İslamcı Bertan'ın kıkırdak dansı (8)

İslamcı kültür unsurlarının tarihsel meşruluk sorunu bulunduğundan, laik cumhuriyetinkilere zorunlu gereksinim duyarlar. Tablo bütünüyle şizofreniktir.

Melis Gönenç

Felsefe siyasete, siyaset siparişe tabidir

Para celebrity’ye, celebrity siparişe bağlı.

Ya sipariş?

Amansız bir diyalektiğe…

Şöyle:

Sahnedeki oyunun kurucusu islamcılar. Yapıtı, rol dağılımını falan onlar belirliyor. Ama sahne ve salonun mimarı Laik Cumhuriyet. İslamcıların oyunu sahneye küçük geliyor, yarısı boş kalıyor. İzleyici çekmez. Binayı yıkıp, yeniden yapmalı, bu sırada da sahneyi küçültmeli. Tarih izin vermiyor; güçleri yetersiz.

Orta yol?

Sahnenin boş kalan tarafını izleyicinin görmesini engellemek için, dolu tarafın aydınlatmasını daha güçlü yapmak. Işık oyunu. Yani, sahnenin küçük bir bölümüne yığılmak, ama bütününü kullanıyormuş izlenimi vermek.

Başka yolu yok; TÜSAK ile sahne ve salonu yıkmak istediler. Olamayacağını anladılar. Şimdi yapılan, izleyicinin gözünü küçük sahneye alıştırmak. Alışkanlık kemikleşince de yıkmak.

Türkçesiyle, islamcılık yaparken, laik cumhuriyetçiymiş gibi görünmek. Şeyh Rengim Gökmen’in okullaştırıp, tarikat adabına çevirdiği bu tutum, Lakoz Bertan gibi harbiden islamcılarda bir yönüyle trajik çırpınma, diğer yönüyle, eğlenceli seyirlik oyun görüntüsü sunuyor.

İslami tevhit anlayışı ile diyalektik materyalizm, Evrim kuramı ile Yaratılış anlayışı, Osmanlıcacılık ile öztürkçecilik, Yahya Kemal, Necip Fazıl ile Nazım Hikmet, Rifat Ilgaz, Zekai Dede Efendi ile Ruhi Su, Tevrat ile Kuran vb. her şey iç içe konabiliyor. Hiçbir sınır yok. “Yok artık!” dedirten cinsten öyle laflar edebiliyor ki, bir süre sonra, karşınızdakinin, entelektüel tutarlılık, görgü, etik omurga falan türünden referanslarla işi olmadığını, oyunda yer alabilmek için, takıyyecilik yarışına katılmış, yeteneği sınırlı zavallı bir taşra enteli olduğunu anlıyorsunuz.

Ne yazdıklarının, ne de söylediklerinin ciddiye alınabilir bir tarafı var. Ama, islamcıların oyunu nasıl oynayıp, oynattıklarını sergilemek açısından işlevsel.

En tipik ve çarpıcı değerlendirmelerini, siyasal barometre ile ilişkilendirerek, dikkatlere taşıyalım.

Necip Fazıl da, Nazım Hikmet de büyüktür. Büyük kazandırdıkları sürece…

Operada islamcı misyoner ama…   

İslamcı koordinatlar belli: Osmanlı, Osmanlıca, Divan Edebiyatı, alaturka, şeriat/tarikat. Bunların, laik cumhuriyet sahnesine, tepki çekmeden yedirilmesi gerek.

Entel dansözlük, etik kıkırdaklık dışında bir seçenek yok. Neyse ki Lakoz gönüllü. Hem de nasıl!

Radyo programlarına başladığı 2017 Şubat’ından, Sinan’ın sahnelendiği 29 Ekim 2021’e kadar geçen zaman diliminde, üst üste gelen iki eksen arasında sörf yapıp duracaktır.

2017’de yapılan tartışmalı başkanlık sistemi referandumu, islamcıların siyasal zafiyetini açıkça ortaya koyduğundan, ciddi bir hayal kırıklığına yol açtı. Mühürsüz zarflar geçersiz sayılsaydı, kaybetmişlerdi. Nitekim, kendi içlerinde yaptıkları “metal yorgunluğu” değerlendirmesine, CHP’nin Adalet Yürüyüşü de eklenince, İstanbul, Ankara başta olmak üzere bir dizi kentin belediye başkanlarını değiştirmek zorunda kaldılar. Vitrin tanzimi…

Bu referandum ile, siyasal içeriği meşru ve dolgun olmasa da, güçlü bir tepki verilmediği için, biçimsel olarak “kurulum” süreci bir üst aşamaya geçmiş, saray/saltanat rejiminin yolu açılmıştı. Bunun anlamı, laik cumhuriyet sahnesine islamcı kültür unsurlarını daha bir kararlılıkla yerleştirme iradesidir. LİMAK Filarmoni’nin aynı yıl, Oğlan’ın sanat yönetmenliği, CSO’nun başında bulunan Şeyh Rengim Gökmen’in şefliğinde, alaturka çalıp söyletmek için kurdurulması, ardından, bu misyonu sırtlamış olması nedeniyle, Oğlan’ın DOB’un başına getirilmesi, sürecin doğrudan yansısıdır. Referandum Nisan’da yapılmış, LİMAK Filarmoni yazın kurulmuş, ilk Zeki Müren konserini Ekim’de vermiş, Oğlan’ın genel müdürlüğü de Aralık’ta belli olmuştur.

Önce 5’li çete holdingi LİMAK’a sanat yönetmeni, ardından DOB’a genel müdür fenomeni.

Lakoz Bertan da aynı güzergâhta seyredip, islamcı kültür unsurlarını, Laik Cumhuriyet’inkiler ile yan yana getirmeye çalışacaktır.

Ancak, DOB gibi saf kan laik cumhuriyet kurumuna sızıp, sağlam bir yer tutabilmek için, islamcı renklerinizi gizlemeniz gerekir. Aksi durumda, kurum ve izleyicisinin oluşturduğu bünye sizi kusar. Yani, kurumun ve laik cumhuriyetçi kesimin kimyasına müdahale etkinizin yok ya da sınırlı olduğu ortaya çıkmış olur. Bu da, islamcıların size sipariş vermekten kaçınması anlamına gelir.

İşte, Lakoz, hem “kurulum” gereği açık islamcılık, hem DOB’un özgül koşulları gereği kripto islamcılık yapmak zorundadır. Hani, ilerici, solcu görüntü verme ayakları var ya, onlara yatma durumu. Aşağıda göreceksiniz, o kadar beceriksiz, o kadar damacana ki, vallahi film! Hoş, kolay da değil hani, kelamullah, sünnetullah, evliyaullah derken, birdenbire, diyalektik materyalizm, sınıf mücadelesi, Sovyetler Birliği falan demek…

Kurulum sürecinin düşünsel, felsefi azizlikleri

Yaşamının hiçbir döneminde bırakın solcu olmayı, bildik laik cumhuriyet değerleri ve ilericiliği bile, FETÖ’nün yüksek esneklik/hoşgörü katsayısının türevi olarak algılayan Lakoz’un, dört buçuk yıllık radyo macerasının fonunda, islamcı kurulum döneminin gerektirdiği o tek yön bilet vardır: İslamcı kültür etmenlerini, Laik Cumhuriyet’inkilerin yanına yerleştirebilmek. En büyük yardımcısı, dinlerarası diyalog pratiğinden gelen esneklik/eklektiklik.

Dinlerarası diyalog deyip geçmeyin; neoliberal dönemin maymuncuk kavramıdır. Hemen her kapıyı açıyor. Öncelikle, bir Dinler Enternasyonali’dir. Sonsuza yayılmış din düşüncesi; pandincilik. Ama, o kadarla kalmıyor. Kuru kuruya imam-papaz-haham konseyinin çok ötesinde, uluslararası ölçekte, düşünce, sanat ve siyaset dünyasının dinsel/metafizik alan tarafından işgali anlamı taşıyor. Her tür ideolojinin, siyasal hareketin, topuğundan, göbeğinden, ama mutlaka dinsel/metafizik ile ilişkilendirilmesidir.

Nasıl yapılıyor?

Yan yana gelemez değerler, simgeler, türler, kavramlar, kategoriler, her şey kâğıda ve sahneye kol kola yerleştiriliyor. Daha doğrusu, yerleştirilmeye zorlanıyor. Çünkü tarihsel olarak olanaksız olan, oldurulmaya çalışılıyor.

Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bu türden girişimlerin çıkış noktasında, açık ya da gizli, mutlaka muhafazakâr anlam alanları, lifler olduğudur. İlk başta, “dinsel/metafizik ile ne ilgisi var?” denilebilecek etkinlik ya da kültürel kategorileri biraz eşeleyin, arkadaki zihniyeti göreceksiniz.

İşte, islami kurulum döneminin, özellikle simgesel değer taşıyan 2017 (Nisan) başkanlık rejimi referandumu sonrasındaki evresi, DOB özelinde, bu bağlamda tipik sonuçlar doğurmuştur. Sinan operası ilk sırada yer alıyor. Kurulum’un doruk noktası olmakla birlikte, yıkımının da anlamlı bir göstergesi olacaktır.

Lakoz Bertan’ın radyo programlarını, din/metafizik, kültür-sanat, tarih ve Sovyetler Birliği gibi dört ana kategoride incelediğinizde, dinlerarası diyalog fonunda uslu uslu ilerleyen kurulum söyleminin, iki kez (12 Temmuz-8 Kasım 2019 ve 3 Haziran-12 Ağustos 2020) yoldan çıkar biçimde sola yattığını görüyorsunuz. Her ikisi de Sinan operası ile ilgili; yukarıda belirttiğimiz, DOB’un laik cumhuriyet kimyasından kaynaklanan açık islamcı-kripto islamcı diyalektiğinin zorunlu sonucu.

Gönül isterdi ki, dört buçuk yıllık programların kapsamlı bir analitik dökümünü verelim. Ancak, zaten uzun olan yazıyı daha da uzatıp, konudan kopma riskini azaltmak için, çok tipik olan ve islamcı zihniyeti görünür kılan örnekler ile yetinmek durumundayız.

Müzikte türler, inançta dinler geçişkenliği

Nasıl ki, islamcı Lakoz’un müzik anlayışı türlerin geçişkenliği üzerine kurulu, inançlarda da aynı geçişkenlik, hatta, ortak kaynak söz konusu. Dinlerarası diyalog’a sağlam altyapı sağlayan örnekler verelim:

“Tek bir dinin alanına hapsolmuş kişileri büyük tehlikeler bekliyor.” (A.g.y., 6 Eylül 2019)

“Bir dinin… peşinden giderken, trafikte olduğu gibi, takip mesafenizi koruyun.” (A.g.y., 29 Temmuz 2020)

“Tevrat ile İncil’i okuyun.” (A.g.y., 28 Aralık 2018)

Dinlerarası diyalogçuların Yahudilik ile ilgili kültürel ve siyasal etmenlere özel ilgileri biliniyor. Lakoz’u istisna saymak için bir neden gözükmüyor:

“Kur’an terminolojisi kahir ekseriyeti ile İbranice kökenlidir. Bundan rahatsız olmamak gerek. Sahâbe hiç rahatsız olmamış. Size ne oluyor?” (A.g.y., 18 Ekim 2017)

“Kur’an kelâmullah ise, Allah’ın sözü ise, hangi kelimeleri kullanacağını bize soracak hali yok… Hangi kelimenin hangi dilden geldiğinin hiçbir önemi yoktur. Arthur Jeffery’in The Forein Vocabulary of the Qur’an’ı çok önemli bir kitap, istifade etmek lazım.” (A.g.y., 3 Ağustos 2018)

Bu arada, Arthur Jeffery ile ilgili resmi islami bakış açısının hiç de iç açıcı olmadığını belirtelim:

“[Jeffery] özellikle diğer dinlerin mukaddes kitaplarından farklı olarak Kur’ân-ı Kerîm’in İslâm’daki merkezi konumunu fark edip dindar hristiyan kişiliğinin de etkisi altında, metin tenkidi çalışmalarıyla mevcut mushafın [Kuran metni] otoritesini zayıflatma arayışlarına girmiştir.” (JEFFERY, Arthur, TDV İslâm Ansiklopedisi)

Yahudilik-İslam koşutluğuna etimolojik dayanak mı?

İbadullah:

Yahudilikte Rav (din adamı), İslam’da Rab (Allah) (A.g.y., 14 Mart 2018), Şema (duası), Sema (A.g.y., 30 Ağustos 2019), Haşatan (düşman),  ŞeytanGehinnomcehennem (A.g.y., 13 Eylül 2019), Şalom aleyhem, Selamın aleyküm (A.g.y., 25 Ekim 2019), Melak (haberci, elçi), Melek (A.g.y., 11 Aralık 2019), Eloah, Allah (A.g.y., 29 Nisan 2020) vb.

Arapçayı kök dil kabul etmenin yanlışlığına işaret etmenin yanı sıra (A.g.y., 8 Nisan 2020), İslam ile Yahudilik arasında etimoloji alanını çok aşan yakınlıklar olduğuna dikkati çekiyor; Talmud ve hadis koşutluğuna özel önem vererek:

 “Talmud ve Hadis’i okumanızı öneririm. Mehmet Sait Toprak’ın kitabı… Kudüs İbrani Üniversitesi’nde bulunmuş. Talmud ile hadis mukayesesi yapmış.” (A.g.y., 10 Ağustos 2018)

“Tefsir çalışacakların, İbranice çalışması, Tevrat okuması gerekir.” (A.g.y., 13 Eylül 2019)

Zaten, Lakoz’a göre, Türkiye ile İsrail de birbirlerine çok benziyor. Cidden, şaka değil:

“Türkiye ile İsrail birbirlerine çok fazla benziyorlar. İkisi de çok siyasallaşmış. O kadar benziyoruz ki, anlatamam. Askeri bir millet olmamız falan, pek çok şey…” (A.g.y., 22 Nisan 2020)

Bu nedenle olsa gerek, Lakoz, Filistin ve Filistinlilerin kökeni hakkında da, İsrail’in resmi tezini benimsiyor. (A.g.y., 30 Ağustos 2019)

Dinlerarası, elbette ki, yalnızca Yahudilik ile sınırlı değil. Hristiyanlık da var:

Bilgiye karşı kalp durumu, tasavvufta sekr, onlarda vecd hali oluyor. Bunlarda da daire gibi dönülüyor. (A.g.y., 1 Kasım 2017)

İslam itikadına körü körüne bağlı olmanın çok da anlamlı olmadığını düşünüyor olmalı ki, Hristiyan filozof/ilahiyatçı Aziz Augustinus’tan alıntılar yapıp, onu pek beğendiğini belirttikten sonra, “Bizim itikadımıza uygunluğu açısından bakmıyorum” der. (A.g.y., 27 Aralık 2017)

İnsan-kâinat-kitap üçgeni de işlevsel ortak payda:

“İnsan-kâinat-kitap kadim Doğu düşüncesinde aynıdır. Bu düşünce daha sonra, Hz. İsa’nın Tanrı’nın simgesi olduğu anlayışına evrildi. Hadîs-i kudsî’de de, “Kur’an ile insan ikiz kardeştir” deniyor ya.” A.g.y., 18 Aralık 2019)

Ya vokal?:

“Ses ile aydınlanma; ezan sesi. Minare de zaten nur kökünden gelir. Ses ile aydınlanma Hristiyanlık’ta da aynı.” (A.g.y., 20 Kasım 2019)

Tintoretto’nun,  Aziz George ile Ejderha tablosu ile, Behzat’ın, Hz.Ali ile Ejderha minyatürünün karşılaştırılması da, dinlerarası diyaloğa elverişli bir malzeme sunuyor:

“Doğu’da da olsa, Batı’da da olsa, insan değişmiyor. Din çok büyük oranda benzerlik taşıyor. Ejderha, kötülüğü temsil ediyor: İnsan nefsi. Bu iki din büyüğü -Aziz George ve Hz.Ali- ejderha ile cisimleşmiş olan insan nefsine karşı bir mücadele içinde görünüyorlar.” (A.g.y., 16 Ağustos 2019)

“Hristiyanlarda da tespih var -rosary- 33 habbeli; İsa’nın 33 yaşında ölmesine işaret ile…” (A.g.y., 8 Nisan 2020)

Dağ imgesi de dinlerarası bir simge: Hz. Musa, Sina Dağı, Hz. İsa, Zeytin Dağı, Hz. Muhammed, Hira Dağı ile ilişkili. (A.g.y., 17 Ocak 2018)

Ayrıca, üç semavi din de tevhit ilkesine oturduğundan, Rönesans/Aydınlanma’nın dayattığı modernist, parça temelli anlayışa karşı dayanışma durumunda:

“[Akıl ve zekâ farkı] Akıl, tevhid, bütün ile ilgili. Arapça, bağlamak anlamlı… develeri birbirine bağlayan şey. Zekâ ise, İslâm, Yahudilik ve Hristiyanlık’ta parça ile ilişkilendirilmiştir. Cinlerin çok zeki ama akılsız oldukları tasavvuf geleneğimizdeki çok eserde vardır; tefsirlerde de belirtilir.” (A.g.y., 24 Ağustos 2018)

Dinlerarası diyalog temelini oluşturan etmenlerden birinin de zekâ karşıtlığı olduğunu öğrenince, tuhaf bir rahatlama duygusu yaşıyorsunuz; iyi ki zekâ cenneti bir toplum değilmişiz; cinlere çarpılırdık, maazallah!  

Öte yandan, dinlerin iç içeliği, geçişkenliği tam bir zenginlik göstergesi. Buna karşı durmayı, ortodoks tavırları, dinlerarası diyaloğa mesafeli tutumu yaşam zaten mahkûm ediyor.

