç yeni atölye: Mitoloji, Sinema, Mimarlık ve Şehir. Daha sonra da, İnformatik ve Tartışma Grupları.” (A.g.y., 18 Ocak 2019)

Doğal olarak, karşınızda birinci sınıf bir “guru” bulunduğu izlenimi doğuyor. Bir kişi bu kadar çok konuda ders verebilecek düzeyde ise, gerçekten sıra dışıdır; gönül rahatlığıyla biat edebilirsiniz.

Peki, bu işin finansörü kim?

Digiwall firması.

Necidir?

AMCO Technology International (ATI) adlı şirketin Türkiye ayağı. Bu şirket Mısır kökenli AMCO Holding’in kuruluşlarından biri. İstanbul’da faaliyet gösteriyor.

Nasıl yani? İstanbul’daki Mısır merkezli şirket, Samsun’daki yerel radyolardan birinde program yapan, DOB’dan şutlanmış, yukarıda ne menem bir yer olduğundan söz ettiğimiz Giresun Konservatuarı’na yamanmış Lakoz Bertan’a, cemaat kursun diye sponsor mu oluyor?

Evet. Külliyen. Ayrıca, programda verdiği kitapların da sponsoru.

Giresun Konservatuarı, milli/manevi değerlerimizin bekçisi kardeşlerimizin elinde. DOB’dan şutlanmışlık da yanıltmamalı. İslamcılar, “Truva Atları”nın DOB ile bağlantısını kolayca feda etmezler. Tek model DOB sanatçılığı değil ki. Bu arada, Lakoz, İstanbul’a geldiğinde, şirketin başındaki Selçuk Çelik’in evinde kalıyor. Dahası var: Bu şirket İstoç Ticaret Merkezi’nde bulunuyor. Hani, Hür Senai’nin vaaz verdiği İstoç Camii var ya, işte orada.

Yani, bağlantı Hür Senai mi?

Mevlam neylerse güzel eyler…

Eyvallah da, konu DOB ile ilgili olunca, hani, insan merak ediyor…

La ilahe illâ ente ya Hannân ya Mennân ya zel-celâli vel-ikrâm.

Şey… Tam çıkaramadım; el-amân…

Ya Şâfi celle celâlûhu; ve’s-selâm…

Ben sizi daha fazla tutmayayım bari. Kaçayım hemân.

Lakoz’un Fanus Düşünce Atölyesi, elbette, hayrına değil. Paralı. Ama, korkmamalı; Mısırlı firma, katılacaklara %50 burs veriyor. (A.g.y., 1 Şubat 2019)

Sanal ortam iyi hoş da, cemaat dediğin kanlı canlılardan oluşur. Yüz yüze olmadan olmaz ki.

Bittabi. Önce sanal, ardından:

“Bir yıl sonra falan, hep birlikte, o Samistal Yaylası var ya, o tür bir yaylaya birkaç tane ev mev kuralım. Biraz orada yaşasak çok güzel olur. Çamaşırımızı, bulaşığımızı yıkayacağız, çayımızı demleyeceğiz, felsefe, edebiyat konuşacağız; havası, suyu, biraz kafamızı dinleyeceğiz. Yürüyüşe çıkarak, bu konuları tartışarak. Muhteşem bir şey olur. İşte, bunlar benim hayallerim…” (A.g.y., 21 Eylül 2018)

Yaylayı bekleyene kadar boş durmamalı. “Bir gün Duyuşlar Buluşması yapalım. Bir geziye bile gidebiliriz. Güzel projelerim var.” (A.g.y., 3 Ağustos 2018). Samsun’da, ana sponsoru AKP’li belediye olan, İğne Deliği Gençlik Merkezi’nde, ardından, islamcı gericiliğin İstanbul’daki üniversite ayaklarından biri olan Medeniyet Üniversitesi’nde, sonrasında ise, Trabzon-TODA Düşünce Akademisi’nde düzenli sohbet/konferanslar. Malum, Medeniyet Üniversitesi Hür Senai’nin de uğrak yerlerinden. Yolu o açmış olmasın? Bu arada, Hür Senai kahvede sohbet/konferans modasını başlatmıştı ya, Lakoz, üstadının izinden yürür: Üsküdar’daki Kahve Mim’de gençlere İslami tevhit anlayışını anlatır.

Bütün bu konuşmaların ana fikri islami tevhit anlayışı mı?

Evet. Laik Cumhuriyet ile bütünüyle terk ettiğimiz islami tevhit anlayışının yarattığı boşluğun, dilimizi, dinimizi, kültürümüzü nasıl tahrip edip, bizi Batı’nın uşağı yaptığı…

Ama, “Guru” olmanın aksesuarları da var. Gençlere burs vermek en parıldaklarından biri. Hayalinin, öğrencilere burs temini olduğunu söyledikten sonra, Bertan Rona Yardım Fonu kurmayı düşündüğünü belirtir. Vakıf tarzı olması uygun olurmuş (A.g.y., 16 Kasım 2018). Yanına bir de yayınevi kondurdu mu, çiçek, biiznillah. Ne için? Kendi kitaplarını basmak için (A.g.y., 18 Ocak 2019). Gerçi, ortada kitap falan yok ama, olsun; ileride çok çok yazacak, inşallah. Ne de olsa, Hür Senai küfeyle yazmış…

Bir allâme-i cihân: Lakoz Bertan

Felsefe, etimoloji, kültür tarihi, ikonoloji, müzik, resim, din, şiir, sinema, mimarlık, şehircilik vb… Bir insanın bu kadar geniş yelpazede laf koşturabilmesi için, uyurken bile kitap okuması gerekmez mi?

Hiç de değil. Okumasa da olur.

Nasıl yani?

Eğer sıra dışı güçlerle donatılmış biriyse…

Saçmalama!

Dinle, o zaman:

“Aslında hiçbir şey okuduğum yok. Bundan sonra her gün bir saat kitap okuyacağım.” (A.g.y., 4 Ekim 2017)

“Çok kitap alırım. Okumak için değil de, koklamak için. Keşke o kadar okuyabilsem.” (A.g.y., 29 Kasım 2017)

“Okuma alışkanlığım yok. Kokluyorum kitapları.” (A.g.y., 13 Ocak 2021)

“Ben çok az kitap okurum. Bence, çok kitap okumak bir erdem değildir. Çok zararlıdır; bütün konuları birbirine karıştırırsınız. Ben, [okurken] not almanın [da] önemine inanmıyorum.” (A.g.y., 20 Ocak 2021)

Böyle biri o kadar çetrefil konuların hakkından nasıl gelir?

Elbette, âlemlerin Rabbinin inayetiyle:

“Ben, hayatımda zamanımı çok kötü kullandım. Doğru dürüst kitap okumadım. İnsanlar şaşırıyorlar, “Bunları nasıl biliyorsun, o halde?” diyorlar. Vallahi okumuyorum. Bunları nasıl bildiğimi ben de bilmiyorum. Bu bir muamma, bir gizem. Bilgi dairesi içinden baktığınız zaman, okunarak edinilmiş bilgi hemen hemen hiç yok; hep koklayarak, sezgi, parçaları birleştirme filan gibi şeyler…” (A.g.y., 11 Nisan 2018)

Kitabı alıyor, kokluyor ve içinde yazılanları belleğine kaydetmiş oluyor. Bunu, sıradan fanilerin algılayabilmesi olanaksız. Hele bir de laiklik mikrobu taşıyorlarsa…

Peki, neden kokluyor da, ne bileyim, yalamıyor, mesela?

Gerçi, onunla ilgili bir tüyo vermiyor ama, yukarıda, Esma-i Hüsna’daki yazısında, Peygamberin kelime-i mübarekesini anmıştı ya -“Bana dünyanızdan koku ve kadın sevdirildi”- acaba, burada söz konusu edilen koku/koklama ile bir koşutluk olabilir mi? Sonuçta Lakoz da sıradan biri değil; koklamakta da hayli ısrarcı olunca… Hani ne bileyim…

Eh, sanatçılar ile peygamberlerin ortak özellikleri de var olduğuna göre:

“Gerçek sanatçının sezgi gücü yüksektir ve bu, dişil bir özelliktir. Peygamberler geleceği görür; sezgileri yüksek. O nedenle, dişil özelliklere de sahipler. Büyük sanatçılar da.” (A.g.y., 20 Ocak 2021)

Sezgi, başlıbaşına bir olay. Rönesans, Aydınlanma, Akılcılık gibi müsibetler, insanı bilime ve akla hapsetmiş, dini süpürmüş. Bu da, akıl/mantık dışı alanı karartmış. Ne büyük yanlış! Şartlanmış laik kafalar, evliyaların, velilerin, ancak sezgiler ile kavranabilecek fizik ötesi dünyanın mucizelerini kavrayamazlar. Rabbim bu dangıllara bu zevki tattırmaz.

Hangi zevki?

Biraz aşağıda değineceğiz.

Felsefenin üç atlısı: Aristotales, Nietzsche ve Bertan. Anladın mı Neriman?