Kanıt mı?:

“Endülüs’teki zenginlik… Başkent Cordoba’da dinler o derece iç içe girmiş ki, Kurtuba Camii kiliseye çevrilir ve adı Meskita Kilisesi [Mezquita Catedral] olur. Meskita, mescit demek. Yani, cami kilisesi. Bizde de Molla Gürânî Camii’nin adı Kilise Camii’dir. Hayatın önüne her tarafı çerçevelenmiş inanç geçirmeye çalıştıkça duvara tosluyoruz. Hayatın ortaya koyacağı sorunlara önceden cevap vermeyelim, hayata saygı gösterelim.” (A.g.y., 1 Haziran 2018)

Eh, cami de, kilise de, havra da “toplamak” anlamı taşıdığına göre (A.g.y., 23 Ağustos 2017), fazlaca kategorik düşünce ve tutumun anlamı olmamalı, değil mi ya?

Örneğin müzik. Dinlerarasılığın ne güzel bir tezahürü:

“Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’da çalgı dışlandı; üçünde de insan sesi temeldir: Davudi -kilise korosu- ezan. Havra da, kilise de, cami de cemaat demektir. Her üçünde de belli bir tarihe kadar enstrümana soğuk bakıldı. Çalgılar her üç dinde de dünyevi, insan sesi uhrevi, ilahidir.” (A.g.y., 20 Kasım 2019)

“Müziğin tabiat üzerinde etkisi ilk önce Tevrat’ta ifade edilmiş. Hz. Davut Aleyhisselam’ın -davudi ses- ilahileri çok önemli. Bu şiirler müzik ile okunur. Kral David, Davut’tur. Zebur’da bu ilahiler var. Zebur’da müzik övgüsü vardır. “Tevrat’ın tamamı müzikal bir katılımdır” der haham. Kur’an kâinat ve insan ile özdeştir. Kâinatın tamamında da müzik olduğuna göre… Tevrat’ı okumak yetmez, mutlaka musiki ile okumalı… Demek ki bize etki etmiş; İslam’da Kur’an kıraati müzikle okunur. [Yahudi dininin] onca yüzyıldan sonra bizde hâlâ etkisi var demek ki. Türkçede davudi ses ne demek?” (A.g.y., 22 Mart 2019)

Ayrıca, bu David rebab çalıp, insanları tedavi ediyormuş. (A.g.y.) Bizde de makamlarla tedavi var ya.

Yahu, müziğin islam ile ilişkisi zaten sorunlu, bir de Yahudilik, Tevrat, David filan… ortodoks islamcılar kıyameti kopartmasınlar?

Dur, o zaman, kronolojiden yardım isteyip, Bach’ı islami duyarlılığa alalım. Onlar bizden kopya çekmiş olsun. Nasıl olsa, dinlerarası diyalog zarar görmüyor:

“Bach’ın “Ich habe genug”u… Besteciliği ibadet içindi.” Ölmeden önce ölünüz” hadisindeki sırrı… “ich habe genug” gösterir. Gerçek din duygusu. Hristiyanlık, Müslümanlık fark etmez… Hristiyanlık’ta, İncil’de, “İlahi soluk”, Kur’an’da, “Allah Âdem’e nefesini üfledi”… (A.g.y., 3 Mayıs 2019)

Yine de, ortodoks islamcıların bu kadar diyaloğu fazla ve uygunsuz bulmayacaklarından emin misin?

Onlar İslam’ı yeterince anlamıyorlar. Şekle takılıyorlar. “Bana göre, İslam’ın iki vurgu noktası var: Allah’ı tanımak ve ölüm ötesi hayata [ahiret] hazırlanmak.” (A.g.y., 15 Şubat 2019)

Tamam da, bu kadarı diğer dinlerde de aynı zaten.

Tamam işte, biz de boşuna dinlerarası diyalog deyip durmuyoruz… Örneğin, matbaaya karşı çıkmak. Her iki dinde de aynı. Çok da mantıklı.

Matbaaya karşı çıkmak mı mantıklı?

Elbette. Ezber çok önemlidir. İmam Gazali kitapları ezberlerdi. İmam Serahsi (Muhammed es-Serahsî) çok büyük alim. Kuyuya hapsedilmiş. Onlarca ciltlik eseri, öğrencilerine kuyudan söyleyerek yazdırmış. İşte, ezberin yararı. (A.g.y., 14 Temmuz 2021)

Peki, bunun matbaa ile ilişkisi nedir?

Kitabı basarsan, kimse ezber etmez olur. O bilgi de senin olmaz; nesne olur. O zaman da sen özne olursun. Özne/nesne ilişkisi bozulunca da tevhit çiğnenmiş olur. Dinen caiz değildir.

Vallahi anlamadım!

Çok basit:

“Hafızlar Kur’an’ı ezberlerler. Yazı yaygınlaştıkça Kur’an bu kez yazıya aktarıldı. Sokrates yazının çok tehlikeli olduğunu söyler. Bilgi kâğıda dökülünce nesne olur. İnsan da nesne üzerinde işlem yapan özne olur. Böylece, özne/nesne ayrışır. Özne nesneye her türlü zararı verebilir… İnsan özne değildir, hatta nesnedir… Kilisenin matbaaya karşı çıkması, temelde, bilginin nesneleşmesine karşı çıkması demektir. Yoksa, aman herkes İncil’i okuyup öğrenecek kaygısı ile değil. Sözlü kültür karşısında yazılı kültürün egemen olmasından duyulan kaygı dolayısıyladır.” (A.g.y.)

Ama bu…

Aması falan yok! Kalanını savcıya anlatırsın…

Lakoz pergeli o kadar açar ki, Antik Yunan ve Roma felsefesi/ilahiyatı ile İslam arasındaki benzerliklere (A.g.y., 3 Ağustos, 7,14 Aralık  2018, 22 Şubat, 1 Mart, 26 Nisan, 11, 18 Aralık 2019, 2 Haziran 2021) sağlam bir vurgu yapabilmek için, kesin hükme başvurur:

“Yunan’ı anlamadan, İslam anlaşılmaz.” (A.g.y., 3 Ağustos 2018)

Dinlerarasının alanı genişleyince, örneğin, Platon’a “rahmet” dilediği gibi (A.g.y., 22 Mart 2019) -İslam’da rahmet yalnızca Müslümanlara dilenir- Sokrates’e de peygamber kimliği vermek Allah’ın emri olur:

“İslâm ilim irfan geleneğinde, Sokrates’in peygamber olduğu da hep yazılmıştır.” (A.g.y., 17 Ağustos 2018)

Peki, Buda’yı dışarıda bırakmak ne derece doğru?:

“Hz. Buda da denebilir. Peygamber olduğu yönünde ulema arasında görüşler de vardır. Tin suresinde geçen “İncir”in, Buda’yı ifade ettiğini yazanlar olmuştur… Buda incir ağacının altında aydınlanıyor [da] (A.g.y., 25 Aralık 2019)

Ama, dinlerarası bağlamında, fantezilerdeki sıralamaya girmesinde bile kolaylık bulunmayan bir düşünsel yaklaşımın, Halikarnas Balıkçısı adına bağlı İyonya/Yunan karşıtlığı ya da Anadoluculuk akımının, günün birinde, islamcı Lakoz gibi birinin ağzında dinlerarası diyalog kapısının anahtarlarından birine dönüşmesi de az buz şaşırtıcı sayılmamalı:

Dini, milleti bir kenara bırakıp, önce Anadolu insanı olmalı. Bu topraklardaki bütün kültürü, birikimi kendimize ait kabul etme bilincine ulaşmalıyız… Dil, din, millet mensubiyetinden uzak Anadolululuk bilinci olmalıdır.” (A.g.y., 23 Eylül 2020)

“İslâm da, Hristiyanlık da Anadolu’da farklı olmuştur.” (A.g.y., 30 Eylül 2020)

Sözü edilen “Anadolu”nun, doğu bölgelerini içermediğini (Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu) hemen belirttikten sonra, Müslümanlık ve Hristiyanlık kimliklerinin geçişkenliğini sağlayacak bir ümmet şemsiyesi olarak tasarlanan Anadolululuk’un, neoliberal döneme epey uygun bir kaba döküldüğü gözlerden kaçmıyor.

Kendi cenahından gelecek, “Kafayı mı yedin, bu ne biçim mantık?” eleştirilerine karşı, Lakoz Bertan’ın oturaklı bir kozu var: Fatih Sultan Mehmet.

İstanbul’un kuşatılması sırasında, Fatih, Papa’nın Bizans’a yardım gönderdiğini öğrenince, oturup ona bir mektup yazar. Roma’nın Eneas’ın (Troya) soyundan olup, bunun Yunan’a (Agamemnon) karşı olmak anlamına geldiğini vurgular; ardından da, annesinin Trak, yani, tıpkı Papa gibi, Eneas’ın soyundan geldiğini, Bizans’ın ise, Yunan olduğunu, dolayısıyla, Papa sıfatıyla, Bizans’a değil de, Osmanlı’ya yardım etmesi gerektiğinin altını çizer. (A.g.y., 9 Eylül 2020)

Artık, Papa mektubu okudu da, tarih bilgisinin kıtlığından iplemedi mi, yoksa, mektubu adama mı göstermediler, yahut mektup çok mu geç gitti, bilinmez. Bilinen, sonucun değişmediği. Kim bilir, belki de, 1998’de, Papa’nın Fethullah Gülen ile Vatikan’da görüşüp, onun dinler ve medeniyetler arası diyalog çalışmalarını takdir ettiğini söylemesi, Fatih’in mektubundan bu yana geçmiş 546 yıllık bir gecikmenin özrü anlamındadır.

Hazır Troya demişken, Antik Yunan-İslam benzerliğine hatırlı bir örnek verelim:

“Tanrılar dünyaya müdahale ediyorlar mı? İlyada’da, Apollon’un Yunan ordusunu yok etmesi var. Akhilleus’u öldürür. Kur’an’da da, Bedir Savaşı’nda melekler vardı deniyor… Hermes, Hz.İdris ile eş denmiştir. İdris, Hermes’ten geliyor.” (A.g.y., 1 Mart 2019)

“İlyada’da Apollon Troya’yı destekler. Yahudi ilahiyatı, Hz. Musa’nın, Sina Dağı’nda Tanrı ile konuşması üzerine kuruludur… İslam ilahiyatı açısından da [aynıdır]: Bedir Savaşı’nda, meleklerin ilk Müslümanlara, Asab-ı Bedr, destek olmaları…” (A.g.y., 26 Nisan 2019)

Tesadüf işte; Şerbetçi Hasan da, islami oratoryosu Troya’dan Çanakkale’ye’de Homeros ile Mehmet Akif’i yan yana getirmişti. İçine doğmuş olmalı.

Son nokta; ortodoks islamcılar, Peygamber’in adını andıklarında, mutlaka, Sallallâhü Aleyhi ve Sellem (SAV), Aleyhisselâtü vesselâm (AS) vb. derler. Dinlerarası diyalogçuların Peygamber vurgusundan kaçındıkları yazıldı çizildi. Bizim Lakoz da, 30 Aralık 2020 tarihli programa kadar, Peygamber’in adını defalarca anmasına karşın, yukarıdaki resmi ekleri hiç kullanmıyor. 30 Aralık’ta ise, Aleyhisselâtü vesselâm’ı ekliyor ve ondan sonraki bütün programlarda eksiz konuşmuyor.

Neden?

Bu tarihte, Menzil tarikatına yakınlığı ile bilinen Serdar Tuncer’in My Mecra adlı kanalında program yapacağı kesinleşiyor da ondan. Menzil’cilerin dinlerarası diyalogçu olmadıkları sır değil. İşin Sinan ile ilgisine ise aşağıda değinelim.

Ilgıt ılgıt kurulum derken…

Kurulum sürecinin kültürel mantığının, islamcı kültür simge ve etmenlerini, Laik Cumhuriyet’inkilerin yanına yerleştirerek (cohabitation) meşrulaştırmak olduğunu belirtmiştik. Lakoz Bertan opera-baleye sızdırıldığı için, ilk adımda, başta alaturka, caz, pop, arabesk vb. tüm müzik türlerini değer skalasında eşitlemek suretiyle, klasik Batı müziğinin tarihsel anlam ve önemini seyreltmeye yönelir. Yukarıda örneklerini verdik. Ancak, islamcılar için sorunun müzik ile sınırlı olmadığını, hatta, müziğin yalnızca bir atlama taşı olarak kullanıldığını anımsatalım. Gerçek hedefleri Laik Cumhuriyet ve dayandığı kültürel temeldir.

Lakoz da bu işe koşulanlardan olduğu için, temelden başlar: Rönesans/Aydınlanma/Modernizm düşmanlığı. Bunu da, dinsel tevhit anlayışına yaslar:

“Tarih ileri doğru seyir izlemiyor; ontolojik, varoluşsal açıdan geriye gidiyoruz. Modernizm her şeyi parçaladı, güzelliğin bütünde değil de, parçada olduğuna bizi inandırdı.” (A.g.y., 1 Mart 2017)

“Modernizm öncesi kültürlerin, arkaik kültürlerin insanı hayrete düşürecek ölçüde bütünsel [tevhidi] bir dünya görüşü vardır. Aydınlanma felsefesinin insana empoze ettiği, geçmiş kültürlerin bilimden kopuk olduğu, eski insanların sadece boş inançlarla yaşadığı düşüncesi yarı yarıya yalandır. Aydınlanma bu yolla kendi inancını bütün dünyaya hakim kılma amacında idi.” (A.g.y., 19 Temmuz 2017)

“Modernite ile din kovulunca, onun yerine başka soyut kavramlar geçirildi: Kul yerine birey, din yerine akıl, hesap günü yerine vicdan. Bu düşünce çerçevesi çok yaygınlaştı Türkiye’de.” (A.g.y., 31 Ağustos 2018)

İyi hoş da, tevhidi temsil eden ümmet yerine millet, kul yerine birey, din yerine akıl, hesap günü yerine vicdanın geçmesi kötü oldu, Laik Cumhuriyet’in böyle bir kültür temeline oturtulması yanlıştır, falan diye açık açık söylenmesi, hem kurulum’un mantığına -cohabitation-hem de opera-bale gibi, kültürel genetiği laik cumhuriyetçi olan bir alana uygun düşmez.

Hımm… Haklısın. Ama dert değil; Lakoz hemen düzeltebilir:

“Moderniteyi eleştirmek Türkiye’de çok komik. Hiç sıcak bakmıyorum.” (A.g.y., 3 Ocak 2018)

“Türkiye’de bilimi, aklı küçümseyen bir tavır da var. Bu çok yanlış… Ben şimdi size, rasyonalizmi, modernizmi eleştiren kısa bir giriş yaptım. Ama tam tersi görüşleri içeren bir kitap dahi yazabilirim… Neden illaki bir sonuca varmak zorundayız?” (A.g.y., 27 Temmuz 2018)

Bak, bu kıkırdak dansını kimse ciddiye almaz…

Laikçiler gibi konuşuyorsun, hâlâ anlamıyorsun; mesele “ciddiye almak” değil, “sipariş almak”. O işler “eski Türkiye”de kaldı. Bizim Lakoz Sinan siparişini nasıl kaptı sanıyorsun?

Nasıl?

Kurala uyarak. Yani, dinsel/muhafazakâr kültür simge ve unsurlarını, laik cumhuriyetçi aynada rehabilite ederek.

Olamaz ki…

Burası Türkiye; her şey olur… Gel bak, Lakoz’umuz nasıl yapıyor:

“Dini inanç, sanat ve bilim ile benzerdir. Üçünde de akletme değil, hayal etme esastır. Osmanlı’da, Endülüs’te din, sanat, bilim arasındaki akrabalık budur.” (A.g.y., 5 Temmuz 2017)

Din, sanat ve bilim… Neden ayrışıp, karşıt kutuplarda olsunlar ki? Al sana harika bir tevhit, bütünlük örneği..!

Adama gülerler; din ile diğerlerinin ilişkisi yüzyıllar önce sonuca bağlanmış bir konudur. Hele din ile bilimin yan yana gelmesinin hiçbir olanağı yok. Ama, tersini savlayacak biri için bile, kanıt en azından Osmanlı olamaz. Zira Osmanlı’da bilim falan yok ki. Sanat desen, zaten çok sınırlı bir alanda; dinin izin verdiği ölçüde. Boşuna geri kalıp, batmadı…

Laik Cumhuriyet senin aklını esir almış! Dinle de öğren:

“Biz bir cihan medeniyetiydik. Ben hâlâ da öyle olduğumuza inanıyorum. Mesela, Rahmaninov’un adı; bizim, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerinde okuduğumuz el-esma’ül hüsna’da Rahman vardır; oradan.[Ayrıca], Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operasındaki saray [da] Osmanlı sarayı.” (A.g.y., 15 Şubat 2017)

“Osmanlı İmparatorluğu’nda, bugünkü Fransa, Amerika, Almanya’da olduğu gibi, sanat zirve yapmış. Zenginlikten dolayı. Sanat, zengin toplumlarda oluyor.” (A.g.y., 22 Şubat 2017)

“Sanat Osmanlı’da Saray’da yapılıyordu… Sanat zengin sınıfın işidir. Divan Edebiyatı’nın aşırı soyutluğu bir zenginliğin sonucudur. Bunu, yokluğun olduğu yerde, köyde yapamazsınız.” (A.g.y., 13 Eylül 2017)

“Türkiye’de mimari olduğunu düşünmüyorum. Osmanlı’da mimari neden çok yüksekti? Çünkü artı-değer vardı, zenginlik vardı. Osmanlı 50 yıl hiçbir şey üretmese, kasada yiyeceği parası vardı. Tabii, bu durumda, sanata, bedii zevklere yöneliyorsunuz. Bugünkü Türkiye’de bunlara yönelme imkânı var mı?” (A.g.y., 17 Ocak 2018)

“Ortaçağ karanlıktır. Umberto Eco kusura bakmasın ama, milyonlarca kadın cadı diye yakılıyorsa… İşkencehaneler hâlâ müze olarak tutuluyor. Osmanlı ile kıyaslandığında arada çok büyük fark var. Osmanlı çok ileri; bizde böyle işkenceler falan yok… Ortaçağ Avrupası’nda kasvet var… O dönem Osmanlı’sında öyle bir dünya yok; tertemiz, beyaz, ışıklı…” (A.g.y., 4 Mayıs 2018)

“Osmanlı padişahları operaya ilgi duymuşlar, sık sık getirtmişlerdir… Bu, bizde bir opera geleneği olduğunu gösteriyor.” (A.g.y., 29 Mart 2017)

“Avrupa’daki krallar ancak Osmanlı’daki bürokratlarla görüşürlerdi. Sadrazamla bile görüşemezlerdi.” (A.g.y., 7 Şubat 2018)

Gördün mü?