Koklamak/sezmek; tek başına bu özelliği bile, neoliberal cemaat lideri/guru olmasına yeter de artar. Ama çok daha fazlası var. Öncelikle, önemli bir felsefeci. Daha doğrusu, feylesof. Hem de kimlerin ayarında:

“Aristotales felsefe derslerini yürüyerek verirdi. Nietzsche de fikirler ile yürümek ilişkisini kurar. Ben de ayakta anlatırım.” (A.g.y., 28 Haziran 2017)

“[Aristotales’in derslerini yürüyerek anlattığını belirttikten sonra] Samistal Yaylası’nda… felsefe, edebiyat konuşacağız; yürüyüşe çıkarak bu konuları tartışacağız.” (A.g.y., 21 Eylül 2018)

“Ben gerçekten tembelim… Russell, “Çalışkanlık çok abartılmış bir erdemdir” der.” (A.g.y., 14 Mart 2018)

“Chomsky dünyadaki en bilge insan olmalı. Geçenlerde bir sunum yapmış ve “İlk kez Powerpoint kullandım” demiş; genelde konuşuyormuş. Ben de hiç Powerpoint kullanmam. Kendime güvenirim. Konuşurum kongrelerde.” (A.g.y.,17 Mayıs 2019)

Aşağısı kurtarmıyor mu?

Kurtarmaz; opera yüksek sanat. İhtişam gerek. Kırtıpile yüz vermez.

Unutmayın ki, her önemli feylesofun aforizmaları vardır. Yani, deyimleşmiş sözleri. Ecdadımız “hikmetli söz” derdi. Elbette, Lakoz’un da bir dolu var:

“Hayat ileriye doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılır.”

İyi de, bu Kierkegaard’ın değil miydi?

Meğer [benim bu sözüm] Kierkegaard’ınkiyle kelime kelime aynıymış.” (A.g.y., 24 Ağustos 2018)

Neyse, başka bir tane:

“Rus’u kazıyın altından Tatar çıkar.”

Ama, bu da, Puşkin’e atfedilen ünlü söz değil mi?

“Ben söyleyince kıyamet kopuyor. Bir tarihte [bu sözü] söylemiştim. Doğucular hakaretler yağdırdı. Oysa söz Puşkin’indi.” (A.g.y., 21 Şubat 2018)

Yoksa, bu Lakoz tırnakçı mı?

Hayır. Kendine ait, bilimsel niteliği göz dolduran aforizmalar da var:

“Dünyanın en temel sorunu testesterondur. Savaş iki erkek grubun karşılaşmasıdır.” (A.g.y., 11 Ekim 2017). Ya da, “Göz kendini göremez.” (A.g.y. 15 Kasım 2017)

Feylesofluğunun yanında, diğer önemli niteliği şairlik.

Nasıl bir şair?

Elbette, sıra dışı.

18 Mayıs 2018 tarihli programda, önce Fuzuli’den bir gazel okur. Ardından Shakespeare’den bir sone. Sonra da, kendinden bir sone. “İlişkilerine bakalım” der ve şu sonuca ulaşır: “Şiirler birbirleriyle akrabadır.” Tezini güçlendirmek için, bu kez, Nazım Hikmet, Cemal Süreya ve kendinden bir şiir okur. Sonuç yine aynı çıkar: “Akrabalar”

Algı düzeyinizin düşük olacağı varsayımından hareketle mi, yoksa, yaşadığınız şoktan usulca çıkmanızı beklediği için mi, bilinmez, altı ay sonra, 16 Kasım 2018’deki programda testi tekrarlamayı gerekli görür:

“Bazı şiirler akrabadır”ı örneklerken, Nazım Hikmet’in bir şiirinin yanına üç benzer şiir koyar. Biri Cemal Süreya’nın, kalan ikisi kendisinin. Sağlamanın sonucu değişmez: “Bunlar aynı, akraba şiirler… Dördü de birbirinden güzel, değil mi?” Bu arada, kendi şiirlerinden biri Orhan Veli’nin Tereyağı şiirini o kadar andırıyor ki. Neyse, o kadar olur…

Ancak bu derece büyük şair olduğunuzda peygamberler ile aşık atar hale gelebiliyorsunuz. Çünkü siz de ilahi koordinatlarda dolaşır durumdasınız:

2011’de yazdığı bir şiirini okur ve ekler: “30’lu yaşların başında bir adam bunları niye yazar? Anladınız mı, peygamberlere neden şair suçlaması yöneltilmiştir. Çünkü şairler de kısmen bu dünyadan değillerdir.” (A.g.y., 26 Ekim 2018)

Yoksa, şairliği hakkında şüpheniz mi var?

“Zaman içinde kimin sanatçı olduğu belli olur. Van Gogh, Mozart da böyleydi…” (A.g.y., 28 Haziran 2017)

Herhalde, artık, uhrevi teçhizatı kâmilen ikmal edilmiş gerçek bir cemaat lideri/guru ile karşı karşıya olduğunuz konusunda, kafanızda en ufak bir soru işareti kalmamıştır.

Ya müzik, mi dediniz?

Doğru ya; Lakoz’un esas alanı müzik. Orayı unuttuk ama, endişe edecek bir şey yok. Orada da en az Şostakoviç ayarında:

“Şostakoviç’in öğrencilerinden birinin [Kara Karayev] öğrencisi benim hocam oldu [İbrahim İsmailov] . Dolayısıyla, bazı incelikler Şostakoviç’ten Karayev’e, ondan benim hocama, ondan da bana intikal etti.” (A.g.y., 27 Eylül 2019)

Gerçi, İsmailov 1999’da İzmir DEÜ Konservatuarı’ndan Mersin’e gitti ama, olsun, Karayev’in öğrencisini uzaktan bile görmek yeter.

Sanırım, kahramanımız Lakoz Bertan’ı biraz tanıdınız. Bu zavallı taşra entelinin sırnaşma/yanaşma diyalektiğini nasıl yürüttüğüne geçmeden önce, meraklısı için belirtelim: Atölye girişimi tam bir fiyasko ile sonuçlandı. Din ve felsefe dışında hiçbiri açılmadı. Zaten, esas amaç da dindi. Sonunda, sponsor Digiwall da çekildi.

Gariban Lakoz bu işlerin altından kalkabilecek ne kültüre, ne yeteneğe ne de kişiliğe sahipti.

Böyle biri Sinan librettosunu nasıl kapar?

Böyle olduğu için.

Hiç zor değil. Burası Türkiye. Şeyh Rengim Gökmen gibi biri, aynı zamanda ve yıllarca, hem DOB’un, hem de CSO’nun başında nasıl kalabildiyse, Lakoz da librettoyu öyle kaptı.

Bakın, nasıl:

Kripto islamcıdan materyalist çıkar mı?

Hiç şüpheniz olmasın. Lakoz Bertan DOB’a sızdırılmış islamcı misyonerdir. Takiyye ve celebrity hastalığını yan yana getirdiğinizde, değil materyalist, marksist-leninist bile çıkar.

Yukarıda, Şerbetçi’nin yapıtlarına göz atarken, islamcı “kurulum” döneminden söz ettik. Bu dönemin kültürel ruhu, islamcı kültür etmenlerini, laik cumhuriyet kültür normları içinde “meşru” kılabilmektir. Çünkü islamcılığın en önemli sorunu, ontolojik sorunu, meşruluktur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna karşı çıkmanın yanı sıra, bu süreci silahla önlemeye çalışan güçlerle işbirliği yaptığı için, tarihsel meşruluğu bulunmayan bir kültür ve siyaset yörüngesidir. Marjinalliğini giderebilmenin tek yolu, Laik Cumhuriyet’in kültür yörüngesine eklemlenebilmek, yani, fiili değil, meşru cohabitation durumunu sağlayabilmektir.

Nasıl?

Geniş bir “hoşgörü/esneklik” anlam ve eylem alanı yaratarak. Anlamdan söylemi, eylemden para ve olanak sağlamayı kastediyoruz. İslamcılığın klasik tepkisel tavrının işe yaramadığı en son TÜSAK olayında görüldü. Bu işi FETÖ’nün üstlenme nedeni budur. Malum, resmi söylemi, içerde “hoşgörü”, dışarıda “dinlerarası diyalog”tur. Para ve olanak sağlama becerileri ise herkesçe biliniyor.

Bunun, DOB ve çoksesli müzik kurumlarına yansısı nasıl oldu?

Şöyle bir pazarlık önerdiler:

Siz, Laik Cumhuriyet’in yerli ve milli kabul etmediği “Osmanlı ve alaturka”yı yerli ve milli kabul edip, sahnenize taşıyın, biz de, opera-bale ve senfoninin zaten Osmanlı tarafından kabul gördüğünü, dolayısıyla, bizim için meşru olduğunu kabul eyleyelim.

Bu yaklaşım, islamcı liberalizmin ağırlıklı olarak FETÖ eliyle yürüttüğü bol bütçeli bir programdır. Koltuk dağıttılar, para dağıttılar… Bu programdan nemalanan ne şaklabanlar çıkmadı ki? Mevlitten kantat yontanlar mı ararsın, opera sanatçısı halktan kopmamalıdır, elit takılmamalıdır ayağına alaturka/arabesk söyleyenler mi, ilahi düzenleyenler, çaldırtanlar mı, CSO 200 yaşında diyenler mi, Osmanlı’da opera-bale geleneği köklüydü, Cumhuriyet hazıra kondu düdüğünü çalanlar mı, din adamlarının opera izlediklerini, sultanların klasik müzik, opera-bale delisi olduklarını, Saray’da bale yapıldığını savlayanlar mı… Neler neler… Hepsi ödüllerini aldılar.

Oysa islamcıların tek bir amacı vardı: Laik Cumhuriyet’in müzik politikasının özünü oluşturan “ulusal çoksesli müzik” anlayışını torpillemek.

Neden?

Laik Cumhuriyet, Ekim Devrimi’nin çocuğudur da ondan. 1917 Ekim Devrimi olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti olmayacaktı. Hele laikliğin adı bile anılamazdı. Bu nedenle, önemli kültürel adımların başında gelen “ulusal müzik” anlayışının Sovyet modelini çağrıştırması -Ulusal müzik çoksesli olmalıdır ve kaynağında da halk müziği bulunmalıdır- islamcıları çılgına çeviriyor. Bu konuda sağdan, soldan, her mayadan liberal ile hemfikirler.

Cumhuriyet tarihinin değişik dönemlerinde, gizli, açık her boydan muhafazakâr bu formüle karşı çıktı. Temel amaçları, alaturkayı formülün bir yerine tutturabilmekti. “O da çoksesli müziğin kaynakları arasında sayılmalı, hatta, kendi de çoksesli yapılabilir” yaklaşımından, “çoksesli olmasına gerek yok, kendi haliyle senfonik orkestraya yerleştirilebilir”e, “alaturka ile halk müziği arasında hatırı sayılır bir fark yok; ikisi de makam temelli. Biri çoksesli kaynağı oluyorsa, diğeri de…”ye kadar bir dizi önerme/deneme söz konusu oldu.

Hangi biçimde olursa olsun, alaturkanın, Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat kurumlarınca kabulünü sağlamak ilk hedefti. Alaturka kapısından, önce Osmanlı, ardından din, muhafazakârlık, sağ estetik ve değerler, arabesk, caz vb. hepsi kolayca geçecekti. Nitekim öyle de oldu. Bunların zaman içinde, Laik Cumhuriyet’in tanımladığı “yüksek sanat”ı kemireceğini biliyorlardı. Elbette, yüksek sanat kurumlarını da.

Bu süreçte, alaturkanın soldan rehabilitasyonu çabalarına da tanık olundu. Bolca PR’ı yapılan Ahmet Say bu işte başı çekenlerdendir. Liberal Say ailesini iyi tanımak gerek. Turp gibiler; dışları kırmızı, içleri beyaz. Tanıtacağız. Muammer Sun, Timur Selçuk, Onat Kutlar, Server Tanilli değirmene değişik büyüklükteki kovalarla su taşıdılar. Türkiye solunun müzik yolculuğu henüz yazılmadı. Son derece önemli bir konudur. (NOT: soL ilk günden bu yana yazı dizisinde yer alan görüşlere değer vermektedir. Bununla birlikte, yukarıdaki paragrafta yer alan değerlendirme soL Haber'in görüşünü bütünüyle yansıtmamaktadır. - soL Haber)

Şerbetçi Hasan’ın alaturka/Osmanlı aşkını anlattık. Lakoz Bertan ile Sinan ortaklıklarının asla tesadüf olmadığını da belirttik; alaturka/ Osmanlı’ya yaklaşımları aynı.

Lakoz’un ortaya çıkışı islamcı kurulum dönemine denk geliyor (2012-2021). Radyo programlarının başladığı 2017 ise, Saray rejiminin kurulduğu, cohabitation dayatmasının mutlak biçim kazandığı bir zaman diliminin başlangıcıdır. Lakoz’un alaturka/Osmanlı söyleminin bütünüyle bu dönemin izini taşıyor olması doğal sayılmalı.

Alaturka milli, has müziğimizdir

Evvel emirde bizim gerçek müziğimizin hangisi olduğunu bir saptayalım:

“Bizim hakiki musikimiz klasik Türk musikisidir.” (A.g.y., 18 Ekim 2017)

“Bizim has müziğimiz, aşık olduğumuz müzik klasik Türk musikisidir.” (A.g.y., 1 Eylül 2021)

Yani, Laik Cumhuriyet’in öne sürdüğü gibi, halk müziği değildir. Çünkü halk müziği sanat sayılmaz; “köyde sanat olmaz” (A.g.y., 10 Mayıs 2017), “Halk müziği sanatsızdır” (A.g.y., 19 Nisan 2019). Ayrıca, “Bana göre, halk müziği müzik değildir. Halk müziğindeki vurgu noktası müzik değil, edebiyattır. Melodiler birbirine çok benzer” (A.g.y., 20 Mayıs 2020). Hele, milli hiç denemez: “Halk müziği milli değil, coğrafidir.” (A.g.y., 7 Haziran 2017)

Halk müziği gerçekten de çok geri:

“Stepan Razin ayaklanmasını Yevtuşenko şiir olarak yazar. Şostakoviç de oratoryo yapar. Buna çok fazla benzeyen bir olay, Şeyh Bedreddin isyanı. Nazım Hikmet de bunu şiir olarak yazar. Bizde de bestelendi: Zülfü Livaneli tek bağlama ile. Bizi ta köy zamanlarına götüren bir müzik. Aradaki fark muazzam tabii.” (A.g.y., 27 Eylül 2019)

“Köyde sanat olmaz. Cemal Süreya, “Folklor şiire düşman” dedi, çok haksız saldırıya uğradı.” (A.g.y.)

Fakat böyle deyince, “kurulum” söylemine, cohabitation’a aykırı bir durum oluyor. Halk müziğine, dolayısıyla, Laik Cumhuriyet’e bodoslama saldırı anlamı taşıyor. En azından, gerçek klasik sanat müziği alaturkadır, halk müziği zaten onun kırsal türevidir, yollu bir şeyler söylemeli. Böylece, Laik Cumhuriyet’in kültürel temelini oluşturan Osmanlı/Cumhuriyet, Saray/halk kültürü ayrımı da ortadan kalkmış olur.

Şunlar nasıl?:

“Bizde, halk müziği ile klasik Türk musikisi ayrımı yok denecek kadar azdır. Bu, Osmanlı medeniyetinin ayırt edici özelliklerinden bir tanesidir.” (A.g.y., 4 Ekim 2017)

“Bizde, saray müziği ile halk müziği arasındaki makas, Avrupa’dakine göre daha dardır.” (A.g.y., 25 Ocak 2018)

“Halk müziği sanatsızdır ama, yine de, halk-sanat müziği ayrımı, bizde, asla ve asla Batı’daki kadar belirgin olmamıştır.” (A.g.y., 19 Nisan 2019)

Gayet uygun da, niçinini sorana ne diyeceğiz?

Çünkü biz Türk-İslam medeniyetini temsil ediyoruz ve bu medeniyetin temelini makamlar oluşturuyor, deriz:

“Halk müziği ile benzer makamları, usulleri kullananlar, aslında, eğitim görmüş şehirli olan bir bestekâr grubudur; başka ayrıcalıkları yok. Halk müziği ile sanat müziği sınırlarında gezen sayısız bestekâr vardır.” (A.g.y.)

Zaten önemli olan, biçim ve içerik olarak, saray/halk farklılığını silebilmek. Kalanı kolay. Divan Edebiyatı/halk edebiyatı, saray müziği/halk müziği, Osmanlıca/Türkçe… Hepsi bu müsibetin uzantıları.

İyi de, nasıl silinir ki?

FETÖ’nün soldan ödünç aldığı, liberal solcuların da pek sevdiği bir kavramı kullanarak. Hoş ve işlevsel bir cohabitation köprüsü: ATÜT. Asya Tipi Üretim Tarzı. Zirgüle Gülper’in eşi Halit Refiğ bayılırdı.

Tam olarak ne oluyor bu?

“Özel toprak mülkiyeti olmayan ve hiçbir zaman Batı’daki gibi aristokrasi bulunmayan Türk-İslam medeniyetinin ayırt edici vasıflarından biri.” (A.g.y.)

Müzikle ilgisi?

“ATÜT nedeniyle şehir-köy kopuşu çok net değil. O nedenle, sanat-halk müziği arasında çok derin ayrımlar yok.” (A.g.y.)

Yani, biraz eğitim gören klasik Türk musikicisi oluyor, eğitim görmeyene ise halk müzikçisi deniyor. Tek fark bu. Öyle mi?

Tabii… Tabii. Makamlar, usuller her şey aynı.

Peki, Laik Cumhuriyet kurulurken bu gerçek bilinmiyor muydu ki, halk müziği diye tutturuldu?

İdeolojik azizim, ideolojik! Sovyetler’in etkisinde kalındı:

“Cumhuriyet’in ilk döneminde, Sovyet Rusya ile benzer şeyler yok değil; kuvvetli bir halkçılık eğilimi söz konusu. Bu, halk müziğinin çokseslendirilmesidir.” (A.g.y., 23 Aralık 2020)

“Bizde, Cumhuriyet ile birlikte, ideolojik saiklerle çoksesli müziğe yönelim ve çoksesli müziğe kaynak olarak halk müziğinin gösterilmesinde defo olarak duran kısım burası… Halk müziğinin tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, bestecilere kaynak olarak gösterilmesi…” (A.g.y. , 22 Kasım 2017)

“Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Sovyetler Birliği’ndekine benzer bir politika belirleniyor. Çoksesli müziğe geçilirken, kaynak olarak halk müziklerimiz kullanılacak; halk anlayacak.” (A.g.y., 22 Nisan 2020)

O zaman, çoksesli müziğin, operanın asıl kaynağı halk müziği değil de, klasik Türk musikisi olmalıdır. Doğru muyum?