Senin Lakoz Osmanlı’yı ya Kuran kursundan, ya da Malkoçoğlu tefrikalarından biliyor. Neyse, konu bu değil, şu: Bunları söylerse, laik cumhuriyetçi zeminlere sızamaz. O zaman da kurulum sürecinin dışında kalır.

Bizim Lakoz’u hafife alıyorsun. Risk ufukta belirdi mi, kerata hemen poliçeyi keser, dengeyi kurar. Örneğin, laik cumhuriyetçilerin saplantısı batılılaşma, değil mi?:

“Osmanlı İmparatorluğu tamamen Batı imparatorluğudur.” (A.g.y., 23 Kasım 2018)

“Osmanlı geç dönem Roma’sıdır.” (A.g.y.,14 Aralık 2018)

“Osmanlı kültürünü Yunan kültürü olmadan düşünmek mümkün değildir.” (A.g.y., 4 Ekim 2017)

“Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığı anda, zaten kendini İstanbullu görüyordu. Burada, önceki kültür onun için yabancı değildi…[Bu nedenle] Osmanlı’da İstanbul’un fethi kutlanmazdı. Çünkü kutlarsanız, size ait olmadığını kabul etmiş olursunuz. Heredot, Homeros Yunanca yazmış olsalar da bizim vatandaşlarımızdır… Bizim uygarlığımız İyonya…” (A.g.y., 29 Mart 2017)

İyi de, Osmanlı hayranlığı laik cumhuriyet anlayışı ile güçlü bir doku uyuşmazlığı taşır. Bu çözülemez ki; tarihi düzelterek, yeniden yaşamak gerekir.

Sen öyle san! Çözüm basit: Savunduğunun tersini de savun, olsun bitsin:

“Osmanlı’yı da aşırı kutsallaştırmaya gerek yok.” (A.g.y., 4 Mayıs 2018)

“Karlofça’dan [1699] sonra sürekli toprak kaybetmek, tasallut altında bulunan değerler vb. kapalı, dünyadan kopuk bir topluma, o da şizofreniye yol açtı… İnsanların kimliklerini rahatça ortaya koyabildikleri bir ülke olmadı; tarih boyunca insanlar hep korktular, kendilerini gizlediler. Kimse kimseye güvenmedi, paranoya oluştu. Şizofreninin nedeni bu.” (A.g.y., 12 Temmuz 2017)

“1699 Karlofça sonrası başlayan toprak kaybı, [Osmanlı’da] içe kapanma, şizofreni doğurdu. “En azından dini kurtaralım” [anlayışı yerleşti]. Osmanlı’nın parlak döneminde, İslam dininin hayat ile ciddi irtibatı vardı. 1699 travması ile, imandan ve inançtan da şüphe edilir oldu. Ahkâm, Nas, Zâhir’in kurtarılması çabasına girildiği için, dinin hayatla irtibatlandırılması meselesi geride kaldı.” (A.g.y., 15 Şubat 2019)

“[İslam’da heykel yasağı nedeniyle, 1536’da idam edilen sadrazam İbrahim Paşa hakkında] Heykel diktirdiği için İbrahim Paşa’nın kellesi gitti.” (A.g.y., 27 Eylül 2019)

“Artemis Tapınağı için Almanlar Sultan Hamid’e, “ağırlığınca altın verelim, tapınağı bize versin” derler. Abdülhamid, “Memalik-i Osmaniye’de taş mı kalmadı, alın sizin olsun”der. Tabii, Artemis Tapınağını muhtemelen pagan sembolü olarak görüyor, dini inancı gereği böyle söylüyor. Tarihi eserlerin önemi var. Bu ülke bu kadar sahipsiz olmamalı.” (A.g.y., 11 Ekim 2019)

“Şimdi Türkiye’de bir Osmanlıcılık modası var.” (A.g.y., 29 Nisan 2020)

Yüce Osmanlı’dan, şizofrenik, din-hayat bağını koparmış Osmanlı’ya, ecdat Osmanlı’dan, moda Osmanlı’ya, sanatın zirvesi Osmanlı’dan, sanat düşmanı Osmanlı’ya, ulu hakan Abdülhamid Han’dan, sorumsuz, rüşvetsever Abdülhamid’e geçiş, gördüğün gibi, gayet kolay olabiliyor.

Peki, Osmanlı saray kültüründe var olduğunu söylediği opera geleneğine ne demeli? Hem hayali, hem de Laik Cumhuriyet kumaşına uygun değil.

Onu halletmek en kolayı. Laik Cumhuriyet “ille de halk kültürü/folklor” diye tutturmamış mıydı? Operayı folklor ile de ilişkilendirirsin olur biter:

“Genetik kodlarımıza gelince; Çayda Çıra, bana öyle geliyor ki, dansın, koreografinin, bir anlamda, konunun ve müziğin olduğu bir yapı. Aslında her şey operaya uygun. Zaten türküler de böyle değil mi? Bir konu vardır, bir de müzik.” (A.g.y., 29 Mart 2017)

“Çayda Çıra bizde operanın temellerinin çok eskiden beri var olduğunu gösteriyor.” (A.g.y., 19 Nisan 2017)

Haydaa! Çayda Çıra ile operanın ilgisi ne?

Ferit Tüzün’den daha mı iyi bileceksin?

Ferit Tüzün Çayda Çıra’dan opera yapmadı ki.

Ama Lakoz kardeşimiz Ferit Tüzün-opera-Çayda Çıra üçgenini kuruyor. Müzik doktoru. İlim irfan sahibi:

“Ferit Tüzün’ün müziğinde diğerlerinde olmayan renk, duyumsallık var. [Onu] ayrı bir yere koyarım. Müziğinde İstanbul havası vardır. Kınalıada’da büyümüş, sonra Ankara’ya gelmiş. Çayda Çıra bizde operanın temellerinin çok eskiden beri var olduğunu gösteriyor.” (A.g.y)

Yahu, bu işler yedek parçacıda mal kakalamaya benzemez. Tarihsel sınır hatları vardır, üzerlerinden gelişigüzel atlanamaz. Entelektüel görgüsüzlük olur. Kimse ciddiye almaz.

Ama sipariş aldırır… Sinan librettosu kaç para biliyor musun?!

Diyalektik adlı sigorta

Kurulum, dinlerarası, sipariş vb… Hepsine eyvallah da, “şimdi söylediğim de, birazdan söyleyeceğim tersi de doğrudur”, dedin mi, hangi koşulda olursa olsun, adama teneke bağlarlar, kıkırdak omurgalı derler.

Ama bizim Lakoz sade suya değil ki, akıllı, doktor da; işi sağlama bağladı.

Nasıl?

Felsefi bir altyapıyla. Ne de olsa, feylesof kumaşına sahip:

“Hayat zaten zıtların birliği, varlığı üzerinedir… Doğru olan bir şeyin karşıtı da doğru olabilir.” (A.g.y., 18 Ekim 2017)

“İnsanlar karşıtları, birbirine ters, düşman gibi algılarlar. Ama karşıtlar bir bütün oluştururlar ve biri olmadan diğeri de olmaz. Ehl-i irfan ne demiş? “Bir şey ancak karşıtı ile bilinir.”  Yani, karşıtlardan biri doğruysa, öteki yanlış değildir. Bir şey doğruysa, karşıtı da doğru olabilir. Zira bir şey aynı anda karşıtıdır da.” (A.g.y., 3 Ağustos 2018)

“Karşıtları birbirinin karşısına koyma yanlışlığı [yapılıyor]. [Oysa] karşıtların birliği esastır.” (A.g.y., 20 Mayıs 2020)

Aaa, ama bu, diyalektik yönteme yarım elma göz süzmek. Tamam, eğip bükmüş, islamcı kurulum cenderesine sokmaya çalışmış ama, bir adım sonrası materyalizm olabilir. Diyalektik materyalizm dedin mi de, marksizme ve Sovyetler Birliği’ne yol çok kısalır; bir islamcı için günahların en büyüğü. Artık, o kadarını da göze alamaz canım!

Yanılıyorsun. Bizim Lakoz’un celebrity/sipariş için yapmayacağı şey yoktur. Maaşallah, vaşak gibidir; şimdi burada, kafanı çevir karşıda. Opera-balenin Laik Cumhuriyet’in nüfusuna kayıtlı olduğunu biliyor. İlerici/solcu ayaklara yatmadan orada iş yapılamayacağının farkında. Bakma, Dâhi Selman’a kandı, Şeyh Rengim Gökmen’in tarikatına giremedi. Neyse ki, kankişi Taviş sayesinde Şeyh’in nurundan son anda sebeplenebildi.

Bir o yana, bir bu yana yatma şaşkın…

Lakoz Bertan diyalektik yöntemin, “zıtların birliği” ilkesini kurulum’un cohabitation düsturuna felsefi yakıt yapınca, birbirleriyle temasları tarihsel kısa devreye yol açacak herkes ve her şeyi aynı ipe diziverir. Bu durumda, kazananın her zaman gerici, muhafazakâr ayak olacağını söylemeye gerek var mı?:

“İslam’da daire sembolizmi [vardır]. Dairede başlangıç yok, her nokta eşit... İlim/irfan farkı çok açıktır. İlim, bilmek, irfan, tanımaktır. Allah’ın isimleri içinde âlim vardır -her şeyi bilir- ama ârif yoktur;insana özgü irfan demektir. Daire, irfanı da karşılar; köşeli değil, sivri değil. Gençlikte hepimiz dünyayı değiştirebileceğimizi düşünürüz, çok sivri konuşuruz, köşeliyizdir, karşıtı kabul etmeyiz. Oysaki karşıtlığı kabul etmek olgunluk göstergesidir. Dairenin en yakın noktaları, aynı zamanda en uzak noktalarıdır, karşıt noktalardır. Zıtların birliğinin çok güzel bir sembolü. Olgunluğun da.” (A.g.y., 1 Kasım 2017)

Bizler basit kavrayışlı faniler olduğumuzdan, ancak basit örneklerle anlayabiliyoruz; soralım: Zıtların yan yanalığını kabul etmek irfan gereği olduğuna göre, laiklik ve şeriat türü, biri varken diğerinin olamayacağı zıt kutupların birliği nasıl sağlanır?

O da iş mi?! Önce iktidara şeriatçılar getirilir. Sonrası kendiliğinden sağlanır.

Nasıl?

Böyle bir sorun gerçekte yok, naylon dersin, olur biter:

“Türkiye’de dini olan ile seküler olan arasında bir tartışma var. Ben bunun yapay olduğunu düşünüyorum.” (A.g.y., 3 Ocak 2018)

“Dindar-seküler, modern-muhafazakâr tartışması… boş ve yanıltıcıdır.” (A.g.y., 3 Ağustos 2018)

Peki, din ile bilim ters düştüğünde?

O daha da basit:

“Burada bir sorun, çelişki yok. Dinler ilerlemeyi hedef koymazlar. Bu bakış açısı modernizmle karşıttır. Zaten dünyanın ilerlemediği önermesini ortaya koyan bir inanç sistemine, sen ilerlemeye manisin, demek çok anlamlı değil.” (A.g.y., 14 Nisan 2018)

Ayrıca, “Dindeki “tevhid”, bilimde ve felsefedeki evrensel bağıntılılık ilkesidir. Bunu anlamadan hiçbir şey anlaşılamaz.” (A.g.y., 18 Mayıs 2018)

Kaldı ki, bilim ile din artık karşıt da değil. O eskidendi. Şimdi “modern bilim” var. Barıştılar:

“İslam’da organik/inorganik ayrımı yok. Modern bilimde de bu ayrım yok. Peygamberimiz [bu nedenle] eşyasına isim verirdi. Tasavvufta yıldızlar canlı olmanın ötesinde, doğrudan melektir de. İbn-i Sînâ da, güneşin canlı olduğunu düşünürdü.” (A.g.y., 13 Eylül, 11 Aralık 2019).

Ama yaşanan, bu dediklerine hiç benzemiyor. Hem bugün, hem yakın, hem de uzak geçmişte yer alan dinci-laik, din-bilim karşıtlığı, sonuçlarıyla beraber çok derin bir tarihsel yarığa işaret ediyor.

Bırak bu boş şeyleri! Hiçbiri önemli değil. Bidon işler! Çok daha temel konular, iliğe dokunan gerçekler var.

Örneğin?

İlham şeytani midir, yoksa rahmani mi? Ya da, insan birden fazla evlilik yaptıysa, ahirette hangi eşiyle birlikte olacak? Veya, Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin, “Cünüblük halindeki kıyafetlerinizi bir daha giymeyin, dışarı çıkarıp yakın” demesinin arkasında yatan derin ontolojik gerçek nedir? Ya, Fetih hali neye denir?..

Şey… Bunlar, hem her birimiz, hem de DOB açısından mutlaka çok önemli konular olmalı. Ama dedim ya, ben sıradan bir faniyim; cehaletimi bağışla. Erbabına sormalı.

O halde, opera-bale sanatımızın saygın ismi, “sosyal bilim doktoru” müzikolog Lakoz Bertan’ımıza kulak ver ve olabildiğince istifade et:

“İlham, şeytani değil, rahmani bir hakikattir. Şamanın cini olurdu. Oysa cin değil; rahmanidir o.” (A.g.y.,6 Ocak 2021)

“Hz. Musa on emri alıp döndüğünde yüzünü nur kaplamış -nur hem iman, hem güç, hem ilimdir- Hz.Musa’nın hanımı ona çok düşkün olmuş ve ona demiş ki, “Ben ölünce seninle mi birlikte olacağım?” Hz.Musa da, “Ben ölünce evlenme” demiş. Yani, ahirette, en son evlendiğin ile birlikte olacaksın.” (A.g.y.)

“Muhyiddin Arabî Hazretleri [bunu] senin benim gibi insanlara değil, kendi talebelerine, bunları anlayacak seviyedekileri söylemiştir. Tasavvufta çok ileri seviyelere gelmiş müridlerine söylüyor. Peygamberin kendisi cevâmiu’l-kelim özelliğe sahipti. Yani, bir sözle pek çok mana ifade edebilme. Sadreddin Konevî’nin, Kırk Hadis-i Şerif Şerhi’ni öneririm. Çok ilginç şeyler bulursunuz.” (A.g.y.)

“Tasavvufta fetih hali, vehbi durum. Yalnızca Allah’ın lütfu ile olur; velayet makamının en üst noktası. Yani, daha yaşarken ruhun bedenden çıkması. Ruh bedeni terk edince, karşılaştığı yaşamdan öyle bir zevk alıyor ki, geri dönmek istemiyor… Beden kayıtlarından kurtulmanın verdiği zevk, mutluluk…” (A.g.y., 22 Mart 2019)

“Ruhun rezonansa geçerek bedenden çıkması… Fetih hali. Bu makam çalışmakla kazanılabilecek bir makam değildir. Allah’ın bir lütfu olarak insanın muttali olduğu bir makamdır. Yani, kesbî değil, vehbî bir durum. Fetih halinde, insanın ruhu bedenini terk eder. Bunun zevki çok büyük olurmuş. Bunu yaşayanların bir kısmı, aldığı zevkten dolayı, bedenlerine geri dönmeyi istemezlermiş. Tabii, bu durumda, insan ölümü reel anlamda tatmış oluyor. “Her canlı ölümü tadacaktır” ayetinin anlam katmanları arasında bu da var diye düşünüyorum… O güzellikleri yaşayıp, bir de bu dünyaya dönüyorsun tekrar, bu hayata. İşte, onu başarabilmek mesele…” (A.g.y., 28 Mart 2018)

Lakoz Bertan radyoda bizleri bir yandan bu denli önemli ve yaşamsal bilgiler ile donatırken, diğer yandan kurulum mantığı gereği, zıtları yan yana getirmeye çalışıp durur. Aman, her tarafa yaranayım, dedikçe de, zavallı taşra enteli epey komik hallere düşer:

“Cumhuriyet döneminde sanatçı devletçe korunmaya çalışılmış, ama bu yapıldıkça, sanat yerlerde sürünmeye başlamış. Oysa dünyada tam tersi. Yani, serbest pazarın acımasız çarkları içine atılan sanatçı bu koşullarda olduğu için sanat yükselmiş.” (A.g.y., 18 Ekim 2017)

Ama laik cumhuriyetçiler çok kızacak; hele DOB’dakiler.

Anında düzeltme:

“Ama Türkiye’de pazar yok. Devlet şemsiyesi çekilse ne olacak? İşte, Batı’da doğru olan, bizde değil.” (A.g.y.)

Ya, klasik Türk musikisi?:

“Cumhuriyet olmasaydı da klasik Türk musikisi gerileyecekti.” (A.g.y., 23 Aralık 2020)

Aman dikkat; muhafazakârları çileden çıkarma riski var…

Tamam. İlacı derhal geliyor:

“Yaşam koşulları ortadan kalkınca, sosyo-ekonomik yapı değişince, cumhuriyet ile birlikte, klasik Türk musikisinin yaşama kanalları kurutulmuş oluyor tamamen. Adeta müzik ortadan kalkmış, zemini kalmamış. Batı’da öyle değil; tavır farklılaşmış -Beethoven/Boulez-ama gelenek aynı.” (A.g.y., 30 Aralık 2020)

Ödüller konusu başlıbaşına bir sorun, kanayan yaramız. Lakoz hiç uygun bulmuyor:

“Ödül saçmadır. Edebiyatçı zaten eserleriyle topluma ödül verir. Sen ona ne ödülü vereceksin?! Yaşar Kemal müthiş; Yer Demir Gök Bakır’ı yarıda bıraktım, bu kitap bitmemeli dedim. Kıyamadım. Bu zevki daha sonraya rezerve etmeliyim dedim. Sen kimsin de ona ödül veriyorsun?!” (A.g.y., 20 Ocak 2021)

Sözünü ettiği ödül, 2008’de, Ergenekon sürecinde, laik cumhuriyetçi kesimin gazını almak için Yaşar Kemal’e, FETÖ’nün takdir ettiği Abdullah Gül tarafından verilen, ve Yaşar Kemal’inde koşa koşa gidip alma çiğliğini gösterdiği, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’dür.

Yaşar Kemal’e islamcı ödül. O utanmadı; biz utanalım…

Lakoz, Sinan siparişinin aynı makam tarafından kendisine verildiğini anımsayınca, pot kırdığını, gelecekte de güzel ödüllerin ve siparişlerin adayı olabilmenin böyle eleştirilerden geçmediğini anında fark edip, diyalektik zannettiğine sığınır:

“Sakın yanlış anlaşılmasın; devleti kastetmiyorum. Bir görüşün karşıtını ortaya koymak, o görüşün yanlış olduğunu göstermez. Ben ödüller konusunda tersini de söyleyebilirim. Ödüllerin çok yararlı yönleri var.” (A.g.y.)

Lakoz Bertan’ın ürkek kişiliği ile kurulum refleksinin “herkese mavi boncuk” politikası o derece örtüşüyor ki, iticiliğin ötesinde, eğlenceli görüntüler de ortaya çıkabiliyor. Bunlardan biri şeytan konusu:

“Ukalalık ile cehalet arasında doğrudan ilişki var. Hz. Adem ile İblis arasındaki ilişki gibi. Allah buyuruyor ki, secde edin. İblis. “Ben etmem” diyor. “Neden?” “Onu çamurdan, beni ateşten yarattın; ben daha üstünüm” diyor. İblis’i kibre iten şey, kıymet denen kavramın, yaratılan madde ile ilgili olduğunu zannetmesi. İlmi yetmemiş oldu. Yani, cehaleti ile kibri ilişkili oldu.” (A.g.y., 28 Mart 2018)

İblis’e cahil, kibirli, ukala, hırslı, karamsar, aceleci, parçacı, akıllı değil, zeki falan diye saydırdıktan sonra, “Yahu, saydırdık ama, ya yarın öbür gün işimiz düşerse?” demiş olacak ki, gereğini aksatmıyor:

“İlginç bir şey söyleyeceğim size: [İblis secde etmeyi reddettiğinde] mülhime nefs mertebesindeydi. Mülhime nefs veli seviyesidir. Yani, şeytana taş atarken haddini bileceksin…” (A.g.y., 24 Ağustos 2018)

Sizin Lakoz, diyalektiği, islamcı ağızların pek sevdiği ayrıştırmak/ötekileştirmek türünden liberal içerikli anlam alanlarının panzehiri sandığından, kurulum’un da başarı koşullarından saydığı konsensüsün gerekli olduğunu düşünüyor.

Peki, bu konsensüs hangi konuda olacak?

Elbette, dini simgeler konusunda:

“Eskiden köylerde birine yaşını sorduğunda, 63’ten fazlaysa -peygamberin öldüğü yaş- “haddi aştık” dermiş. Ben de tanık oldum. Ateist bile olsan, saygı göstereceksin; konsensüs gerek bazı şeylerde… Akıllı olalım, kavga etmeyelim. Konsensüs gerek. Keskin ideolojik söylemlerin ne anlamı var? Hz. Muhammed, Hz. Ali demeli. Hazret dememek anlamlı değil; desen ne olur yani?” (A.g.y., 23 Kasım 2018)

Konsensüsümüzü sağladıktan sonra, uygulama örneklerine geçebiliriz. Laik/ilerici, hatta doğrudan soldaki simge ve değerleri, konsensüs gereği, mutlaka islamcı/muhafazakâr/gerici etmen ve kategoriler fonunda anlamlandırmamız bütünüyle meşru sayılır.

İşte birkaç örnek:

“Yol ve yolculuk teması… Hz. İbrahim emir aldı: “Baba ocağını terk et, sana göstereceğim memlekete git.” Muhyiddin ibnü’l Arabî Hazretleri, “Bil ki, Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları âdemden vücuda çıkardığından beri, insanlar yolcu olma özelliklerini hiç bırakmamışlardır” der… Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de tekâmül sürecini de bir yolculuk olarak tanımlıyor… Yılmaz Güney’in Yol filmi de yolda geçer.” (A.g.y., 29 Kasım 2017, 25 Aralık 2019)

1951 TKP davasında ceza almış ve bu nedenle devlet operasından atılmış olan Ruhi Su’nun, cezaevine sevkedilirken, Hasan Dağı’na bakarak bestelemiş olduğu, Türkiye solunun müzikal belleğinde anlamlı bir yere sahip Hasan Dağı türküsünü, Ruhi Su’dan dinlettiği program:

“Ruhi Su’nun siyasal bir yaklaşımı da var. Solculuk meseleleri. O tarihlerde sağ-sol çatışmaları yoğun. Bağlamayı çalış tarzı ve söyleme biçimi, üslubu son derece orijinaldir, kendine hastır, hatta benzeri yoktur, diyebilirim. Aslen opera şarkıcısıdır. Bas bariton. 1942’deki ilk Fidelio’da Rokko rolünde. Ruhi Su’yu dinlerken, şu menkıbeyi de hatırlayın: Hasan Dağı’nın tepesinde Hasan Dede otururmuş; inzivada. Aşağıda şehirde hamam işleten Ali Baba ki, velî imiş, evliyadan, onu ziyarete gelmiş. Mendilinde köz varmış. Mendili yakmadığı gibi, dağın tepesindeki karda, o halde, köz olarak kalmış. Bir süre sonra Hasan Dede onu ziyarete hamama gelmiş. Mendiline kar koymuş. Hamamın sıcağında kar erimemiş ama bir an için hamamdan çıkan kadına gözü takılınca, kar eriyivermiş. Ali Baba ona, “Mesele dağın tepesinde uzlet (inziva) içinde keramet değildir, şehirde insanların arasındadır” demiş.” (A.g.y., 28 Mart 2018)

Ruhi Su ile islamcı menkıbe Hasan Dağı’nda yan yana gelir mi? Lakoz’a göre evet!

Necip Fazıl,Cahit Zarifoğlu, Yahya Kemal, “Erzurumlu İsmail Hakkı Hazretleri” fonunda Nazım Hikmet (A.g.y., 24 Mayıs, 14 Haziran 2017, 10 Ocak, 28 Şubat, 1 Haziran, 9 Kasım 2018), tasavvuf fonunda Rifat Ilgaz (28 Mart 2018), “Hadis bilimi” ve tasavvuf fonunda Lenin (3 Ocak, 28 Şubat 2018), İmam-ı Azam (Ebû Hanîfe) fonunda Clara Schumann (14 Aralık 2018), İslam fonunda Marx (11 Aralık 2019), tasavvuf fonunda Mahler ve Venedik’te Ölüm (17 Şubat 2020), din fonunda diyalektik (3 Haziran 2020) vb.

Yanı sıra, yine kurulum mantığının zorladığı hafiflikler:

“Aşırı idealist görünen filozoflarda en ağır materyalizm vardır.” (21 Mart 2018)

“Büyük filozofların bazıları hem idealist, hem materyalisttir.” (A.g.y., 1 Temmuz 2020)

Geldik işin bam teline; Lakoz Bertan ne kadar yırtınsa da, tarihin yan yana getirmediğini, FETÖ ya da Saray’ın becermesinin olanaklı olmadığını anlamakta gecikmez.

Ne zaman?

DOB ve senfoniler gibi laik cumhuriyet kimyalı çoksesli müzik kurumlarında var olmak istediği zaman.

Ama o zaman da islamcıların gözdesi olup, sipariş alamaz, celebrity ve parayı yakalayamaz.

İki ucu…

Ve kıkırdak dansı başlar.

Şimdi koltuğa sağlam oturun; Sinan siparişi sürecinde radyoda söylediklerini duyunca düşmeyesiniz.

Sinan, Lakoz’u günaha sokuyor…

İlk işaret fişeği 4 Ekim 2017 tarihli programda: Rona Şarkıları’nın 19 Aralık’ta görücüye çıkacağını belirtir. Yukarıda, bu operasyonun amacını ve yaşananları anlattık. İslamcı tonu biraz seyreltmek zorundadır. Nasıl olsa tövbe kapısı her zaman açıktır. Konuyu, islamcıların kırmızı çizgisi olan Evrim teorisi’ne getirir:

“Evrime isteyen inanır, isteyen inanmaz. [İbn Haldun’un, insanın hayvandan gelişine kapı araladığını söyledikten sonra] İbn Haldûn tarihin gördüğü en büyük kafalardan biridir. Ben evrim vardır ya da yoktur demiyorum…” (A.g.y., 4 Ekim 2017)

Böylece, resmi islamcı görüş olan Yaratılış anlayışına konacak bemolü meşrulaştırmış olur.

İkinci işaret fişeği 2018 sonuna denk gelir. İki nedeni vardır:

1) 24 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ve Erdoğan’ın TBMM’de 9 Temmuz’da yemin etmesinin ardından, Başkanlık/Saray rejimi resmen başlamıştır: Siyasal açıdan bardağın dolu tarafı. Ancak, iki islamcı grubun (FETÖ/Saray), Laik Cumhuriyet’in mirasını yağmalama kavgasında silahlı olarak birbirlerine girip (15 Temmuz 2016) devlet kurumlarını felç etmiş olmaları, sonrasında yapılan referandumun (16 Nisan 2017) şaibeli oluşu, tarihsel anlamda zaten meşru olmayan iktidarlarının bütünüyle sıfırı tükettiğinin göstergesi olur: Bardağın boş tarafı.

2018 sonbaharından itibaren giderek daha belirgin hale gelecek “islamcı iktidar meşruluğu” imajını güçlendiren adımlar, doğal olarak, toplumsal gerginliği arttıracak, bu ise, laik cumhuriyetçi kesime “açılım/ödün” anlamı taşıyan denge etmenlerinin devreye alınmasını gerektirecektir; 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimler için zorunlu bir siyasal yatırım söz konusudur. 13 Aralık’ta seçim takvimi ilan edilmiş, 1 Ocak’ta da süreç başlamıştır. Sepetten çıkarılan ilk yaldızlı hediye paketi, Saray-Fazıl Say barışmasıdır. Bu işin nasıl tezgâhlandığını, arada kimin olduğunu “Majestelerinin Muhalifi Fazıl Say” yazımıza saklayalım. Liberal Fazıl’ın gerçek yüzünü bir kez daha ortaya çıkaran önemli bir olay olmanın ötesinde, dikkatleri, çok daha anlamlı iki noktaya toplar:

a) Tarihsel bağlamda, islamcı/liberal dostluğu. İslamcılar ne zaman dara düşseler, ellerini liberal torbaya sokup, birilerini destek unsuru olarak yanlarına dikerler: Pekinel kardeşler, Hüseyin Sermet, Fazıl Say, Hakan Aysev, Gürer Aykal vb.

b) Fazıl Say’ın, islamcı iktidara boyun eğdikleri eleştirisi ile yıllardır diline pelesenk ettiği “memur sanatçı” küçümsemesi ve buna yaslı, çoksesli müzik kurumlarının liberalleştirilme gereğine yönelik izlenim oluşturma çabasının ne gerçekçi, ne de etik olduğu. Suçladıklarının tersine, hiçbir memuriyet ve zorunluluk ilişkisi içinde bulunmadığı halde, sırf, reddedemeyecekleri listesinin başında dolar olduğu için, koşar adım oksijen taşıdığı Saray’a piyano çalması… Üstelik bunu, islamcıların laik cumhuriyet yıkıcılıklarının doruğa çıktığı bir anda yapması. Anımsanırsa, Ergenekon sürecinde de aynı pazarlığı, bu kez bakan Ertuğrul Günay ile yapmıştı.

Fazıl Say’ın 18 Ocak’ta, Saray erkânı huzurunda verdiği konser devam ederken, Gezi iddianamesi yazılıyordu (4 Mart’ta açıklandı). Sözcü’ye ise 10 Aralık’ta dava açılmıştı bile. Fazıl’ın aklı ise siparişteydi. Sonuçta, Saray da, Fazıl da, 31 Mart seçimlerinde sıkı bir ders aldılar.

2) Rona Şarkıları 11 Ocak’ta Antalya’da seslendirilecektir.

Fazıl üzerinden yapılan açılım, Rona Şarkıları’nın Şeyh Rengim Gökmen himayesine alınması, 10 Şubat’ta yeni AKM’nin temelinin atılması ve 31 Mart’ta islamcıların yerel seçimlerde büyük hezimete uğramaları, 23 Haziran’da tekrarlattıkları İstanbul seçiminde çok daha ezici bir yenilgi almaları… Bütün bunlar, islamcı söylem ve dozda bazı rötuşların yapılmasını dayatmaktadır:

“Bugünün Mimar Sinan’ı Cengiz Bektaş’tır.” (A.g.y., 28 Aralık 2018)

Malum, Cengiz Bektaş laik cumhuriyetçi cephenin isimlerindendir.

Lakoz’un, 2018 yeni yıl kutlaması ile, 2019’unki arasında oluşturduğu ton farkına da dikkat:

“Bizim takvimimiz başka, onlarınki başka ama, artık genelleşti. Yeni yılınızı kutluyorum.” (A.g.y., 27 Aralık 2017)

“İyi yıllar. Bunu kutlamakta sakınca görmüyorum. Yılda bir kez çerez alabiliyor… Bırakın, bu işlerle uğraşmayın.” (A.g.y., 28 Aralık 2018)

2019’da, 2018’dekinin tersine, islamcı cepheye serzenişte bulunuyor.

İslam’ı materyalizm ile yan yana getirmenin ilk denemesi de aynı tarihte:

“Nominalizm akımı -Osmanlı’da “ismiyye”- aslında materyalizmdir. Ehl-i sünnet adcılıktan [ismiyye] yanadır.” (A.g.y., 14 Aralık 2018)

Her programda verdiği hediye kitaplar arasına, 7 Aralık’ta, Maksim Gorki’nin Ana romanı katılır. 21 Aralık’ta ise marksist felsefeci Maurice Cornforth’un, Tarihsel Materyalizm’i.

Bilim-din çatışması karşısında da, beklenebileceği üzere, dinci militan olmadığını ima etmek zorunda kalacaktır:

“Ben ne bilim, ne din penceresinden bakarım. İkisine de üstten bakıyorum.” (A.g.y., 4 Ocak 2019)

O saate kadar, Türk sinemasında hakkı yenmiş, en önemli yönetmen için Ömer Kavur’u işaret ederken, birdenbire ibreyi Yılmaz Güney’e çevirir:

“En büyük yönetmen Yılmaz Güney’dir.” (A.g.y., 18 Ocak 2019)

Muhafazakâr/dinci cepheye sol aromalı dokundurmalar yine bu dönemin ürünü:

“Günümüz Türkiye’sinde muhafazakâr aydın, altyapısal koşulları, ekonomiyi, toplumların maddi yaşam koşullarını düşünmez; her şey manevi bir bakış açısı… O da önemli ama kaide üzerindeki elmas, kaide olmazsa, olmaz.” (A.g.y, 1 Şubat 2019)

2019 ilkbaharında, AKM açılışı için opera siparişi konusu kulisleri hareketlendirmiştir. İmaj düzeltme/parlatma çalışmaları hız kazanır. Hasan Uçarsu isminin Uğur Mumcu fonunda temizlenme işlemi bunlardan biridir. Anlattık. Aynı tarihte, Lakoz da, cohabitation’un sol ayağını giderek daha belirgin kılmaya başlar. Bu kez sırada, islamcıların hassas oldukları Sivas/Madımak katliamı vardır:

“Metin Altıok’tan bahsederek programa başlamak istiyorum. Sivas’taki katliamda kaybedildi… Büyük şair… Bağırmadan konuşur şiirlerinde. Ben kendi şiirimde bunu ondan öğrendim… Sivas’ta çok değerli insanlar kaybedildi… Metin Altıok’un ölümünden yıllar sonra, belki o hadise neden oldu, bir şiir yazdım. Onun Uyarılar şiirine bir nazire. Ölümünü de anlatıyorum.” (A.g.y., 3 Mayıs 2019)

17 Mayıs’a gelindiğinde, hediye kitaplar içinde, Marx-Engels’in Felsefe Metinleri’ni görüyorsunuz; Lakoz takıyye vitesini giderek yükseltiyor.

Haziran’da, Sinan operası bestesini Şerbetçi Hasan’ın kaptığı belli olunca, Lakoz için baraj kapaklarını bütünüyle açmanın dışında yol kalmamış oluyor. Mademki sipariş kapmak için laik cumhuriyetçi/ilerici görüntü vermek gerekiyor, o halde, köklemekte ne sakınca, ne de günah var.

19 Temmuz-8 Kasım birinci solculuk dönemi başlıyor. Programın rengi yeşilden neredeyse kızıla döner halde. Amaç, Sinan librettosunu kapabilmenin ön koşulu olan laik/ilerici imaja yerleşebilmek. Kalanını Şerbetçi halledecek.

Solun masasında islamcı ne mi yer?