Aynen.

Ancak Lakoz, “kurulum” refleksi gereği, çokseslilik-halk müziği ilişkisine yüklenmenin cohabitation mantığına aykırı düşeceğinin, bunun ise laik cumhuriyetçi kesimde tepki doğuracağının, esas meselenin alaturkayı çoksesliliğin kaynağına karıştırmayı meşrulaştıracak bir yol açılması gereğinin farkında olduğundan, ustası Dâhi Selman’ın dâhiyane düşüncelerinin de etkisiyle:

“Operayı opera yapan, şarkı ve ezgidir. Bizim klasik Türk musikimiz bizim için neyse, Avrupalı için de opera odur… Halk müziğinin bestecilere kaynak gösterilmesi aslında problem değil. Ama iş operaya geldiğinde, halk müziği kaynaklık edecek gibi durmuyor. Onun yerine, şehir kültürü, saray müziği ve belki klasik Türk musikisi, onun makamları işlenmeye çok daha elverişli.” (A.g.y.)

“Halk müziği değil de, şehir müziği temel alınmalıydı. Örneğin, Selman Ada’nın Aşk-ı Memnu’sunda öyle güzel aryalar var ki, hepsi makam müziğine yaslıdır. Bizim operamızın bunun üzerine, klasik Türk musikisi üzerine kurulması gerektiği…” (A.g.y., 23 Aralık 2020)

Böylece, fifty fifty paylaşım olur: Operaya alaturka, kalanına halk müziği. Alaturka, opera-baleye ve kurumu DOB’a resmen ve meşru biçimde girecek, açılan gedik zaman içinde çoksesli müzik kültürünü bütünüyle felç edecek.

Peki, neden öncelik DOB’da?

Çünkü klasik Türk musikisi olarak adlandırdıkları türün enstrümantal ayağı hemen hiç yok. Her şey vokal. Arkadaki cılız hacimli enstrümanlar yalnızca eşlik işlevli. O eşlik de aynı ezgiyi çalmakla sınırlı. O nedenle, Batı’daki operanın bizdeki karşılığının alaturka olduğunu söylüyor.

Tamam da, halk müziği de enstrümantal değil.

Ama o “sanat” sayılmıyor ya; sanat olan alaturka. Opera da sanat olduğuna göre, eşleşiyorlar.

Peki, klasik Batı müziğinin enstrümantal kısmı sanat sayılmıyor mu ki, halk müziği onunla eşleşiyor?

Ne bileyim ben! Adamın müzikoloji doktorası var. Dini, diyaneti de yerinde. Git kendisine sor!  

Bunların ciddiye alınabilir bir tarafı yok; salozun mavalı. Ancak, islamcı kafanın nasıl kurguladığını göstermek bakımından önemi var. Hele ki, Şeyh Rengim Gökmen, Dâhi Selman ve DOB’un başında beş yılı aşkın bir süredir oturtulan Oğlan’ın, giderek artan bir şiddette bu kurguyu meşrulaştırmak için, sırasıyla o koltuğa yerleştirilmiş oldukları düşünülürse.

Ha, bir de, bu ülkede müzikoloji disiplininin ne düzeyde seyrettiğini gözler önüne sermek açısından…  

Madem onlarda opera, bizde alaturka demek oluyor, klasik Batı müziği ile alaturkayı eşitleyelim:

“Dünyada iki klasik müzik var: Batı ve Türk. Klasik Türk musikisi de klasiktir çünkü her şey oturmuştur, kendine göre bir üslûbu, dili vardır… Klasik Türk musikisi çok şehirli, son derece içli, son derece vakur, enstrümanlar belli, formlar belli, billurlaşmış, standartlaşmış her şey. Ben, klasik Türk müziği ile klasik Batı müziğinin iki temel klasik olduğunu düşünüyorum.” (A.g.y., 22 Şubat 2017)

Bu satırları yazan kişinin müzikoloji doktorası var demiştik, değil mi?

Klasik olanı şöyle tanımlıyor:

“Klasik, formların, çalgıların, üslûbun klasikleşmesidir.” (A.g.y.)

Ekler geliyor: Şehirli, içli, vakur, billurlaşmış, standartlaşmış…

Güler misin, ağlar mısın?

Konuya yabancı olanlar için çok kısaca belirtelim: Alaturkanın zirve isimleri kabul edilen Itri, Dede Efendi gibilerin üslubunun nasıl olduğunu bilen var mı? Yok. Olmasına da olanak yok. Çünkü, üslupla ilgili en azından ipucu yakalayabileceğiniz doğru dürüst notası yok. Bu müzik meşk edilerek öğrenilen bir müzik. Notayla değil. Cumhuriyet dönemine kadar alaturkanın notasyonu kimsenin temel kaygısı değildi. Bugün bile dört başı mamur bir notasyonun varlığından söz etmek cüretkârlık sayılır. Kapsamlı bir nota yazımı olmadığı için, Itri’nin bir bestesi, kulaktan kulağa, değişen dönemlerin beğeni ve akımlarıyla farklı farklı yorumlanır. O nedenle, asla özgün, klasik sayılamaz. Bu müziğin elle tutulur bir tarihi bile yazılamamıştır, yazılamaz. Çok yakın zamanlara kadar, standart denilen enstrümanlarının metodu da yoktu. Var olanların nasıl bir bilimsel elekten geçirildiklerinin verilerine rastlayan var mı? Ayrıca, enstrümanların standartlığı, tarihler göz önüne alındığında oldukça havada bir iddiadır. Klasik Batı müziğindeki durum ile asla karşılaştırılamaz. Nitekim, bu iddianın dile getirildiği programdan iki yıl sonra, 19 Nisan 2019 tarihli programda, bizzat Lakoz, alaturkadaki klasikleşme oranının klasik Batı müziğininki ölçüsünde olmadığını söylemek durumunda kalacaktır.

Bu müzik konservatuarlarda öğretilemez. Söyledik; yalnızca siyasal nedenlerle açılmış Türk müziği konservatuarları, müzikal açıdan görgüsüzlük ve cehalet, siyasal açıdan gericilik yuvalarıdır.

Billurlaşma örneğini mi merak ettiniz?

Lakoz merakınızı gidersin; Bâki’nin güftesi, Itri’nin bestesi:

“Câm-ı lâ’lindir senin âyine rûy-i enverin

Âdı var câm-ı cem-ü âyine-i İskenderin

Nûş eden lâl-ı lebin ölmekten aslâ gam yemez

Kim hûmarı olmaz ey sâki şarab-ı kevserin.

Sözlerin, üslûbun ne kadar billurlaşmış, güzel olduğunu işitelim.” (A.g.y.)

Billurun ne olduğunu anladınız, işittiniz mi?

Ha Bach, ha Itri; ikisi de ilahi azizim, ilahi!.. Birini seven, öbürüne mecbur billahi!

Lakoz Bertan klasik Batı müziği ile klasik Türk müziği eşitliğini sağlandığına göre, tatlı servisine geçebilir:

“Ben Bach’ın La Minör Keman Konçertosu’nu beğeniyorum, Itrî’nin Nevakâr’ını beğenmiyorum diyen biri müzikten anlamıyordur.” (A.g.y., 25 Ocak 2018)

“Klasik Türk musikisini sevmeyenin, klasik Batı müziğini sevebileceğine hiçbir zaman inanmadım. Tersi de doğrudur.” (A.g.y., 31 Ocak 2018)

İki müziğin aynıları az değil. Örneğin, onlardaki resitalin bizdeki gerçek karşılığı sema (A.g.y., 29 Haziran 2018), vokaliz ise terennüm; hani var ya, terelelli, işte o. (A.g.y., 8 Nisan 2020)

Bu kadarla kurtulamazsınız; madem her iki müzik de klasik ve eşit değerde, o halde, neden Batı’nınki evrensel oluyor da, bizimki olmuyor?

Çok basit:

“Klasik Batı müziği bugün genel kabul görüyor ama, bu, çoksesli olduğundan mı, yoksa dünyanın emperyal gücü Batı medeniyeti olduğundan mı, tartışılır. Eğer Osmanlı imparatorluğu Rönesans’tan sonra bütün Batı’ya galebe çalsaydı, dünyadaki hâkim unsur Türk kültürü olsaydı, o zaman New York, Boston, Amsterdam konservatuarlarında klasik Türk musikisi okutuluyor olacaktı. Bu bir siyasi galibiyet meselesidir.” (A.g.y.)

Doğru; teyzemin tekerlekleri olsa, minibüs olurdu.