Buyurun, birlikte bakalım:

Dil devrimi ve Türk Dil Kurumu

Lakoz, bu tarihe kadar, Laik Cumhuriyet’in dil devrimini yerden yere vurmuştur. Yukarıda, “namussuzluk, köksüzlük, soysuzluk”a yol açtığını vurguladığı söyleşisini vermiştik. Radyodaki söylemi de, özünde, çok farklı değildir:

“Ben, Yahya Kemal’in, Kendi Gök Kubbemiz’ine Türkçenin kullanım kılavuzu diyorum. Muhteşem. Dünya üzerinde bundan daha güzel bir Türkçe işitilmemiştir.” (A.g.y., 15 Şubat 2017)

“Osmanlı Türkçesi Yahya Kemal’de zirve yaptı. Baki’de de.” (A.g.y., 5 Temmuz 2017)

“Osmanlı 1922’de değil, Yahya Kemal ölünce yıkıldı.” (A.g.y., 12 Temmuz 2017)

Oysa, yeni dönemde, “Türkçenin Kullanım Kılavuzu” değişmiş görünüyor:

“Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çocuk ve Allah’ı, bence, Türkçenin kullanma kılavuzudur.” (A.g.y., 30 Ağustos 2019)

Dil ve dil devrimi konusunda Yahya Kemal ile Dağlarca’nın zıt kutuplarda olduğunu anımsatmaya gerek var mı?

19 Temmuz’da ise, Server Tanilli’nin Rifat Ilgaz’ı konu alan bir yazısını baştan sona okur. Tanilli burada, 40’lı yıllardaki şiirden söz ederken, Yahya Kemal’i, “Yahya Kemal hülya tepeler, hayal ağaçlar ile oyalanmaktadır” diyerek tiye almakta, karşısına Nazım Hikmet’i koymaktadır. Lakoz yerlere göklere sığdıramadığı Yahya Kemal’i savunmak için tek bir söz etmediği gibi, Tanilli’nin değerlendirmesini, “büyük gerçeklik payı var” diyerek kabullenecektir.

Dil devriminin bir başka düşmanı, Nihad Sami Banarlı’dır. Muhafazakâr Banarlı gerici çevrelerin sevdiği bir isimdir. Doğal olarak, Lakoz’un da. 29 Mart 2017’de, onun, Türkçenin Sırları kitabından, Köşe adlı yazıyı, “Öztürkçeciliğin ne kadar problemli olduğuna dair müthiş bir yazı” anonsuyla okur.

Gel gör ki, yeni dönem, Banarlı’nın da pabucunun dama atıldığına tanık olacaktır. Yerini, dil devriminin sıkı savunucularından Doğan Aksan alır:

“[Doğan Aksan’ın Tartışılan Sözcükler kitabını tanıtır] Doğan Aksan Türk Dil Devrimi savunucusu, önemli bir dilbilimci. [Savunduğu], Banarlı’nın görüşlerinin tersi, elbette. Bu kitabı okumak lazım.” (A.g.y., 26 Temmuz 2019)

Önceleri dilde özleşmeye karşı çok açık tutum almışken:

“İngilizce, Arapçadan sonra en zengin dil. Kelimelerin %75’i İngilizce kökenli değil. Bir dilin yabancı dillerden aldığı kelime sayısının fazlalığı, o dilin zenginliğini gösterir. Yani, hep beraber kandırıldık; bize öğretilenin tam tersi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Arapça, Farsça kökenli kelimeleri atarken, o kelimelerin etrafında yüzlerce yılda oluşmuş mana alanını, çağrışımları, zevki göz ardı ettik.” (A.g.y., 21 Haziran 2017)

2019 yazında oldukça farklı düşünmeye başlamıştır:

“İngilizce ve Almanca’da da özleştirme çalışmalarının olduğunu belirtmeliyim.” (A.g.y., 26 Temmuz 2019)

Öztürkçeciliği eleştirirken, bütün muhafazakâr/İslamcılar gibi,“Türk Dil Kurumu’nun [TDK] saçmaladığı 1930’larda…” diyerek, TDK’yı hedefe koyar (A.g.y., 13 Aralık 2017). Evrensel, okul, bayan gibi sözcükleri, uydurulmuş, antipatik bulur.

Ya şimdi?:

“TDK’yı karalamak moda oldu. Siz bakmayın; araç, gereç, zamanında Türkçeleştirdiler. Çok da iyi oldu. O kadar önemlidir ki yaptıkları. Yeni kelimeler türetildiği zaman, ilk başta tepki toplar. Ama bunlar kimsenin babasının hayrına yaptığı şeyler değil. Sadece, bu dil güçlensin diye yapılmış şeyler.” (A.g.y., 30 Ağustos 2019)

“Öztürkçe çalışmalarına “uyduruk” diye eleştiri getiriliyor. Ama Arapçanın belki yarısı uyduruk; o kadar uydurulmuştur.” (A.g.y., 25 Ekim 2019)

“TDK’nın çok güzel türettiği sözcükler var. Ambalaj karşılığı sarmaç önerilmiş. Çok güzel. Alışma meselesi.” (A.g.y., 13 Eylül 2019)

Dilde sadeleşmeye, dinci/osmanlıcı kumaşı gereği, hiç de sıcak değil:

“Kur’an-ı Kerim olmasaydı, bugünkü haliyle Türkçe olmazdı… Arapçadan Türkçeye çok kelime girdi.” (A.g.y., 13 Eylül 2017)

Osmanlıcaya ve Divan Edebiyatı’na hayran; Fuzuli’nin, Cenap Şahabettin’in, Ahmet Haşim’in, Tanpınar’ın diline bayılır. Bu dilin savunmasını yaparken de ilginç bir mantığa yerleşir: 8 Kasım 2017’deki programda, önce, Cenap Şahabettin’in, Elhan-ı Şita adlı şiirini okur:

……………………………….

Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir

Berg-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter...

Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir-

Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler!

…………………………………..

Ardından da, şu değerlendirmeyi yapar:“Çok güzel bir şiir. Birçok yeri anlaşılamayabilir. Ama her şeyi anlamak istiyoruz. Günümüz insanı sadece “akıl” varlığı haline geldi maalesef. Oysa bazı şeyleri duymak gerek… Şiir zaten müziktir.”

Kısacası, anlamanıza gerek yok. Sırf anlayacağız diye dili sadeleştirmeye kalkmak saçmalıktır.

Kıkırdak dansında sadeleştirme figürü mü?

Şöyle:

“Dilde sadeleşme çalışmalarına,“Bunlar kafayı yemiş; dilden güzelim kelimeleri attılar” diye bakmamak lazım… Dilin sadeleştirilmesi çok önemli. Bu konuda düşünmek isteyenler, Macarcanın ve Almancanın nasıl sadeleştirildiğine bir baksınlar. Alman dilinin İngilizce, Fransızca, Latince ağırlıklı baskıdan nasıl kurtarılmaya çalışıldığını, Almanca için nelerin yapıldığını bir okusunlar. Eski TDK yayınlarında bu konuyu işleyen kitaplar var. Tavsiye ederim.” (A.g.y., 15 Ocak 2020)

Yok artık! 180 derece… Nereden nereye, mi dediniz?

Söyledik ya; Laik cumhuriyet kimyası taşıyan DOB’da iş yapabilmek için, tomruk değil, kürdan islamcı olmak gerek. Epey yontulmak zorundasınız. İsteseniz de, istemeseniz de.

Lakoz cehennemlik oluyor: Marksist felsefe

Sinan librettosunu kapabilmek için en keskin silah marksist felsefe olabilir mi?

Normalde hayır. Laik cumhuriyetçi görüntüsü vermeniz yeterlidir.

Ya islamcıysanız?

O zaman durum değişir; çubuğu bütünüyle ters tarafa bükmeniz gerekir. Yani, radikal takıyye. Sade suya “Laik Cumhuriyet, Atatürk” demeniz kimseyi ikna etmez. Daha solda avlanmalısınız.

İşte, namazında, orucunda, yakazasındaki Lakoz’u yoldan çıkarıp, harbiden günaha sokacak olan marksist felsefe sempatizanlığının zorunlu nedeni budur; kaderde, Yaradanın, yüce dinimizin, Ehl-i sünnetin güzel ahlakının huzurlu dünyasını terk edip, marksist tarih şemasının, tarihsel ve diyalektik materyalizmin buzlu dalgalarında çırpınmak da varmış!:

“İlkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist toplumlarda tarihsel ilerleme ne ile olur? Coğrafya belirleyici değildir. Nüfus da. [Belirleyici olan] üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki zıtlıktır. Zorunluluk/rastlantı kavramlarını iyi bilmeli. Rastlantı da nedenselliğe bağlıdır… Toplumsal gelişme dine bağlı değildir; üretim faaliyetine bağlıdır.” (A.g.y., 19 Temmuz 2019)

26 Temmuz’daki hediye kitaplardan biri, Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, beş yazarlı, 1976 Moskova basımı; “Sovyetler Birliği’nin resmi ideolojisi” diye tanıtır.

“Kapitalizm, üretimin toplumsal niteliği ile, üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki[ye dayanır]. Bu, çözülemez.” (A.g.y., 23 Ağustos 2019)

“Dünya maddi yapıdadır, madde önceliklidir ve dünya bilinebilir; materyalizmin üç temel ilkesi[dir]. Her şeyin nedeni maddidir… Materyalizmin epistemolojik tavrı doğrudur. Dünya bilinebilir.” (A.g.y., 30 Ağustos 2019)

Haydaa! Böyle laflar hayra alamet sayılmaz; hafazanallah, ucu dine falan dokunur.

Vallahi de dokunur:

“1979 Nobel Fizik Ödülü sahibi Steven Weinberg çok ilginç bir adam. Ateist. Dine karşı çok sert eleştirileri var: “Din olsa da, olmasa da, iyi insanlar iyi şeyler, kötü insanlar kötü şeyler yaparlar. Ama iyi insanlara kötü şeyler yaptıran sadece dindir.” Enteresan adam. Ateizmi çok bilinir. TÜBİTAK yayınlarından çıkan kitabını tavsiye ederim.” (A.g.y., 11 Ekim 2019)

“İslam dininde kötülük açıklaması: “Sen [onda] kötülük görüyorsun, [oysa] onun hikmeti başka” denir. Topu taca atmak oluyor biraz. Biz hangi aşamaya geleceğiz de dünyadaki kötülükleri -savaşlar vb-kötülük olarak görmeyeceğiz?” (A.g.y., 25 Ekim 2019)

Zavallı Lakoz ne yapsın? “Sipariş-celebrity-para” üçgeni… Mecbur. Ama Rabbim durumu görüyor. İçinin temiz olduğunu biliyor. Elbette ki, tövbesini kabul buyuracaktır.

Peki, böyle bir felsefi yaklaşımın siyasal açılımı solculuk olmuyor mu?

Aynen.

Ama Lakoz islamcı…

Fesuphanallah! Elli kere söyledik ya; kör olası DOB’da iş yapmak kolay değil. Bir cümle dışarı, iki tövbe içeri… Başka yolu yok:

“30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutlamak istiyorum. Büyük Taarruz, bu topraklardaki anti-emperyalist savaşın başarıyla sonuçlanmasını göstermesi bakımından son derece önemli. Bizim Kurtuluş Savaşı’mız dünyadaki ilk anti-emperyalist savaştır. Emperyalizm 1. Dünya Savaşı ile ortaya çıkan bir olgu. Lenin’in 1915’te yazdığı Emperyalizm kitabı da buna işaret ediyor.” (A.g.y., 19 Temmuz 2019)

“Aklıma Brecht’in bir sözü geliyor: “Banka kurmak, banka soymaktan çok daha büyük bir ahlaksızlıktır.” (A.g.y.)

“Bizde namus deyince, akla cinsellik gelir; eşcinsellik falan. Oysa Türkiye’de her gün dört işçi ölüyor. Bundan hiç bahsedilmeden, insanların derdinin yalnızca kişilerin cinsel yaşamları olması…”  (A.g.y.)

Zavallı Lakoz günaha giriyor; Darwin ve Marx’ın kapısını çalmadan olmuyor ki…

Darwin’e ve Marx’a yaslanmadan solda meşruluk olmaz ki:

“Karl Marx’ın Komünist Manifesto’sunun başında söylediği gibi, “Burjuvazi feodaliteye ait her türlü ilişkiyi acımasızca koparıp, parçalayıp attı. Tarihin çöplüğüne gönderdi.” (A.g.y.,26 Temmuz 2019)

“Darwin ne demişti?: “Güçlü değil, koşullara ayak uyduran ayakta kalır.”” (A.g.y.)

Laik Cumhuriyet’in “Şapka Devrimi” konusu epey baharatlı. İslamcıların esaslı savaş atlarından. Bu konu açıldığında, iş döner dolaşır, islamcıların ölüm yıldönümünde andığı, Laik Cumhuriyet’in ise işbirlikçilik ve şapka kanununa karşı isyanlarda rolü olduğu gerekçesiyle idam ettiği İskilipli Atıf Hoca’ya gelip dayanır.

Lakoz’u ter basar. Pirincin taşını nasıl ayıklayacak, nasıl sıvışacak?:

“Şapka konusu, İskilipli Atıf Hoca, giyim, kuşam hep öne çıkıyor. Biz konuya sözcük olarak yaklaşacağız” diyor ve türban, ceket, şalvar’ın etimolojik ve coğrafi kökenleri ile ilgili birkaç laf edip, Laik Cumhuriyet’i eleştirmekten kaçınarak, vartayı atlatmaya çalışıyor. (A.g.y., 2 Ağustos 2019)

Sola devam:

“[Tac Mahal fotoğrafı hakkında] Çevresinde, karizmasını çok feci şekilde çizecek gecekondular var. Fotoğrafın altında, zenginliği, güzelliği, değeri yaratan ama yaratmamış gibi yok sayılan, emekçi ve yoksul insan bütün çıplaklığı ile ortada… O Tac Mahal’i yapanlar, o zamanlar gecekondularda yaşayanlardı. Tac Mahal imajı da sahte, yalan… Tarihi kim yapar? Kahramanlar, devlet biçimleri? Hayır, gerçek şudur: Üretim. Devletsiz toplum olmuştur ama, üretimsiz olmaz. Tarihi yapan emekçi halktır. Ön planda görünmezler. Üreten, yığınlardır. Gerçek onlardır, kahramanlar, komutanlar değil.” (A.g.y., 16 Ağustos 2019)

“Roma saraylarında görürüz, filmlerde, şatafat, zenginlik. Onların hepsini üreten köleler, yani, halktır. Tarihi imparatorlar değil, halk yapar.” (A.g.y., 6 Eylül 2019)

“Vatanseverlik ihale almak, insan sömürmek değildir. Vatanseverler de genelde köylülerdir, emeğiyle yaşayanlardır.” (A.g.y., 11 Ekim 2019)

O halde, emekçi yığınlar ile aydınlar arasında nasıl bir ilişki var?:

“Gerçek entelektüel kimdir? Bu ülkede her gün ortalama dört işçi ölüyor. Haber değeri yok. Entelektüel olarak bildiğiniz insanlara bakın; ağızlarından buna dair bir kelime çıkıyor mu? Benim entelektüellik kriterim budur. Ben de bugüne kadar bundan bahsetmediğime göre, ben de değilmişim. Bu kadar basit.” (A.g.y., 16 Ağustos 2019)

“Bu Lakoz birazdan Enternasyonal’i çalacak”, içerikli beklentiniz tavan yapmış durumda:

“Osmanlı Avrupa’yı iman gücüyle fethetti derseniz, mutlu edersiniz belki ama, kaybettiğinde, imansızlıkla kaybetti olmuyor mu? Olayların nedenleri, olayların içindedir… İnanç ile fetih olmaz. Pratik, nesnel gerçektir. İşçiler ölüyor. Kader mi? İmani noktada bir şey denmez ama, ayaklarımızı gerçek dünyaya basacak olursak, mesela neden Danimarka’da ölmüyor işçiler? Onların kaderi niye böyle değil?” (A.g.y.)

Tamam da, tarihsel materyalizm ile Osmanlı yan yana gelince, islamcıları rahatsız edecek yargılara varma riski epey yüksek değil mi?:

“Necip Fazıl’ın sözüdür: “Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır.” Ben katılmıyorum. Diyorum ki, Atlas Okyanusu’nu anlamak her şeyi anlamak olacaktır. Yani, 15., 16. yüzyıllarda dünya ticaret yolunun Atlas Okyanusu’na kayması… Bunlar anlaşılmadan Osmanlı’nın yıkılışı anlaşılmaz. İstediğin kadar Abdülhamid’i anla. Olguların maddi temelleri vardır.” (A.g.y., 13 Eylül 2019)

Artemis Tapınağı’nın Almanlara Abdülhamit tarafından verilme sorumsuzluğuna yönelik değerlendirmesini yukarıda vermiştik. (11 Ekim 2019)

Birkaç ay öncesine kadar, “seküler/dindar” savaşımını “boş ve yanıltıcı” bulurken, şimdi çok derin ve önemli bir toplumsal olayın yansısı görür; sınıf mücadelesinin:

“Bizde, Cumhuriyet devrimi ile -Türk milli burjuvazisinin devrimidir- laik-dindar, islamcı-cumhuriyetçi [mücadeleleri] tamamen sınıf mücadeleleridir. Türkiye’de son 20 yılda yaşanan şey, sermayenin, daha komprador, daha denizci, daha ekalliyet burjuvazisinden, daha Anadolu burjuvazisine geçmesidir. Ne olursa olsun, garibanlar ve yoksullar için sonuç değişmeyecektir.” (A.g.y., 23 Ağustos 2019)

Eyvallah da, islamcı iktidarı çimdiklemeden solculuk sertifikası verilmez ki.

Şart mı? Yalnızca felsefe kesmez mi?

Kurtarmaz billahi! O ancak maliyeti karşılar. Librettonun parasını, ardındaki celebrity kapısını düşün. Şöyle bir dokundurup geçsen, yeter. Endişe etme, sizinkiler zaten alışık; darü’l-harpte takıyye caiz ya. Bul bir Saray enteli; giydir. Rekabet, kıskançlık derler, unutup giderler.

Alev Alatlı olur mu?

Hem de nasıl:

“Birisi devamlı Doğu-Batı karşıtlığından söz ediyorsa, o, entelektüel değildir. Alatlı, Doğu-Batı farkı üzerinden bir tür Doğu faşizmi yapıyor. İktidara yakın olduğunuz zaman, yazdıklarınız onları mutlu eder. Bu, bir çeşit sarhoşluktur; gittikçe daha fazla doz verirsiniz. Hep beraber mutlu olursunuz ama, gerçeklikten koparsınız.” (A.g.y.)

İslamcıları tilt eden konulardan biri de, kadın-erkek ilişkisindeki hiyerarşi durumu. İslam’ın yaklaşımı belli. Ama bu tarafta da celebrity/para kapısını açacak libretto duruyor.

Lakoz derin bir nefes alır: “Bu ne acımasız diyalektik! Rabbim, Gafûr’sun, Gaffâr’sın, Mucîb’sin, Tevvâb’sın, Afüvv’sün… Durumumu biliyorsun, beni bağışla”:

“Erkek kadına üstündür, doğru mu? Pratiğe bakalım. Tarihte, ilkel komünal toplumda binlerce yıl kadın egemenliği vardı. Demek ki, erkek üstünlüğü teorisi yanlıştır. Pratik her şeyden öncedir. Bilim ile pratik ayrılmaz.” (A.g.y.)

19 Temmuz-8 Kasım 2019 arasındaki birinci “solculuk” döneminde, gerek kitapları, gerek şiirleri, gerek müzikleriyle andığı isimlerden örnekler verelim: Nazım Hikmet, Adnan Binyazar, Victor Jara, Server Tanilli, Rifat Ilgaz, Aşık Mahzuni Şerif [“Bana göre, bu toprakların yetiştirdiği en büyük ozandır. “Hiç ödül aldınız mı?” sorusuna, “12 Eylül’de hapse atılarak; ben halk sanatçısıyım, en büyük ödülüm bu” dedi. (A.g.y., 2 Ağustos 2019)], Yılmaz Güney [“Bence, Türk sinemasının en büyük yönetmeni Yılmaz Güney’dir. Nuri Bilge Ceylan’ın Yılmaz Güney’i aştığı düşüncesi doğru değildir.” (A.g.y., 16 Ağustos 2019)], Vasıf Öngören, Hasan Hüseyin, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Haldun Taner, Kâzım Koyuncu, Cahit Külebi, Fakir Baykurt, Özdemir Nutku…

Bu isimlerin, vermek istediği laik cumhuriyetçi/ilerici/solcu imge ile son derece uyumlu olduğunu söylemeye gerek yok.

Ya Mustafa Kemal? Onsuz olmaz, şüphe doğurur.

Oldukça anlamlı iki örnek de onunla ilgili:

Lakoz, kitap hediyesi için, her programda bazı sorular sorar, ilk yanıtlayan kazanır.

7 Aralık 2018’deki soru: “Mustafa Kemal Atatürk’ün nüfusa kayıtlı olduğu il hangisidir?” Soruyu sorduktan sonraki yorumu: “Çok kaliteli sorular sorarken, birdenbire, [bunun gibi] piyasa soruları olmaya başladı.” Dikkat, henüz solculuk dönemi başlamış değil.

25 Ekim 2019’da aynı soruyu sorar. Ancak, artık, solculuk oyunu başladığı için, “piyasa” sorusu deme cesaretini gösteremez.

Mustafa Kemal üzerinden sola yanaşma çabasının uç örneği ise TKP tarihinden geliyor:

Giresunlu Topal Osman Ağa’yı vatansever figür olarak tanımlarken, onun, “Mustafa Suphi ve yoldaşlarını öldüren Yahya Kâhya’yı öldürdüğü”nü, Mustafa Kemal’in de ona anıt mezar yaptırdığını belirtiyor. (A.g.y., 11 Ekim 2019)

Görev tamam. Diğer bölüm, lütfen…

Kahrolsun kapitalizm!

Lakoz Bertan düşünür: Öyle bir maymuncuk kullanmalı ki, hem sola uygun olsun, hem de islamcı camiaya; hem laiklik/dincilik çelişkisini gizleyebilsin, hem de dinlerarası diyalog’a kolay monte edilebilsin.

“Anti-kapitalizm” olmaz mı?

Süper! Tam bir joker.

Rona Şarkıları’nın ilk anonsunu yaptığı 4 Ekim 2017’den bir hafta sonra, 11 Ekim’deki programda, ilk denemeyi yapar:

“Baba-oğul-kutsal ruh, anne yok… Kapitalizmin kadın düşmanlığına dikkat çekiyorum.” (A.g.y., 11 Ekim 2017)

İyi de, “Baba-oğul-kutsal ruh” diyen kapitalizm değil ki, Hristiyanlık. Kapitalizmden yüzyıllar önce…

Biz de biliyoruz ama, dinlerarası vaziyetleri var ya; Hristiyanlara ayıp olmasın. Kapitalizm desek ne olur yani? Ayrıca, anti-kapitalizmi bizim cenaha kabul ettirmek çocuk oyuncağı. Çünkü,

“Kapitalist sosyo-ekonomik altyapı ateizmi, o da modern laik ulus devleti” doğuruyor. (A.g.y., 3 Ağustos 2018)

“Kapitalizmin olduğu yerde din olmaz. Ya kapitalizm, ya da din olacak.” (A.g.y., 4 Ocak 2019)

Anti-kapitalizm solda avlanmak için zaten banko misina:

“Kapitalizm var olduğu sürece dünyanın burnu pislikten kurtulmaz.” (A.g.y., 26 Nisan 2019)

“Batı, solculuk, modernizm gece gündüz eleştiriliyor. Ama bugünkü dünyada var olan rejimi eleştiremezler. Kapitalizmi, bankacılık sistemini eleştiremezler. [Aksi halde] Televizyon kanallarında yer bulamazlar.” (A.g.y., 16 Ağustos 2019)

“Üretimin kâr amacıyla yapıldığı bu sistem [kapitalizm] dünyadan tasfiye edilmedikçe, hiç kimse hayal kurmasın, dünyanın durumu daha da kötüleşecektir.” (A.g.y.,23 Ağustos 2019)

Anti-kapitalizmin bir avantajı da, bizimkilerle, laik/solcu tayfayı barıştırması:

“Dinin asıl düşmanı laiklik değil, serbest pazar ekonomisidir.” (A.g.y., 23 Aralık 2020)

Okey, bu da tamam. Şimdi geldik en belalısına…

Soldaki turnusol kâğıdı: Sovyetler Birliği

Şostakoviç Sovyet yanlısı mı, Sovyet karşıtı mı? Saray’dan gelecek siparişe bağlı…

Başta FETÖ, bütün islamcıların has Deccal’i Sovyetler Birliği’dir. Bu nedenle, solda görünme zorunlulukları ortaya çıktığında, islamcılar genellikle anti-sovyetik sol akımlara yanaşırlar.

Lakoz Bertan’ın Sovyetler sınavı kuralı bozmuyor. Partiyi sert bir anti-sovyetizmle açıyor. Henüz birinci solculuk dönemine epey uzak:

“[Yevtuşenko, Şostakoviç] Bu isimler Sovyetler Birliği totalitarizminin, özellikle de Stalin döneminin büyük baskı görmüş, sıkıntı çekmiş edebiyatçıları, müzisyenleri. Mesela, Zamyatin; “1984”ün esin kaynağı olan “Biz”in yazarı. Bulgakov, Meyerhold, Soljenitsin, Şostakoviç gibi insanlar, özgürlüğün olmadığı bir ortamda eser vermeye çalışmış insanlar. Oysaki sanatın ilk ihtiyaç duyduğu şey özgürlüktür. Baskının olduğu ideolojik, totaliter toplumlarda sanattan söz etmek mümkün olamıyor.” (A.g.y., 10 Mayıs 2017)

Yukarıda Lakoz’un caz kartından söz ettik. Bizim taşra enteli caz ile anti-sovyetizmi ilişkilendirince, cazın meşruluğunu güçlendirdiği, Sovyetler’inkini ise zayıflattığı inancındadır:

“[Azeri cazcı Vagıf Mustafazade’den söz eder:] Sovyetler Birliği’nde caz müziğine yönelik önyargının, hatta siyasal baskının sıkıntısını yaşayan, bütün hayatı ve özellikle de 39 yaşındaki ölümü son derece trajik olan Vagıf Mustafazade üzerine müstakilen bir program yapmak isterim.” A.g.y., 19 Temmuz 2017)

“Vagıf Mustafazade Azerbaycan’da caz müziğinin öncüsü. Muğam ile cazı bir araya getirmiş kişi… O dönemde müzik mutlaka Sovyet devlet aygıtının hizmetinde, propaganda aracı gibi olmalıydı. Örneğin, çok içe dönük, melankolik eserler yazamazdınız. Mutlaka iyimser olacak. Bu, totaliter sistemlerin özelliğidir. Hitler’de de vardı. Atonal, çağdaş müzik de yazamazsınız. Tematik, halkın anlayacağı müzik yazacaksınız. Soyut müzik, çağdaş müzik, deneysellik yasak. Formalizm olarak görülüyor bunlar. Orada bir besteciye formalist deniyorsa, her an kellesinin uçacağı anlamına geliyor. Prokofiev, Şostakoviç, Haçaturyan gibi besteciler çok ağır eleştiriler alıyorlar. Caz ise iyice problemli çünkü Amerikan müziği olarak görülüyor. Hitler de cazı yasaklamıştır; zenci müziği diye… Vagıf Mustafazade içki ve uyuşturucu bağımlılığından genç yaşta ölüyor… Sanatçı hakikati gördüğü için ya genç yaşta delirir, ya da ölür.” (A.g.y., 15 Kasım 2017)

Şostakoviç dendi değil mi? Bilmeyenler için kısaca belirtelim, Sovyet düşmanlığının klasikleşmiş leitmotivi olan bu konu, Solomon Volkov adlı bir Soğuk Savaş aparatının 1979’da ABD’de yayımladığı Şostakoviç’in sözde anıları ile doruk noktasını gördü. Başta Şostakoviç’in eşi, ne olaylar ne de tanıklıkların doğruladığı bu fantezi metne yaslanan Lakoz, anti-sovyetizm fırsatını kaçırır mı?:

“Sovyetler Birliği’nde çok büyük baskı var. Şostakoviç gizli gizli anılarını anlatmış. Ben ölünce yurt dışında yayımla, demiş… Sovyetler’in insanlar üzerinde kurduğu baskıyı anlatıyor.” (A.g.y., 13 Eylül 2017)

“Sanat toplum içindir dediğinizde, ver elini Sovyetler Birliği. 1948 Jdanov falan. Bırakın toplum için sanat yapmayı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi ideolojisi doğrultusunda sanat yapacaksınız. 2. Dünya Savaşı bitmiş. Şostakoviç, [savaşı anlatan] 9. Senfoni’yi yazar. Ondan, dramatik, büyük bir eser bekleniyor. Fakat o, kısa, grotesk bir şey yazıyor; ironik, neşeli. Bozuluyorlar. O kadar insan öldü falan… Dolayısıyla, neyi nasıl yazacağınıza kadar karışıyorlar. Parti belirliyor. İşte, toplum için sanat bizi buralara kadar götürebilir.” (A.g.y., 7 Aralık 2018)

“20. yüzyılın en büyük bestecisi Şostakoviç’tir diyebilirim. Şostakoviç’in Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile sorunları var.. Hiç sevmiyor. Solcular “yalan” der ama, ben bunları hocamdan duydum. Birisi muhalif ya, eve araba geliyormuş, ona da kara karga diyorlarmış. KGB arabası. Arabayı gören kişi, eşiyle vedalaşıp, hakkını helal et falan diyormuş. Böyle bir dönem. İnsanların, büyük sanatçıların bu şekilde öldürüldüğü bir dönem…” (A.g.y., 4 Ocak 2019)

Peki, bizim Lakoz solculuk oyununa başlayınca (17 Temmuz-8 Kasım 2019), Şostakoviç ve Sovyetler ile ilgili aynı düşünceleri koruyor mu?

Olur mu canım? Artık, söylenenlere epey temkinli yaklaşmak zorunda. O bildik ayakları kokan anti-Salinist lakırdılardan (25 Ocak 2018, 14 Haziran 2019) bakın nerelere gelir:

“Şostakoviç düzenin adamı mıydı, değil miydi? Eğer Sovyetler Birliği olmasaydı, bugün dünyayı Hitler yönetiyor olacaktı. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra, liberal kanattan olanlar, Stalin ya da şu lider şunu yaptı, bunu yaptı, diyorlar. Şostakoviç’in arası o kadar kötüyse, nasıl bu kadar ödül aldı? Sovyetler Birliği bir halk devletidir… Gece üçte polis arabası gelecek… O zaman öyleymiş. Öyle diyorlar yani. Günahları boyunlarına, bilmiyorum. Abartıyorlar mı, atıyorlar mı, hani karalamak da moda oldu ya, o açıdan diyorum. Kara karga diyorlarmış o eski KGB arabalarına.” (A.g.y., 27 Eylül 2019)

Lakoz’a göre 20. yüzyılın en büyük bestecisi Stravinski’dir (9 Kasım 2018). Ancak, yaklaşık iki ay sonra fikrini değiştirir; en büyük besteci artık Şostakoviç’tir (4 Ocak 2019).

Bu acele kararın ardında ne var?

Anti-sovyetizm.

Şostakoviç’in katıksız bir Sovyet rejimi ve Komünist Parti düşmanı olduğunu dillendirdiğinde, ona, otomatik olarak en büyük besteci sıfatını da kazandırması doğaldır. Ancak, sonrasında, zorunlu solculuk dönemi başlayınca, Şostakoviç’in Sovyet düşmanlığı savını revize etmek durumunda kalır. Yeni bir düzeltme kaçınılmazdır: Şostakoviç en büyük değil de, en büyüklerden biridir. (19 Temmuz 2019)

Malum, Sovyetler Birliği, tüm esnetme zorunluluklarına karşın, islamcıların siyasal günah çizgisidir.

Peki, Lakoz türü, “Aslında ben de solcuyum” diyecek bir islamcı taşra enteline, Sovyetler Birliği’nden başka “sol” seçenek yok mu? Şöyle çok daha soft, kuramsal ve ütopik yönü pek baskın, liberal lifler taşıyan, mahallede, arkadaş arasında falan montaj olanağı sağlayan bir şeyler…

Var ama, Türkiye açısından tarihsel anlam ve meşruluğu yok.

Nedir?

Anarşizm.

İlk kez, 21 Şubat 2018’de Emma Goldman üzerinden anarşizme göndermede bulunur. 11 Nisan 2018’de Baudelaire’in “anarşizan” söylemi, 18 Nisan 2018’de, “Wagner anarşizandır, devrimcidir”i, 27 Temmuz 2018’de, “Uluslararası anarşist düşünceye göre, doğrudan ama geçici demokrasi” zorunluluğu, 14 Aralık 2018’de, Bakunin ve “Dünyanın adem-i merkeziyetçiliğe [ve] geçici doğrudan demokrasi bölgelerine ihtiyacı”var’ı, 22 Mart 2019’da, “Yaşar Çabuklu anarşist. Çok donanımlı bir yazar. Sisteme en radikal eleştirileri yönelten bir düşünce yapısı var: Anarşizm” saptaması…

Merak ettim; bu anarşizmin islam ile bir yakınlığı var mı?

Tövbe estağfurullah!!!

Yani, islamcı Lakoz da hafif tertip anarşizanmış da, onun için sordum:

“Anarşizan insanları severim… Benim bir anti-kahraman tarafım var, anarşizan taraf.” (A.g.y., 14 Mart 2018)

Vallahi, islam ile anarşizm nasıl halvet olur bilemem, ben ancak Lakoz’un yalancısı olabilirim:

“[Anarşizan tavırdan söz ederken], hayatın amacı zevk almaktır. Sonucu düşünmeden zevk almak. Hedonizm deniyor ama, o zaman, niye vaat edilmiş cennet? Hayatın son gayesi mutlak mutluluk, mutlak zevk almaktır. Hadis var: “Bu dünyada cenneti yaşamayan, öldükten sonra da yaşamayacaktır.” İşte mutlu olmak böyle bir şey; çok önemli.” (A.g.y., 14 Mart 2018)

2019 Temmuz’una gelindiğinde, Lakoz, Sovyetler Birliği dışında hiçbir meşru sol seçeneğin olmadığını anlayacak, yukarıda örneklendiği gibi, gereğini yapacaktır.

2019 Ekim sonunda librettoyu kapar. İlerici/solcu görünme taktiği işe yaramış, kalanını da Şerbetçi Hasan halletmiştir.

İkinci zorunlu solculuk dönemine hazırlık

Lakoz Bertan siparişi cebe indirince, “Bu dünyada cenneti yaşamayı” telkin eden hadisin değeri ve doğruluğunu bir kez daha anlamış olur. Ancak, aşılması gereken bir engel vardır: Laik cumhuriyetçiyim / ilericiyim/solcuyum ayağına yatıp, “islamcı malı okuturum” teminatı vermiştir de, perde açılıp, takke düştüğünde ne yapacaktır?

Saray’ın belirlediği islami içerik, dakikasında librettonun çöp olmasına yol açacak niteliktedir. Tamam, Lakoz’un düşünce ve inanç yapısına uygundur ama, malın satılacağı müşteri islamcı değildir ki… Bir yerine Nazım Hikmet’i sıkıştırıp, Kanuni’yi övdürsen, kimse yemez.

Bir altın formül bulunamaz mı?

Ne gibi?

Ne bileyim; mesela, islam diyalektik materyalisttir, tevhit ile diyalektik materyalizm aynıdır, Osmanlı ilericidir falan türünden bir şeyler…

Delirdin galiba!

Başka yol yok ki... Denemekte ne zarar var?

Lakoz önce frene basar. Malum, Temmuz-Kasım aralığı biraz fazla sol oldu; librettoyu alabilmek için zorunluydu; mademki aldı, artık, kurulum’un fabrika ayarlarına dönmesi gerekiyor. Kasım 2019- Mayıs 2020 arasındaki bu fazla soldan arınma dönemi, Laik Cumhuriyet’in müzik politikasına bütünüyle karşı çıkan, muhafazakâr/dinci cephenin kıymetlisi Yalçın Tura övgüsüyle başlar:

“Yalçın Tura olağanüstü besteci. “Türk Musikisinin Meseleleri” olağanüstü kitaptır.” (A.g.y., 8 Kasım 2019)

Öyle midir, değil midir’in yeri burası olmadığı için, geçelim.