Bu durumda, çokseslilik müzikte “ileri” bir evreyi de temsil etmiyor olmalı…

Şüphen mi var? Elbette etmiyor:

“Müzik müziktir. Çoksesli olsa ne olur, teksesli olsa ne olur…” (A.g.y., 22 Şubat 2019)

“Bizde tekses/çokses siyasi bir mücadele. İyi müzik iyi müziktir. Türüne bakmamalı” (A.g.y., 20 Mayıs 2020). “Bir parçayı güzel yapan şey, müziğin türü ile doğrudan ilgili değildir.” (A.g.y., 28 Haziran 2017)

Eyvallah da, türlerin önemi yoksa, iyi/güzel dediğin nasıl oluyor?

“Bizim inanç sistemimiz [İslam] bize şunu öğretiyor: “Hiçbir şeyin değeri kendi zatından kaynaklanmaz.” Bunlar usullerdir. Mesele, ilahi olanı ortaya koymaktır. Biri çokseslilikle, biri tekseslilikle yapar.” (A.g.y., 23 Aralık 2020)

İyi/güzel’in karatı ilahi/uhrevi vaziyetlere yaklaşma ölçüsünde yükseldiğine göre, “Müziğin batısı, doğusu olmaz.” (A.g.y., 3 Ağustos 2018)

Hatta, bizimki Batı’nınkine üstün bile gelir:

“İlla ki çokseslilik üstündür görüşüne katılmadım. Bunun ontolojik olarak ispatlanması gerekir. Perde sistemi olarak klasik Türk musikisinin çok üstünlükleri var. Klasik Türk musikisinde sesler birbirleriyle ilişkisine göre tanımlanmış. Çok üstün bir taraf; tevhid zemininde yükseldiği için, makam yapısı…” (A.g.y., 30 Ağustos 2017)

“Klasik Türk musikisi İslam akidesi olmadan düşünülemez. Yani, tevhid ile yoğrulmuş bir müziktir. Bu çok normal. Melodi yapısından tutun, şuna buna varıncaya kadar, bu düşünce ile yoğrulmuştur.” (A.g.y., 20 Aralık 2017)

Klasik Batı müziği islami tevhit anlayışıyla temellenmediği için, bizimki daha üstün oluyor. Ayrıca, sanatsal üstünlüğü de tartışılmaz:

“Akorlar doğada var. Ama makamlar yok. Sanat, doğanın taklidi değil, onun değiştirilmesi olduğuna göre, klasik Türk musikisi, klasik Batı müziğine göre daha sanatsaldır.” (A.g.y., 23 Aralık 2020)

Bitmedi. Bonus da veriyoruz. Hem de kallavi: Tıbbi tedavi.

Nasıl yani?

“Avrupa’da insanların içine cin girdiği için yakılırken, Osmanlı’da müzikle tedavi vardı.” (A.g.y., 22 Mart 2019)

Onların müziği çoksesli, yani, tevhit esasına yaslı değil. Bu durumda, Vivaldi cini çıkaramıyor, hastayı ateşe vermek daha doğru oluyor. Ama bizim musikimiz islami tevhitten neşet bulduğu ve makamların metafizik/ilahi boyutları olduğu için, her tür hastalığı tedavi ediyor.

Yemin et!

Yemine gerek yok. Şuuri Hasan Efendi 1677’de, Ta’dîlü’l-Emzice’sinde hangi makamın hangi hastalıkları tedavi ettiğini yazıyor:

Rast makamı: Havale ve felç illetine devadır.

Irak makamı: Har mizaçlılara, sersem ve hafakana faydalıdır.

Zirefkent makamı: Sırt, eklem ağrıları, kulunç tedavisi.

Rehavi makamı: Baş ağrıları.

Büzürk makamı: Ateşli hastalıklara iyi gelir.

Neva makamı: Kadın hastalıklarına iyi gelir.

Zengule makamı: Kalp hastalıklarının devası.

Hicaz makamı: İdrar zorluğuna iyi gelir. Cinsel yönden uyarıcı.

Buselik makamı: Kulunç ve bel ağrılarının ilacı.

Uşşak makamı: Kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarının ilacı.

Hüseyni makamı: Ateşi düşürür. Çocukların kalplerindeki iltihabı  

giderir.” (A.g.y., 22 Mart 2019)

Durum bu olunca, Osmanlı’daki doktorların aynı zamanda ya musikişinas, ya da sıkı müzik kulağı olan insanlar olmaları gerekiyor. Makamları hemen tespit edebilmeliler. Maazallah, karıştırırlarsa… Ne bileyim, örneğin kalp hastası birine Uşşak veya Zengule çalacakken, tutar da Hicaz çalıp, cinsel minsel heyecana düşürürse, adamcağız dört kolluda taburcu olur billahi!

Zaten, “Avrupa sanat müziğini çok ciddi ölçüde etkileyen bir müziğimiz var…[Öyle ki] Mozart bir Türk dostu denebilir.” (A.g.y., 22 Nisan 2020)

Şey… Biraz abartma olmadı mı?

Katiyen! “Mozart’ı büyük yapan, Türk dostu olmasıdır.” (A.g.y., 7 Şubat 2018)

???????????????????????

Klasik Türk musikisinin öyle “metafizik boyutları” var ki, “hiçbir müziğin size veremeyeceği bir soyutluk, bu dünyadan kopup gitmişlik… Yani, akıl durduracak kadar muhteşem.” (A.g.y., 1 Nisan 2020)

İslami tevhidin, tasavvuf âleminin, ilahi galaksinin sesi bu kadar muhteşem olmayacaktır da, gâvurun pornografik müzikçilerininki mi olacaktır?

Pornografik mi?

Tabii ya. Barut gibi…

Saçmalama!

Ben demiyorum. Müzikolog Lakoz diyor. 3 Mayıs 2017 tarihindeki radyo programına, TRT sanatçılarından rebabzen İbrahim Metin Uğur’u davet ediyor. Klasik Türk musikimizin kıymetli sazendelerinden olan bu kardeşimiz, Laik Cumhuriyet’in müzik devrimine verip veriştirdikten sonra, Lakoz ile aralarında şu konuşma geçiyor:

İbrahim Metin Uğur: Bizim sazlarımızın virtüözlüğü yoktur. Bizim musikimizde sazlara münhasır eser yoktur; kanun, kemençe, ney vb. repertuarı yoktur. Virtüozite, müziği endüstri haline getirmiş Batı’nın sahneye koyduğu cambazlıktır. Bu yolla, müziği halkın içinden çekip almıştır. Müziği halkın içinden koparan virtüözlerdir. Virtüozite, müzisyenin sazı ile pornografik ilişkisidir… Kalbe dokunmuyor.

Bertan Rona: Pornografi, içeriği olmayan biçimdir. Müziği halktan çekip aldılar demiştin ya, işte tam oraya oturdu şimdi.”

Belki merak eden olur; aynı programda, pornografik olmayan, kalbe dokunan bir müzik yorumcusu örneği veriliyor mu?

Evet. İkisi de aynı düşüncede: Müslüm Gürses.

Müslüm Baba virtüöz olamadığı için yırttı… Müziği halktan koparmadı.

Ayrıca, bu virtüözlük falan islami tevhit anlayışına tamamen karşı:

“Klasik Türk musikisinde şef, virtüöz, prova, solist gibi kavramlar olmaz. Bunlar, klasik Türk musikisinin katledilmesi sürecinde girmiştir. Batı’dan gelmiştir. Klasik Türk musikisine hakarettir. Klasik Türk musikisi tevhid kavramı ile anlaşılır. Oysa bu kavramlar tevhidi dışlar. Örneğin, virtüozlukta, çalgıda kapışma vardır; çalgı amaçtır. Oysa klasik Türk musikisinde böyle bir şey yok. Araç hiçbir zaman amaç olmamıştır.” (A.g.y., 6 Eylül 2019)

Hani, bu klasik Batı müziği tam bir defo cenneti, dense yeridir. Neresinden tutsan elinde kalıyor. Eh, kötü kaderine boyun eğecek; zaten kuyruğu titretmek üzere:

“Klasik müzik bilgiççe, fazla hesap işi. Bu da onu itici, antipatik kılıyor…  Artık can çekişiyor. Aşırı bilgiççe tavrı nedeniyle, insanlarla kucaklaşmakta sıkıntısı var.” (A.g.y., 19 Nisan 2017)

 “Operanın, çoksesli müziğin Avrupa’da da kitle ile bağı koptu. Operada 60 yaşın altında izleyici yok” (A.g.y., 15 Temmuz 2020)

“Batı’da klasik müziğin temeli kalmadı. Bireysel çalışmalarla ayakta duruyor. İnsanlar dinlemek istemiyorlar çünkü çok bilgiç, burnu havada geliyor.”(A.g.y., 23 Aralık 2020)

İyi; cezasını çeksin de, bu bilgiçlik, hesapçılık nereden geliyor?

Aydınlanma, modernizm falan var ya, hani dini alaşağı edip, yerine bilimi koyacağız diye tutturmuşlardı; işte oradan. Her şey o uğursuz Rönesans/Reform ile başladı:

“Avrupa Rönesans/Reform ile dini süpürdü. İnsanların ruhsal hayatında boşluk oluştu. Bir şey ile ikame edilmesi gerekti. O boşluğu sanat doldurdu. Sanatkârlar bu yeni dinin rahipleri, konser salonları ibadethane, konser de ibadet oldu.” (A.g.y., 1 Kasım 2017)

Klasik Batı müziği bu anlayışın ürünü olduğundan, “hesap işi, aşırı modernist, kaşları çatık, bilgiç.” Oysa, “modernizmin dünyayı sadece akılla pek de umutlu yerlere götüremediği anlaşılıyor.” (A.g.y., 19 Nisan 2017)

İpin ucunu kaçırdım. Tam olarak ne demek istiyor?