Ardından, semavi dinlerin insan ve çalgı sesine yaklaşımları, 16. yüzyılın “eşsiz Türkçesi”: Osmanlıca, Kitab-ı Mukaddes’te Tanrı insana nefesini üfler, vahiy de Peygamber’e kendi içinden gelir; bunlar aynı “iç ses”tir (20 Kasım 2019), İhlas Suresi ile Zenon’da varlık anlayışı koşutluğu, ilme’l yakin /hakka’l yakin ilişkisi (11 Aralık 2019), şehâdet âlemi, melekût âlemi, ceberrût âlemi, lâhût âlemi (18 Aralık 2019), Allah’ın zatı ile ilgili tefekkür edilemeyeceği, Hz. Musa’nın Horeb’de yaşadıkları (4 Mart 2020) vb. konular baş köşeye kuruluyor. Aralara serpiştirilmiş birkaç Nazım Hikmet şiiri, İnti-İllimani parçası, “anarşizan” Orhan Veli göndermesi, Server Tanilli’den, Yılmaz Güney’den kitap önerileri ise kurulum mantığının zorunlu aksesuarları.

Muhafazakâr Nihad Sami Banarlı’ya hayranlığını, birinci solculuk döneminde gölgede tutma gereğine işaret etmiştik. O dönem geride kaldığı için, artık Banarlı’yı rehabilite edebilir. Ancak, librettonun islamcı içeriği nedeniyle, bu işe kıkırdak bir formül bulmalı. Solcu dönemine ait 19 Temmuz 2019 tarihli programdaki, “Aslında her şey ideolojiktir” yargısından sonra, söylediğini inkâr etme pahasına, 8 Nisan 2020’de, “Banarlı’nın Türkçenin Sırları kitabı önemli ama, onu ideolojik kabuğundan sıyırarak okuyun” der. İdeoloji ile düşüncenin/yazılanın ayrışabileceği yaklaşımını, Kemal İlerici örneğinde de sergiler:

“Kemal İlerici’nin, Türk müziğine yakın durduğu için küçümsenmesi, yok sayılması çok yanlıştır. İdeolojik olarak yaklaşmayacaksın.” (A.g.y., 29 Temmuz 2020)

Doğal karşılamak gerek; 7 Şubat 2018’de de, “Şiir belli bir ideolojinin kalıbına girince zedelenir” deyip, 19 Temmuz 2019’da, “Aslında her şey ideolojiktir” dememiş miydi?

Unutma; o, kıkırdak omurgalılardan.

Lakoz, librettoyla birlikte, Saray nezdinde meşrulaşıyor. Dâhi Selman ve FETÖ gölgesinden arınmış oluyor. Ardından, Kültür Bakanlığı’nın bir projesine davet, Afyon Konservatuarı’na geçiş, AKM’deki müzik müzesinin kurucular kuruluna alınış... Yüreği kıpır kıpır; celebrity ve para artık el eriminde. Rabbim sana şükürler olsun!

Ama bu ihsana, yalnızca islamcı bir librettoyla teşekkür az. Daha fazlası gerekmez mi?:

“Bu aralar, hayatımda hiçbir zaman ilgi duymadığım bir hobim oldu. Bana hem para harcatıyor, hem de mutlu ediyor: Tespih. Korkmayın, sokakta çekmiyorum. Tespih çekildiği zaman çok kötü izlenim oluyor. Garibim tespih. Niye? Modern hayatın tabularından biri. Geçen gün armoni dersinde, do mi sol diyez nereye çözülür, diye sordum. Çantamda da tespih vardı. Dedim ki öğrencilerime, dünya var olalı beri hiç yaşanmamış bir şeyi yaşayacağız şimdi. Tespihi aldım ve çekerken, fa la do’ya çözülür, dedim. Bu bir heves.” (A.g.y., 4 Mart 2020)

Armoni dersinde tespih çekerek, Doğu-Batı sentezine anlamlı bir adım daha attırmış olur.

Rabbim hevesini iştiyaka tebdil eyleyip, daim buyursun…

Amin de,“tespih yeni hobim” derse, fesat kalpli birileri, “tespih bakıyyetullâh, sipariş ibâdullah ” falan diyerek, tespih/sipariş ilişkisini kurmaya kalkabilir. Herkesin kalbi Lakoz’unki kadar saf ve temiz değil ki. Herhalde bu kaygıyla olsa gerek, üç hafta sonraki programda, gerçekte, tespihe ilgisinin hiç de yeni olmadığını ama yeni açıkladığını söyler:

“Satranç, tespih, coğrafya esas ilgi alanlarım. Tespihi şimdiye kadar açıklamamıştım. Yeni açıkladım. Bu üç konuya hakikaten ilgim var.” (A.g.y., 22 Nisan 2020)

Tespihin kıroluk ile ilişkilendirilmesine çok kızıyor (29 Nisan 2020). Peygamberimizin kızı Hz. Fatma’nın tespihatı, tespihin ortaya çıkışında Veysel Karani Hazretleri’nin rolü, beş grupta toplanan tespih malzemeleri, “kuka tespihinin çekim lezzeti” gibi konular yanında (8 Nisan 2020), 13 Mayıs’a kadar, bir buçuk ay boyunca her programda farklı tespih malzemelerini anlatır.

Yine de, opera camiasına fazla dinci görünme riskine karşı önlem olarak, tespihi yüksek sınıf aksesuarı niteliği ile rehabilite etmekte yarar var:

“Muhteşem Yüzyıl’ı izlerken falan görüyorsunuz; erkek kıyafetleri müthiş süslü. Oysa şimdi, füme takım, lacivert takım. Renk yok. Erkeklerin hali duman. Tespih aksesuar, süs demek istemiyorum ama… Kuka tespih bizim kadim kültürümüzde, Osmanlı’da vardır, çekilmiştir. Özellikle hekimler çekerdi.” (A.g.y., 22 Nisan 2020)

Kesmedi mi?

Son koz Mustafa Kemal olsun:

“Osmanlı sıkma denen bakalitin çekme lezzetini hiçbiri vermez. Siz bakmayın günümüzde tespihin lümpen proleter imajına; Mustafa Kemal’in de bir tane Osmanlı sıkması tespihi varmış. Sonradan ne oldu bilmiyorum. Atatürk de kullanıyor.” (A.g.y., 13 Mayıs 2020)

Bu cümlelerden hemen sonra, Osmanlı sıkması olarak adlandırılan tespihlerin 1930’dan önce var olmadığını vurgulayarak, “Mustafa Kemal/Laik Cumhuriyet/tespih” anlam alanı ile, Osmanlı ve dinciliğe yumuşak geçiş sağlar. (A.g.y.)

Köroğlu’nun gerillası Lakoz Bertan

Bu arada, librettoyu Mayıs’a kadar bitirmesi gerek. 21 Nisan’da bitirir. Cihat-cami-cülus librettosu olduğundan ve de AKM açılışı 2020 Aralık için planlandığından, izleyicideki tepkiyi bertaraf edebilmek için, librettonun hiç de islamcı olmadığı yolundaki algıyı şimdiden oluşturmaya başlamaktan başka çare yok.

Nasıl yapılabilir?

Elbette, yeniden solculuk sahnesi kurarak.

Haziran-Ağustos arasında tam kapasitesine ulaşacak ikinci solculuk döneminin ayak sesleri birkaç ay öncesinden duyulmaya başlar:

“Mimar Sinan librettosunda Köroğlu’nu gösteremem; konuyla ilgisi yok. Ama Köroğlu’nun adını geçireceğim. Çünkü Sultan II. Selim zamanında, yani, Kanuni’nin oğlu II. Selim zamanında Köroğlu olayı artık ayyuka çıkıyor. Ben bunu bir şekilde duyuracağım operada. Mesela, “Köroğlu kim?” diyecek hünkâr. Vezir-i âzam da diyecek ki, “Köroğlu nam bir şaki, hünkârım” falan gibi. Orada bir selam çakacağım Köroğlu’na. Biz de o dönemde yaşasaydık, böyle mangal yürekli bir adamın peşine takılırdık. Köroğlu “doğru”dan yana.” (A.g.y., 25 Aralık 2019)

Aa! Köroğlu’nun gerillası Lakoz, Osmanlı Saray’ına karşı. Arslanım Lakoz! Her zaman “doğru”dan, “dürüst”ten yanadır. O yüzyılda Saray’a karşı olan, bu yüzyılda Saray’a ne yapmaz ki?!

İster misin Köroğlu’na selam duran librettoya Şerbetçi Hasan da devrimci bir marş yazsın? İki devrimci yoldaş Saray’a ters köşe yapsın?

Neden olmasın? Rabbimin ülkemize bağışladığı bu mucize etik abidesi iki kişiliğin yan yana gelmesinden Saray korksun..! Billahi de korksun! Hem de çok…

Bakalım, Köroğlu ve müziği Sinan’da nasıl yankı bulacak.

Sola açılım adımları özellikle felsefenin sırtına yükleniyor. Materyalizme yeniden göz süzme:

“Tarihe yalnız mana üzerinden yaklaşan idealist tutumun bize verebileceği çok şey yok. Bu, maalesef bizde hastalık” diyerek, tekrar, yukarıda verdiğimiz, Necip Fazıl’ın Abdülhamit’e, muhafazakâr kalemlerin Osmanlı’nın fetih-iman ilişkisine yönelik yaklaşımlarını eleştirir. (A.g.y., 12 Şubat 2020)

“ İdealistlere göre “iyilik” diye idea var. Materyalizme göre yok; yalnızca iyi insan var. Yorumu size bırakıyorum. Taraf tutmuyorum” (A.g.y., 4 Mart 2020)

“Nesnelerin, niteliklerinden ayrı bir zatı, varlığı var derseniz, idealist, yoktur derseniz, materyalist oluyorsunuz… Kant’ın “Ding an sich”ine Engels’in cevabı: “Böreğin kanıtı yenmesindedir”” (A.g.y., 11 Mart 2020)

“Amaçlılık”ın din ve idealizme, “nedensellik”in bilim ve materyalizme götürdüğüne işaret eder. (A.g.y., 1 Nisan 2020)

Ne mi demek istiyor?

Aslında, materyalistim ama, vaziyeti biliyorsunuz, açıkça söyleyemem, durumu idare edin..

Felsefe ile siyaset ilişkisi de sola yatar biçimde:

“Metafizik, değişimi reddeder. Karşıtı, diyalektiktir. Camus “absürd”e giderken, başkaları, diyalektik olarak “evrensel bağlantı”ya inanıp, Hitler’e karşı mücadele ettiler. Camus ise [bunun] absürd olduğunu düşündü” dedikten sonra, diyalektiğin yasalarını anlatmaya başlıyor. (A.g.y., 27 Mayıs 2020)

Laik cumhuriyetçi/ilerici/sol kesime hoş görünebilmenin kullanım kılavuzundan kısmen maliyetsiz ya da düşük maliyetli sayfaları tarıyor. “Ben taraf tutmuyorum”. “ne ocuyum, ne bucu”, “sonra konuşuruz” falan diye sıvışmak zorunda kalmayacağı, simgesel değeri okkalı, getirisi yüksek, maliyeti çok düşük olanları işaretliyor.

Üçüne bakalım:

1) Önce, sanatın yalnızca zevk için olduğunu, bu konuda Nazım Hikmet’ten farklı düşündüğünü belirtip (31 Mayıs 2017), “Sanat kendi için yapılır, zevktir, başka hiçbir işe yaramaz” der (7 Mart 2018). Sağ görüşlü bir taşra enteli için doğal bir anlayıştır. Ancak, bununla ilerici imajı edinemeyeceğini anlamaya başlayınca, hafifçe düzeltir:“Sanatın amacı hakikat”tir (21 Aralık 2018). Biraz açmalı zira hakikat sözcüğü dinci jargonda da dolaşımda. Şöyle demeli: “Sanat insan içindir.” Toplum içindir, dersen, Sovyet modeli olacak; külliyen günah: “Sanat toplum içindir’in ne anlama geldiğini anlamak için, Sovyetler Birliği’nin 1930-1953 arası dönemine bir bakın derim. Her şeyi siyasetin belirlediği [dönem]. [Buradaki toplum] aslında siyaset demek… Sanat sanat içindir ne demek? Sanatın amacını kendi içinde bulan zevk [demek]. Sanat insan içindir; bu iki ucu, insan kavramında buluşturmayı öneriyorum. İnsan hem toplumsal, hem bireyseldir.” (18 Ocak 2019).  İyi de, “sanat insan içindir” sola nasıl bağlanacak?

Nazım üzerinden olabilir mi?

Komik olma! Bu iş için en son isim o olur. Zaten kendi de yukarıda söylüyor ya…

Kıkırdak omurgalılar familyasından olduğunu unutuyorsun:

“Sanat insan içindir. Nazım Hikmet’in söylediği, “Yaşamak tek bir ağaç gibi hür ve bir orman gibi kardeşçesine” İşte, aynen böyle. Hem birey, hem toplum için.” (29 Nisan 2020)

Güçlü kişilik, parlak beceri, yüksek etik ve kültür… Lakoz gibi değerlerimiz o kadar az ki!

2) 6 Mayıs 2020’den itibaren, “Konservatuarlı olmama rağmen, bugüne kadar çoksesli müziğin Türk müzisyenlerini, İdil Biret, Gülsin Onay vb. hiç tanıtmamışım. Bundan sonra onları da tanıtayım” diyerek, sırasıyla, her hafta birinden söz eder: Ahmet Kanneci, İdil Biret, Suna Kan, Leyla Gencer, Ayla Erduran, Verda Erman, Ruşen Güneş, Hüseyin Sermet, Gülay Uğurata, Çağatay Akyol, Erol Uras, Hikmet Şimşek. Anlattıkları Google bilgisinden öte değildir ama, laik cumhuriyetçi kesimde simgesel değeri ve karşılığı olan bir konudur.

3) Yılmaz Güney. 13 Mayıs 2020’de, Yılmaz Güney’in her hafta bir filmini ele alacağını belirtir. Lütfi Akad’ın Hudutların Kanunu, Kızılırmak-Karakoyun’unu da Yılmaz Güney filmi sayarak, Aç Kurtlar, Umut, 7 Belalılar, Acı, Ağıt, Zavallılar, Sürü, Yol. Yılmaz Güney’in ilerici/sol çevrelerdeki meşruluğunu anımsatmaya gerek yok.

Gaza bas, gaza: İkinci sol dalga

Libretto Saray’a denetim için gönderilmiş, onaylanıp dönmüştür. 2020 sonunda sahneleneceği için, yazarının derhal “sıkı solcu” imajına gereksinimi vardır; librettodan ağır islamcı kokular yayılmaktadır.

Hemen başlamalı:

“Bugün 3 Haziran. Nazım Hikmet’in ölüm yıldönümü. Bu programda şimdiye kadar kimsenin ölüm, doğum yıldönümünü anmadık. Nazım Hikmet’i analım… Sosyalist gerçekçi akım [içindedir]…Ben, Nazım Hikmet’in Türk edebiyatının en büyük şairi olduğu kanaatindeyim. Mezarının hâlâ Türkiye’ye alınamaması da bizim ayıbımız.” (A.g.y., 3 Haziran 2020)

Oysa, 26 Nisan 2019’da, en büyük şairin Behçet Necatigil olduğunu söylemişti. Ayrıca, “şimdiye kadar kimsenin ölüm, doğum yıldönümünü anmadık” demesi de doğru değil. 14 Haziran 2017’de islamcı şair Cahit Zarifoğlu’nun ölüm yıldönümünü anmıştı.

Tamam da, o zamanlar solcu görünmesi gerekmiyordu ki. Şimdi durum farklı.

İdealizme yükleniyor: “Öznel idealizmci Mach, “Nesneler yoktur, bizim nesne algılarımız vardır” derdi. Heidegger Hitler’e övgüler düzdü. Bunları görmeyelim mi? Hitler’i öven biri nasıl etkili bir düşünce sistemi yaratabilir?” (A.g.y.)

Özelleştirmelere karşı, anti-kapitalist söylem şart:“Asıl mesele, üretimin toplumsal niteliği ile, üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkidir. Kapitalizm budur. Yıllarca solcuların özelleştirmeye karşı çıkışlarını yuhaladınız. Eh, o zaman şikâyet etmeyin.” (A.g.y.)

Diyalektik materyalizmin yasalarını anlatıyor, örnekliyor: “Doğal ya da toplumsal bir süreci incelemek istiyorsak, iç çelişkileri incelemek gerekir. Halil İnalcık, İlber Ortaylı anlatıyor ama nedenleri söyleyebiliyorlar mı? Hayvandan insana geçiş toplumsal emek ile olur. İnsan, hayvanlar ile akrabadır… Burjuvazi-proletarya uzlaşmaz karşıtlıktır, Sovyetler Birliği’ni [doğurmuştur].” (A.g.y.)

Hoppalaa! 4 Nisan 2018’de, Osmanlı tarihini Halil İnalcık’tan okumayı önermemiş miydi?

Yeter ama! Kaz kafalı mısın, nesin? O zaman libretto filan yoktu, solculuğa da gerek yoktu, dedik ya. Kaç defa söyleyeceğiz? Evrim teorisi ve Sovyetler Birliği de, “olmazsa olmaz”lardandır. Bir daha sorma!