Şunu:

Aydınlanma ve getirdiği akılcılık yaklaşımı, bilimi, aklı öne çıkardı. Bu ise, dini, metafizik değerleri geriletti. Müzikte de aynısı oldu. Klasik Batı müziği Aydınlanma/akılcılık müziği olduğundan, bilgiç havalı. Laik Cumhuriyet Aydınlanma ve akılcılığı kültür ve eğitimin temeli yapınca, bu müziği resmi çerçeve kabul etti ve dinimizin parlak temsilcisi olan alaturkayı geriye attı. Artık bunu düzeltmemiz gerek çünkü Aydınlanma/akılcılık dandik çıktı. Modernizm postmodernizm ile aşıldı. Batı’da da zaten klasik müzik can çekişiyor, son saatlerini yaşıyor. Güzelim dini akidelerimize, metafizik değerlere dönmemiz gerekiyor.

Aa! Klasik müzik, opera ölecek mi?

Endişelenme; müzikolog doktorumuz Lakoz Bertan tedavi reçetesini çoktan hazırladı bile. Klasik Batı müziği yalnızca iki ilaçla paçayı kurtarabilecek; sahnede acil tedavi.

İlk ilacımız caz:

“Klasik müziğin hesap işi, aşırı modernist, kaşları çatık yapısına karşı, cazın bir çeşit panzehir olduğu kanaatindeyim. Hesap etmeye karşı kendiliğindenlik, notaya karşı doğaçlama, akla karşı duyumsallık, kültürelliğe karşı natürellik vs. Bu konu modernizm eleştirisine götürebilecek kadar önemli. Dünyanın caza çok ihtiyacı var. Caz sadece caz değildir.” (A.g.y., 5 Nisan 2017)

“Klasik müzik… modernizmin sorunu; akla karşı duyuş, çizgiye karşı renk, düşünceye karşı duygu, Kuzey’e karşı Akdeniz, rasyonalizme karşı ampirizm… Bütün bunlara çağımızın o kadar ihtiyacı var ki… Klasik Batı müziğinin caz ile falan dengelenmesi lazım. Caz daha plastik, daha duyumsal, daha kendiliğinden bir müzik. Önceden hesaplamadan, doğaçlamaya dayalı bir müzik.” (A.g.y., 19 Nisan 2017)

“Dünyanın caza ihtiyacı var, klasik müziğe değil.” (A.g.y., 21 Aralık 2018)

Cazın sadece caz olmadığı, ideolojik savaş aygıtlarından biri olduğu, neoliberal dönem öncesinde genel kabul görürken, neoliberal dönemde ideolojiler üstü ortak kültürel paydaya dönüştürülmüş olması tesadüf mü?

Alaturkacı islamcıların, klasik’e karşı cazı, seyreltme etmeni olarak çıkarmaları hiç sürpriz değil. Ayrıca, alaturka ile cazın ortak tencereleri de var: Doğaçlama. Bizimkinde “taksim” var ya, full doğaçlama; Aydınlanma hesapçılığını haklayacak ilahi/tevhidi hatta geçiş bileti.

CSO Ada 3 Aralık 2020’de açıldı. İki gün sonra, 5 Aralık’ta, türbanlı caz piyanisti kızımız Büşra Kayıkçı’nın resitali yapıldı. Aydınlanma’yı bir güzel patakladı.

Çilingir dükkânımızın adı: Caz. Hep birlikte yeni Türkiye’ye ayak uydurucaz!..

Lakoz’un müzik tartışmalarımıza güvenilir bilirkişi olarak önerdiği isim de cazcı: ABD’de yaşayan Aydın Esen. “Dâhi müzisyen” (A.g.y., 26 Temmuz 2019), “Türkiye’nin en büyük müzisyeni, belki de” (A.g.y., 3 Ağustos 2018) bakın ne demiş:

“Müzik beni Doğu’ya, ya da Batı’ya değil, yukarı götürmeli” (A.g.y.)

Yukarı ile ilahi katmanlar arasında bir ilişki olmalı. Ama biz düzayak fani olduğumuzdan…

Neyse, anladınız, değil mi?

Anlamasına anladık da, İslam’da caz caiz mi?

Müzikolog doktorumuza soralım:

“İslamiyette müzik ne haram, ne helaldir. Müziğe göre. Örneğin, caz gibi olanlar uygun görülmez.” (A.g.y., 20 Kasım 2019)

Hoppala! Ne olacak şimdi?

Telaşa gerek yok. Kurulum dönemindeyiz. Direksiyonu gevşek tutmak, doğrudan günaha götürmez. Malum, kutsal bir dava için mücadele ediyoruz. Zaten dârü’l- harpteyiz de. Esnek olunabilir:

Hadislerde yasak olduğu açık [olan bir şeyde], biçime takılmamalı, öze bakmalı. Hadis de olsa, biçim yanıltabilir.” (A.g.y., 3 Ocak 2018)

Nasıl yani?

“Bektaşiye sormuşlar, “Abdestsiz namaz olur mu?” “Ben kıldım oldu” demiş. Burada söylenmek istenen, namazın şekil değil, ruhani bir şey olduğu, o hareketleri çok aşan bir şey olduğu. Üstelik bu, Bektaşi fıkrasında.” (A.g.y., 6 Mayıs 2020)

Ama bu çok liberal; dinlerarası diyalog’a, FETÖ’ye karşı çıkan islamcılar çok kızacaklar. “Günah ama mübah” gibi bir tuhaflık olmuyor mu?

Günahtan korkmaya gerek yok. Tövbe edersin, hallolur:

“Bir hadîs-i kudsî, “Hiç günah işlemediyseniz, sizin yerinize, işleyip tövbe etmiş olanı koyardım” diyor.” (A.g.y., 3 Ocak 2018)

Yani, her caz seansından sonra tövbe edilince, sorun çözülüyor mu?

Senin o sığ laik beynin bu derin konuları almaz!

Yerli ve milli ilacımızı sunarız.

Klasik’i tedavi etme başarısının yalnızca caza ait olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. İkinci ilaç bizden:

“Klasik müzik bunalım yaşıyor. Yeni bir dil bulunması gerek. Çözüm olarak, biz ve bize benzeyen ülkelerin zengin halk müziği hayati kaynak olarak öne çıkıyor. Yani, klasik müziğin önümüzdeki on yıllarda yaygınlık kazanabilmesi, bu materyali değerlendirebilmesine bağlı biraz da.” (A.g.y., 24 Mayıs 2017)

“Avrupa’daki bu tıkanmanın aşılması için, bizimki gibi, Azerilerde olduğu gibi müzik folkloru gerek.” (A.g.y., 23 Aralık 2020)

Aa, Lakoz halk müziğimizin Batı’daki tıkanıklığı aşmak için ilaç olduğunu söylüyor.

Ülke içinde alaturka, ülke dışında halk müziği… Ülkeyi kurtarma görevi alaturkaya, dünyayı ise, halk müziğine... Yeter ki, operaya şu alaturka girsin, halk müziği isterse uzayı kurtarsın…

Dedik ya, kurulum mantığı gereği zorunlu cohabitation...

“Zaten Türk besteciler folklorik malzeme ile hep iç içe oldular” (A.g.y., 24 Mayıs 2017) ve “Bizde musiki folkloruna dayalı çokseslilik çok güzel örnekler verdi.” (A.g.y., 23 Aralık 2020)

Yani, işin altyapısı hazır. Üstelik, bu düşünceyi savunan bir dâhimiz de var: Selman Ada. (A.g.y.)

Bittabi, milli gururumuz okşanıyor. Ne güzel! Kör kuyuda mahsur klasik Batı müziğine merdiven olacağız.

Olalım da, piyangonun bize ya da Azerilere çıkma olasılığı ne kadar ki?

Kesinlik sınırında. Debussy örneği ortada.

Debussy mi?

Tabii ya; 130 yıl önce, tıkanmış Batı müziğinin önünü Uzakdoğu müziğinden esinlenerek nasıl açtıysa, şimdi, daha yakındaki bizim müziğimiz ile aynısı yapılabilir.

Şey… Ama tarihsel koşullar çok farklı… Ayrıca…

Yok, yok, bu Debussy çok mübarek adam. Hesapçı müziği tepeleyivermiş:

“Debussy çok büyük, çok çok önemli besteci… Bizde bu konu çok az incelenmiş. Tanpınar, Dücane Cündioğlu, Salih Mirzabeyoğlu söz ediyor Debussy’nin Batı klasik müziğinin kabullenilmiş protokollarına tepki gösterdiğinden. Salih Mirzabeyoğlu’nun bildiği aşikâr…” (A.g.y.)

İslamcıların küpeli entellerinden Dücane kıymetimizi bir kenarda tutarsak, Lakoz’un adını iki kez andığı Salih Mirzabeyoğlu, doğrusu çok anlamlı bir gösterge. Nakşi Mirzabeyoğlu Türkiye’de islamcı terörün kuramcısı. Necip Fazıl’ın militanı. 70’lerde islamcı gençliğin Akıncılar örgütü kurucularından. 80’lerde ise İBDA-C terör örgütünün. Laik Cumhuriyet ana hedefi. İBDA-C kâfir hedeflere bomba yerleştirince, 28 Şubat sürecinde yargılandı, ömür boyu hapse mahkûm edildi. İslamcılar Ergenekon’da kazanınca, “yanlışlık olmuş” denilerek 2014’te serbest bırakıldı. Nobelli liberalimiz Orhan Pamuk sağlam destekçilerindendi.

Bir diğer anlamlı gösterge ise, “Bizde”nin içeriği. Klasik Batı müziği kurum ve yazarlarında, Debussy’nin getirdiği yenilikler on yıllardır söz konusu edilmesine karşın, Lakoz’un “Biz”den anladığının bu çevreler değil de, muhafazakâr-islamcı mahfiller oluşu…

Çoksesli müzik kapısı islamcılara açılınca, içeri kimlerin ve nelerin gireceği yalnız saftirikler için sürprizdir. Sonrasında yaşanacaklar da.

Debussy’nin müzikal yolculuğu, IBDA-C’nin tenceresinde fokur fokur…

Klasik Batı müziği alaturka ile eşit ama…

Lakoz bu ikisini klasik olma nitelikleri üzerinden eşitlerken, cinsiyet ayrımını vurgulamaya özen gösteriyor.

Cinsiyet mi?

Evet. “Klasik Batı müziği hesap temelli, erildir. Klasik Türk musikisi ise dişildir; tevhid toplumu ile ilgilidir.” (A.g.y., 19 Nisan 2019)

Anladıysam, Arap olayım!

Aydınlanma/Modernite aklı, düşünceyi ön plana çıkarıp, dini/metafizik olanı şutlayınca, onunla birlikte sezgiyi, hisleri de kapıya koymuş oldu. Oysa, “Sezgi gücü çok çok önemlidir. Sezmek, hissetmek kadınsı özelliklerdir… Dünyanın kadınlığa ihtiyacı var; dengeleme açısından. Aşırı eril, parçalayıcı, akla, normatif değerlere dayanan sistemin bir panzehiri olarak, kadına ve kadınsı olan her şeye ihtiyaç var.” (A.g.y., 24 Ağustos 2018)

Şimdi anladım: “Bizde operanın Avrupa’daki ile kıyaslanamayacak ölçüde geri” (A.g.y., 22 Kasım 2017) kalmış olma nedeni, dişil alaturka aşıya dudak bükülmüş olması. Tabii, DOB Genel Müdürü yapılacak Oğlan’a, Zeki Müren söylesin diye, LİMAK orkestrası kurdurulması, her fırsatta hanendelik yaptırılması, operayı dişilleştirip, düzeyini yükseltmek için.

Dişil alaturka, dişil Zeki Müren, dişil opera… Genel müdür Oğlan abara dubara…

Ya ne sandın? Laik Cumhuriyet yanlış yaptı; eril halk müziğiyle bu iş zaten becerilemezdi.

Yine de, ne bileyim hani… Dişil, kadınsı ve Zeki Müren yan yana gelince yanlış anlaşılmaz değil mi?

Yok canım; “Haluk Bilginer ne demişti? Zeki Müren Türkiye’dir.” (A.g.y., 6 Aralık 2017).

Ayrıca, “İslam medeniyetinde güzellik sembolü, Batı medeniyetindekinden farklı olarak erkektir, Hz.Yusuf’tur.” (A.g.y., 17 Şubat 2020)

Eyvah! Vaziyet hepten içinden çıkılmaz hal almak üzere… En iyisi, bu konuyu kapatıp, yeni bölüme geçelim…

Alaturka milli ama…

Laik Cumhuriyet alaturkayı milli kabul etmez. Bizans-Arap-Fars kırması kabul eder. Bu nedenle, milli eğitimin dışında tutmuştur. Doğal olarak, ulusal çoksesli müziğin kaynaklarından biri olmasını da reddetmiştir. Bunlar tarihsel doğrulardır ve asla değiştirilemez.

Arel ve yandaşları on yıllar boyunca, alaturkanın öz be öz Türk müziği olduğunu, hele Bizans kökenlilik savının katiyen kabul edilemezliğini falan anlatıp durdular. Yalnızca siyasal, çocukça ve zorlamaydı. Neoliberal islamcılık alaturkacıları bu sıkıntıdan kurtardı. Osmanlı ve ümmet kavramlarına, FETÖ’nün dinlerarası diyalog’u da eklenince, Türk ve milli inadı demode oldu. Çok daha pratik bir çözüm bulundu:

Osmanlı İslam imparatorluğuydu. Bu yönüyle ümmet anlayışına oturmuştu. Yani, millet kavramı yoktu. Geniş bir kültür havzasını temsil ediyordu. Millet olmayınca, milli sıfatı da olmazdı. O halde, “alaturka milli değil” tartışmasını çıkaranlar, Aydınlanma/modernizm ile ruhunu kaybetmiş, millet saplantılı Batıcılardı. Oysa, herhangi bir müziğin milli olup olmadığından çok, ilahi olup olmadığı sorgulanmalıdır. Alaturka ilahidir çünkü islami tevhit temellidir. Osmanlı toprağı ve kültürü bu dişil muhteşemliğe ev sahipliği yapmıştır. Önemli olan budur. Zaten günümüzde ulus devletler aşıldığına, dinlerarası diyalog, medeniyetler ittifakı falan meşru olduğuna göre, Laik Cumhuriyet’in eskimiş müzik paradigması da artık geçersizdir:

“Eskiden din varken, yani tevhid anlayışı her yere hâkimken, Arap, Fars, Türk diye bir ayrım yoktu. Vardı ama kısmi bir ayrımdı bu; millet, unsuriyet, kıllet fikri yoktu. Ümmet vardı. [Millet] Avrupalılarda vardır. İstiklalin kökü kıllet. Kıllet azalmak demek. Peki, bağımsızlık ile azalmak, eksilmek arasında nasıl bir bağ olabilir? Kopmak, “Biz”den kopmak demek. Osmanlı “biz”dir. Tevhidcidir. Kopmaya tahammülü yok… Avrupalıların çok kolay alıştığı ulus devlet modeline Osmanlı asla alışamamıştır.” (A.g.y., 25 Mayıs 2018)

Yoksa, Laik Cumhuriyet’in kuruluşuyla sonuçlanan İstiklal Savaşı’na islamcılar bu nedenle mi karşılar?

Lakoz, Batılıların islami tevhit anlayışını kavrayamadıkları ve kuyruk acıları olduğu için, alaturkaya Türk musikisi demediklerini söylüyor. Bu durumda, laik cumhuriyetçiler de onlara öykünmüş oluyor:

“Batılı bilim adamlarının Türk kelimesine alerjik olduklarını biliyorum. Örneğin, Mevlana’ya İranlı şair derler. Tamam, Fars kökenliydi, o ayrı… Mesela, Osmanlı hinterlandındaki müzik için, Turkish music değil, Arabic music derler. İki nedeni var:

1) Hristiyan Batı medeniyeti Türklere mağlup oldu, 1700’lere kadar. Bu noktada bir antipati var.

2) Onlarda millet fikri güçlüdür. Ulus fikri. Milletsiz ümmet fikrini anlamaları bize göre daha zor.” (A.g.y., 25 Ocak 2018)

“[Avrupalılar] Arap müziği, persian poet diyorlar. Hiç Türk kelimesini duymuyorsunuz. Kompleksleri; başlarına bela olan Osmanlı’yı unutmak istiyorlar. Bizim buna hayır dememiz gerek. Ne demek Türk musikisi yok! Türk musikisi var, çok da kuvvetli.” (A.g.y., 25 Mayıs 2018)                                      

Ve Lakoz Türk musikisinin varlığını islami patikadan giderek dakikasında kanıtlıyor:

“Türk bir ırkı değil, bir ümmeti belirler. Batılılar, Hristiyan olmayana Türk derdi. Türk ismi, unsuriyetçi [olanı] dışlar. Azınlıklardan da birçok klasik Türk musikisi bestekârı vardır. Unsuriyet dışlandığı, Türk ismi herkesi içerdiği için, Osmanlı tebaası [denir]. Batılı müzikologlar bunu anlamıyorlar. Arap, Fars, Yunan müziği demişler. Makam, usûl adları Arapça, Farsça olduğu için, Türk değil, Arap, Fars derler.” (A.g.y., 19 Nisan 2019)

“Türk ismi bir milletin değil, bir kültür havzasının adıdır. “Batı” da, buna karşılık, Hristiyan topluluğu tanımlıyor.” (A.g.y., 19 Nisan 2019)

Yani, Batı deyince Hristiyan ümmet, Türk deyince Müslüman ümmet  anlaşılıyor, öyle mi?

Aynen.

Peki, madem Batılılar Müslüman ümmete Türk diyor, neden o ümmetin müziğine Türk demiyor da, Arap diyor?

Dedim ya, kompleksliler ve cahiller. Millet budalası bunlar…

???????????????????

Şu ümmete bir de havza biçtik mi, iş tamamdır:

“Klasik Türk musikisi için ancak Akdeniz havzası temel alınır ve buna Şark denirse, makuldür. Bu havzada iki karşıt oluşum var: Hristiyan Batı ve Türk-İslam. [Bunun yansısı olarak] klasik Batı müziği ile klasik Türk musikisi de karşıttır.” (A.g.y.)

“İtalyan, Alman, Fransız müziklerinin varlığına rağmen, nasıl ki klasik Batı müziği adlandırması geçerliliğini koruyorsa, Arap, Fars, Rum, Musevi bestekârların oluşu da klasik Türk musikisi adlandırmasının geçerliliğini ortadan kaldırma[yacağına göre]” (A.g.y.), artık, gönül rahatlığıyla söyleyebilir:

 “Osmanlı Bizans’tan çok şey aldı. Klasik Türk musikisini dinleyin. Bizans’ınkiyle aynı olduğunu görürsünüz.” (A.g.y., 8 Kasım 2017)

25 Ekim 2019 tarihli programda da, Antik Yunan ve Bizans ilahileri dinletip, bizimkilere çok benzediğini belirtir.

Böylece, Laik Cumhuriyet’in “Osmanlı” ve “Türk”ü eşanlamlı kabul etmeyen yaklaşımına da karambolde bir çarpı atılır. Tarihin öyle demeyip, Laik Cumhuriyet’in bakışını doğrulamasına, üstelik, Osmanlı’nın kendini Türk kabul etmediği gibi, Türk sıfatından da hiç haz etmemesine karşın, önce, Osmanlı ile Türk eşitlenir.

Eşit değil mi ki?

Osmanlı’nın akılsız anlamında kullandığı Türk sözcüğü -Etrak-i bi-îdrak- 16. yüzyıl Osmanlı saray tarihçisi Hoca Sadettin Efendi’ye aittir. Osmanlı sarayında “aptal/akılsız” anlamı taşıyan Türk, saray şairi Nefî’nin kaleminde daha da aşağılanır. Okan Demiriş’in IV. Murat operasında övgüye layık bir figür olarak gösterilen Nefî, Siham-ı Kaza’sında, bakın Türkler için neler söylüyor: mülhidan-ı har (Dinsiz eşekler), Türk-i müzevir (Bozguncu Türk), Türk-i dûn (Aşağılık Türk), Türk-i denî-hilkat (Alçak yaradılışlı Türk) vb. (Rıza Zelyut, Aydınlık, 17 Ekim 2018). Kâğıda öyle dizeler dökmüş ki, yazmamak en doğrusu. Bu anlam koordinatlarında kalem oynatan Saray erkânına ait başka isimler de var.

Ardından, alaturkanın, Bizans, Arap, Fars kökenine karşın Türk kabul edilmesi gerektiği, çünkü Türk’ün bir milletin değil, Akdeniz havzasındaki ümmetin adı olduğu söylenir. Bu havzada karşı karşıya gelen Klasik Batı müziği Hristiyan, klasik Türk müziği ise Müslüman ümmetin müzikal sözcüsü oluyor.

İyi de, Bizans Müslüman mıydı?

Dinlerarası diyalog çağında olduğumuzu unutma!:

Irk, dil, din, millet detaydır. (A.g.y., 29 Mart 2017, 23 Eylül 2020)

Böylece sorun, islami denklem ve dinlerarası diyalog verileriyle şıpıdık çözülmüş olur.

Kolaymış. Epey ferahladık. Onca yıl boşu boşuna didişilmiş.

Tabii ya. Ama o zamanların kavgalarına yine de bir haklılık payı tanınabilir:  “[Suna Kan’ın 1971’de, CSO Salonu’nda, Itri konserine karşı çıkışını kastederek] O kuşak öyleydi. Biz de onlardan olsak, aynı tepkiyi verirdik.” (A.g.y., 30 Aralık 2020)

Niçin?

Çünkü, o dönemde islamcı iktidar, dolayısıyla da, kurulum süreci yoktu. Ulus devletler ayaktaydı. Dinlerarası diyalog falan da hayaldi. Oysa, artık bitti bitiyorlar. Dünya tek bir millet olacak:

“Dünya çok ilginç yerlere gidecek, tek bir millet olacak. Belki demiyorum, mutlaka öyle olacak. İstesek de, istemesek de bu böyle olacak.” (A.g.y., 13 Aralık 2017)

Emin misin?

Kesinlikle. “Ben sosyal bilimler alanında doktorum” (A.g.y., 25 Mayıs 2018). Sezgilerim de çok güçlüdür; Allah vergisi.

O zaman, Laik Cumhuriyet’in ulus diye tutturması bizi çağdaşlıktan koparıyor mu?

Hem de nasıl! Osmanlı kozmopolitti, dışa açıktı, şehirliydi. Cumhuriyet ise içe kapalı, taşralı, köylü. Tıpkı Sovyetler gibi:

“1900’lü yıllar boyunca, bizde maalesef çok kapalı bir toplum yapısı oluştu. Biz artık köyünden çıkmayan insanlara döndük. Oysaki Osmanlı böyle değildi; çok daha cihanşümul, imparatorluk sahibiydi. Cihangirdi, meraklıydı, tecessüs sahibiydi. Bunlara tekrar kavuşmak lazım.” (A.g.y., 29 Mart 2017)

“Cumhuriyetin tamamen dışa kapalı, şizofrenik yapısı…” (A.g.y., 12 Temmuz 2017)

“Osmanlı, şehir kültürü üzerine kuruludur.” (A.g.y.)

“Dünya satranç şampiyonasında, Amerikalı Bobby Fischer ile Rus Boris Spassky’nin oyun, tavır farklılıkları altında, Amerika’nın şehir, kapital, para kültürüyle, Sovyetler’in taşra, devlet, kapalı toplum kültürü farkı yatar…” (A.g.y., 21 Mart 2018)

İslamcı militanlara Laik Cumhuriyet’i beğendirmek, deveyi iğne deliğinden geçirmekten daha zordur. Akıllarında hep şu var: Laik Cumhuriyet Sovyetler’in etkisini taşıyor. Artık, Sovyetler olmadığına göre, Laik Cumhuriyet’in de sonlanması gerek.

Ha, bu arada, Laik Cumhuriyet içe kapalı, köylü olduğu için, şehirli Osmanlı’dan farklı olarak ırkçı da. İslam’da ırkçılık yoktur ama, “Türkiye’de İslam’ın değil, parodisinin yaşanması” nedeniyle, ciddi bir ırkçılık vardır. “Son günlerde Suriyeliler kapsamında da görüyoruz.” (A.g.y., 22 Nisan 2020)

Lakoz Bertan’ın siyasal dansına geçmeden önce, küçük bir soru:

Sizce, bizim taşra enteli arabeske nasıl bakıyordur?

Arabesk, arabesk, samimi arabesk…

“Çoksesli müzik camiası snobtur; diğer müzik dallarını küçük görebilirler. Ama ben bazen bakıyorum, bir arabeskçi -arabeski de çok severim, onu da söyleyeyim- söylediğinde gerçekse, samimiyse, sahte çoksesli müzikten daha fazla tercih ediyorum.” (A.g.y., 15 Şubat 2017)

“Yüzeysel bir Mozart konseri dinlemektense, arabesk bir parça bana daha samimi geliyor.” (A.g.y., 3 Mayıs 1917)

Arabeskin alamet-i farikası olan elektro bağlamaya da öpücükler yollar:

“Elektro bağlama bana göre bu çağın teknolojisi ile ortaya çıkmış, özgün, sıra dışı bir enstrüman. Eleştirenleri anlamıyorum. Elektro gitar enstrüman değil mi? Her enstrüman ille keman gibi olmak zorunda değil.” (A.g.y., 28 Aralık 2018)

Sıra geliyor caz ile arabeskin ilişkisine; ikisi de “samimi, akla ve mühendisliğe tepki, salt duygu. Acı da var”:

Billie Holiday’in “I’am a fool to want you” parçasını, “arabesk havalı caz” olarak tanımladıktan sonra, Russ Freeman’ın “The wind”ı bağlamında, Azer Bülbül ile Freeman’ın “samimiyet” koşutluğuna dikkat çeker.

Müslüm Gürses’in de samimiyetinin başarısında temel rol oynadığını belirtince, bilgiç, hesapçı, çatık kaşlı ve snob klasik Batı müziğine karşı, duygulu, sıcak, samimi ve halkçı caz/arabesk hattı kurulmuş olur.

Tekrar anımsatmaya gerek yok; neoliberal kültürün türler geçişkenliği, taşra entellerinin eklektik yapılarına, angajman sığlıklarına, entelektüel görgüsüzlüklerine biçilmiş kaftandır.

Akılda tutulması gerekene gelince; müzik türlerinin geçişkenliği, alaturka, Osmanlı, Akdeniz, Laik Cumhuriyet’in müzik yanlışlığı, modernizm karşıtlığı, arabeske sempati… Bunların hiçbirinde Şerbetçi Hasan ile Lakoz Bertan arasında herhangi bir düşünce ayrılığı yok.

Sinan operasının bu ikiliye tesliminde en bodurundan bir tesadüf gölgesi bile bulunmuyor.

[email protected]

YARIN: İSLAMCI BERTAN’IN KIKIRDAK DANSI (8)