Diyalektik materyalizmin yasalarını anlatmaya, müthiş bir övgü eşliğinde devam ediyor:

“İdealist felsefe bilimle, gerçeklerle barışık değildir. Materyalizmle birlikte, felsefe bilimle barıştı… Karl Marx kapitalizmin özgül çelişkilerini inceledi, ana yasayı buldu. Sonra, feodal dönem ve geçmişi de anladı, geleceği de. Şimdi bu anlattıklarımın çok eski şeyler olduğunu söyleyip küçümseyenler olacaktır. Ben o görüşte değilim. Günümüzün sorunları diyalektik materyalizme göre incelenebilir.” (A.g.y., 10 Haziran 2020)

Hız kesmeden devam:

“Felsefede iki yöntem, metafizik/diyalektik, iki de sistem vardır, idealist/materyalist… Materyalizm zevk düşkünlüğü değildir… Madde ve düşünceden hangisi önceydi? Önce düşünce derseniz, dine, madde derseniz, ateizme gidersiniz. Hangisi diğerini belirler?.. Materyalizm, madde öncedir, der, yani, yaratılmadı. Dünya eksiksiz bilinebilir, der. İdealizm hayır der… İdealizm dine, materyalizm bilime [götürür]. Ben bu konuda fikrimi söylemiyorum…[Ama] idealizme inananlar Hitler’e karşı savaşmadılar.” (A.g.y., 24 Haziran 2020)

“Düşünceyi dilden koparmaya çalışan pek çok filozof olmuştur: Nietzche, Wittgenstein vb. Yanıldılar… İnsanların ne söylediklerine değil, ne yaptıklarına bakmalı. Çünkü düşünce pratiğin arkasından gelir… Husserl, Heidegger’de de öznel idealizm vardır… Madde, insan zihninden tamamen bağımsız olarak vardır. Bilinç, maddenin hareketinin insan beyninde yansımasıdır. İnsan emeği eliyle var eder. Emek toplumsaldır, bireysel değildir.” (A.g.y., 8 Temmuz 2020)

Bütün bunlardan sonra, Türk sinemasında en iyi filmin Ömer Kavur’un Gizli Yüz’ü olduğunu ileri sürmenin de (29 Kasım 2017, 11 Nisan 2018) olanağı kalmıyor.

Peki, en iyi film kadrosuna hangisi atanıyor?

Elbette, Yılmaz Güney’in Yol’u. (12 Ağustos 2020)

Yılmaz Güney ve Yol soldan temiz kâğıdı almanın zorunlu durağıdır…

Solda keramet vardır!

Ağustos’a gelindiğinde, AKM’nin yıl sonuna yetişmeyeceği belli olmuştur. Lakoz haberi alınca, kemeri sıkmayı bırakır. İlle sol ısrarı, gerekçesini kaybetmiştir. Aceleye gerek yoktur. İkinci sol dönemini kapatıp, tekrar kurulum ayarlarına döner. Üstelik, çok daha baskın bir dincilikle. Çünkü, librettonun taşıdığı Saray meşruluğu, 2021 başında dinci MyMecra kanalının kapılarını açıyor.

Dinci aromanın baskın olduğu yeni dönemden örnekler:

Yunus Emre’yi, “sol” döneminde, sınıf mücadelesi ve özel mülkiyet düşmanlığının önemli kültürel figürlerinden sayıyor: “Sınıfların, özel mülkiyetin olmadığı binlerce yıllık ilkel-komünal toplum var olmuştur. Yani, mal hırsının insanın doğasında olduğu doğru değildir, idealist bir görüştür” dedikten sonra, Yunus Emre’nin 200 TL’lik banknotlara basılmasına ateş püskürüyor: Mal sahibi, mülk sahibi/Hani bunun ilk sahibi, diyen biri paraya basılır mı? Cehalet, görgüsüzlük…” (A.g.y., 2 Ağustos 2019)

6 Ocak 2021’de, “sol” dönem geride kalıp, islamcı fabrika ayarlarına döndüğünde, Yunus Emre algısı, islamcı yönde epey revizyona uğramış görünüyor. Malum, Yunus Emre’deki “72 millet” kavramı, Laik Cumhuriyet’in “hümanizm” kültür kategorisini beslemiş, oradan da, özellikle Alevilik üzerinden, solun enternasyonalist duyarlılığına eklemlenebileceği düşünülmüştür. Lakoz, yeni dönemde, daha muhafazakâr bir Yunus Emre’nin, kendisi açısından daha işlevsel olacağı inancındadır:

“Yunus, yazdıklarının şiir ama aslının tefsir olduğunu söyler… Hümanizm, 73 millet ile ele alınır ama, ciddi bir medrese, fıkıh bilgisi almıştır… Yunus Emre Divanı şiir kitabı mı, itikadî kitap mı, ayırt etmek çok zor.”

“Sol” döneminde bemoller ile andığı bazı isimleri de, yeni dönemde avaz avaz rehabilite ettiğini söylemeli: Cemil Meriç (20 Ocak 2021), Necip Fazıl (31 Mart 2021), Yahya Kemal (28 Temmuz 2021), Gandhi (25 Ağustos 2021)

“İlim-irfan geleneği”mizden dem vurarak, bize, “Bu dünyanın bir “uyku” olduğunu ilk anladığınız an yakaza halidir. “Yaşam uykudur, ölünce uyanacağız” var ya Kur’an’da”yı anımsatıyor. ( A.g.y., 13 Ocak 2021)

Her programda hediye kitaplar verdiğini belirtmiştik. Programın başında bunları tanıtıyor. Ancak, 21 Ekim 2020’deki programda, ilk kez, acele ifadelerle, “Kitapları tanıtmayacağım, siz Instagram’dan bakın” diyor.

Neden?

İki kitap var: Melissa Mohr’in, Küfür Etmenin Kısa Tarihi ile, Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçenin Argo Sözlüğü.

Ee?

Mohr’un kitabının arka kapağında Sabahattin Ali’nin ünlü bir dizesi yer alıyor. Yeni döneme uygun değil:

“Dertlerin kalkınca şaha/ Bir küfür yolla Allah’a”

Ve ahlak… Dinci gericiliğin fortissimo şaklayan kırbaçlarından biri, ahlakı dinin türevi olarak pazarlama çabasıdır:

“Ahlak her şeyin başı. “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” diye ders var. Sanki ahlak, dinden başka bir şeymiş gibi.” (A.g.y., 6 Ocak 2021)

Mizahın zirvesine ulaştık: Lakoz ahlaktan söz ediyor.

Radyoyu kapatıp, ekrana, MyMecra’ya geçmeden iki konuya daha açıklık getirelim:

1) Lakoz’un siyaset ile ilişkisi.

2) Hayalindeki kurulum’un altın formülü.

Lakoz Bertan siyaset üstü takılıyor ama…

Siyasi görüşü olmadığını (27 Eylül 2017), siyasal ideolojilere uzak olduğunu (24 Ağustos 2018), hayatı boyunca siyasal tarihe hiç ilgi duymadığını (27 Mayıs 2020), siyasetin s’si ile ilgilenmemiş biri olduğunu (12 Ağustos 2020) belirtmesine karşın, şu ana kadar örneklerle anlatılanlar, Lakoz’un son derece siyasal, duruma göre, bazen açık, bazen de kripto islamcı olduğunu yeterince gösteriyor. Zaten kendi de, “siyaset ile ilgim yok” savını yinelemenin epey naylon bulunacağı, hatta şaibeli algılanacağı endişesiyle olsa gerek, kıkırdak usulü bir düzeltme yapıyor:

“ [Siyasal tarih] son zamanlarda dikkatimi çekiyor.” (A.g.y., 27 Mayıs 2020)

“Tuhaf bir şey oldu; son aylarda bende siyasi tarih kitabı okuma merakı oluştu… özellikle yakın tarih, 60’lı, 70’li yıllar, özellikle cumhuriyetin ilk yılları ilgimi çekiyor. 20’ler sonrası, 80’ler, Özal dönemi.” (A.g.y., 12 Ağustos 2020)

“Son zamanlarda bende yakın tarih merakı oluştu. Türk-Amerikan ilişkileri, Türkiye solunun tarihi, 28 Şubat, Ecevit filan.” (A.g.y., 11 Kasım 2020)

Güncel siyaset ile ilgili çarpıcı birkaç koşutluğa dikkat çekelim:

Saray’ın giderek artan baskısı ve özgürlük ihlalleri ki, Nisan 2017 referandumundan sonra daha da belirgin biçim alacaktır, Lakoz’u hareketlendirir. Velinimetlerinden kuramsal hizmetini esirgememelidir: Özgürlüğün Batı toplumlarına özgü, bireysel gelişim temelli bir kavram olduğunu, bizde ise, tevhit temelli adalet kavramının öncelikli sayılması gereğine işaret eder (A.g.y., 20 Eylül 2017). İslam’da demokrasi olmadığı savına karşı ise, konunun İslam ile değil, Müslüman olmayan ülkeleri de içerecek biçimde (Rusya, Çin) Doğu ile ilgili bir durum olduğunu vurgulayarak (24 Ağustos 2018), İslam’ı ve Saray’ı aklamış olur. Özgürlük ve demokrasi yerine adaletin bize daha uygun olduğu… Mesaj alınacaktır.

İslamcıların Kasım 2016’da ısıtmaya başlayıp, 2020 Nisan’ında Meclis’e taşıdıkları, büyük tepki sonucu geri çekmek zorunda kaldıkları “Çocuk Gelin” yasa tasarısı, Lakoz’un da gündeminde olmalı ki, daha Meclis’e gelmeden, “Eskiden 17 yaşında üç çocuklu olunurdu. Şimdi 30 yaşında hâlâ çocuksuz. Zira kapitalizm para harcamanızı istiyor” diyebiliyor. (A.g.y., 15 Şubat 2019). Kerata, konuyu kapitalizm üzerine yıkarak, islamcı gerici kültürü gizlemenin pratik yolunu bulmaya çalışıyor. En çok kimin elini rahatlatır dersiniz?

Aynı yaklaşımı kadın cinayetleri konusunda da görüyoruz:

“Gündemde bir kadın cinayeti var. Bizim gündemle ilişkimiz yok ama, bu defa birkaç şey söyleyeyim: Asıl sorun,… kapitalist üretim ilişkileri.” (A.g.y., 23 Ağustos 2019)

Saray, imam-hatipleri örnek okul olarak gösteriyor, çoğaltıyor. Lakoz durur mu?:

“Eğitim ya teke tek olur, ya da, medrese veya Batı’daki dini okullardaki gibi az sayıda öğrenci ile.” (A.g.y., 15 Şubat 2019)

24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ile Saray’ın DOB ve DT üzerinde tek otorite haline gelişi ve bu kurumların yönetim yapılarını değiştirme iradesi ortaya çıkınca, doğan tepkiler karşısında, hemen Saray’a desteğini haykırıyor:

“Geçen hafta, DT kapatıldı, Opera kapatılıyor gibi haberler çıktı. Medyada son yıllarda anormal dezenformasyon var. DOB Genel Müdürü Murat Karahan açıklama yaptı. Doğru söylüyordur. Murat Karahan’ı tanırım; sohbet etmişliğimiz vardır… Yürütme değişti. Yürütmenin başı artık cumhurbaşkanı. [Bu kurumların] nereye bağlı olduğundan çok, nasıl çalıştığı önemli. İsterseniz, Sular İdaresi’ne bağlayın.” (A.g.y., 13 Temmuz 2018)

Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri 2017’den itibaren görünür bir şekilde bozulmaya başlar, 2018 Ekim’indeki Kaşıkçı cinayetiyle kriz doruğu yakalar. Lakoz kayıtsız kalmaz:

“Suudi Arabistan’ın durumu çok feci.” (A.g.y., 3 Ocak 2018)

“Kâbe’ye çok yukarıdan bakan saat kulesi edepsizliktir. Kâbe’nin olduğu yerde daha yüksek bir bina yapılabilir mi ya? Her taraf beton, taş kaplanmış. Bence saygısızlık. Osmanlı döneminde, tren yolu o bölgeden geçerken, Peygamberimizin mezarı yakınından geçerken, rahatsız olmasın diye raylara keçe döşendiğini biliyorum. Terbiye diye bir şey var.” (A.g.y., 23 Kasım 2018)

Hüseyin Sermet adlı bir trajedimiz var. Öyküsünün yeri burası değil. Hilafetin kaldırılmış, Arap alfabesinin terk edilmiş olmasına çok içerliyor. Bu kıymetimiz Saray’a biat eden bir avuç klasik müzikçimizden biri. Lakoz’un ıskalaması olanaksız:

“En büyük piyanistlerimizden biri. Belki de başında geleni.” (A.g.y., 1 Temmuz 2017)

Saray’ın, COVID-19’a karşı Çin aşısı SINOVAC’ın “Bize pek uygundur” talimatı üzerine, Lakoz duruma derhal vaziyet eder:

“Ben Çin aşısına güveniyorum. Avrupalı firmalar Çin aşısını kötülüyorlar; piyasa meselesi, ticari nedenler…” (A.g.y., 14 Aralık 2020)

Lakoz’un, sanat yarar için değil, zevk içindir. Bu nedenle zenginlik gerektirir, sözlerini duyunca, (29 Nisan 2020), eyvah, bu durumda bizde sanat yapılamaz; fakiriz, karamsarlığına kapılmayın:

“Hükümet geçen gün ne dedi? Tüm ticaret dursa bile, Türkiye’yi doyuracak iki yıllık gıda varmış.” (A.g.y.)

Saray’ın Gezi olaylarını “darbe teşebbüsü” olarak nitelediği biliniyor. Lakoz da, imalı biçimde, aynı komplo teorisine yazılmakta gecikmiyor:

“11 Eylül çok enteresan bir olay. Bana kalırsa, Gezi olayları çok çok ilginçti. Yıllar sonra üzerinde bayağı çalışılacak. Çok ilginç. 15 Temmuz darbe girişimi çok enteresan bir olay. Türkiye direkten dönmüş oldu.” (A.g.y., 25 Mart 2020)

Gerçekte, her üç olayın, “ilginç/enteresan” sıfatları üzerinden aynı anlam alanına yerleştirilmesi, mesajı yeterince açık hale getiriyor.

Lakoz Bertan altın formülün peşinde

Kurulum sürecine altın formül aranıyor. İslamcı kültür unsurlarını, laik cumhuriyetinkiler ile aynı kaba istifleyebilecek bir formül. Şizofrenik modellemeler dışında, tarihsel anlamda bunun olanağı yok.

Ama böyle dedin mi, sipariş de yok…

Lakoz düşünür; en kestirme yol, İslam ile materyalizmi eşleştirmek. Oradan, islamcılık/laik cumhuriyetçilik birlikteliğine sıçramak daha kolay olur:

Önce, diyalektik ile islami tevhidi kucaklaştıralım:

“Diyalektik nedir? Her şey birbiri ile ilgili. Yani, tevhid.” (A.g.y., 27 Eylül 2019)

“Her şey zıttıyla kaimdir de tasavvufidir. Yani, zıtların birliği. Diyalektiğin yasaları hiç ummadığımız yerlerde, dinde, mitolojide [karşımıza çıkıyor]” (A.g.y., 3 Haziran 2020)

Simdi materyalizmi ekleyelim:

“Berkeley, “Fizik dünya yoktur, biz var gibi algılıyoruz” diyor. Tasavvufta da,”Âlemlerin aslı hayaldir… Âlemler varlığın kokusunu bile almamışlardır” deniyor. [Yani, fizik varlık yoktur]. İslam’da ehl-i sünnet akaidinin ayırıcı özelliklerinden biri, fizik dünyanın kabul edilmesidir. [Tasavvufun tersine], ehl-i sünnette fizik dünya vardır, kıyamet ile yok olacak ve yeniden yaratılacaktır.” (A.g.y., 24 Haziran 2020)

Ekledik de, tasavvuf güme gitmedi mi? Tasavvuf materyalizm karşıtı, İslam materyalizm yandaşı oldu. Oysa Lakoz, “Bana kalırsa, dinin esası tasavvuftur” demiyor mu? (13 Ocak 2021)

Yahu, armudun sapı, üzümün çöpü! Neyse ne… Adam sosyal bilimler doktoru; bir bildiği vardır. Siparişi kaptı mı, kapmadı mı, sen ona gel. Kalanı teferruat.

Peki, diyalektik materyalizm ile İslam’ı nişanladın diyelim. Evrim teorisi ne olacak? Determinizm ne olacak?

Devir “kazan-kazan” devri. Biraz İslam, biraz da Marx fedakârlık yapar, ihale sonuçlanır.

Nasıl?

Örneğin, Evrim konusunda İslam anlayışlı olabilir:

“Kur’an’da Âdem’in yaratılışı semboliktir. Zaten, “misallerle anlatıyoruz” diyor. O nedenle, Evrim teorisine karşı değil.” (A.g.y., 18 Aralık 2018)

Aynı anlayış Marx’tan da beklenmeli:

“Karl Marx diyor ki, toplumsal, ekonomik gelişimin belli bir evresinde insanlar kendilerinden tamamen bağımsız üretim ilişkilerine girerler. Tamam da, nasıl girerler? Bu kanunu kim koymuştur? İbn Haldun bu noktada çok ilgi çekicidir. Onda İslam akidesi ile sosyoloji bir aradadır. Kader düşüncesi de çok önemlidir. İlk başta nasıl ölçülüp biçildi? İnsan ya da toplum çizgisindeki bazı değişiklikleri Allah belli yasalara bağlamış değil mi? Bizzat kendisi mi değiştirecek yani? Bu akidenin aslına baktığımızda, materyalist açıdan ortaya koyacağımız tespitleri dışlamadığını görüyoruz. Çoğu zaman tersi zannediliyor, bu da, günümüzde, Müslüman camiayı bilimden, dünyadan ciddi manada koparıyor.” (A.g.y., 13 Ocak 2021)

Yani, İslam diyalektik ve tarihsel materyalizmin bütün yasalarına uygundur. Çok küçük bir ekleme yaparak, altın formüle ulaşılabilir; bu yasaları Allah koydu, dersiniz olur biter. Kendi koyduğuna göre, değiştirmez de. Yani, diyalektik ve tarihsel materyalizmin yasaları ölümsüz olur. Böylece, sizin de işiniz görülür. Determinizm konusunda da hiçbir sorun çıkmaz:

“Allah her şeyi neden-sonuç ilişkisine bağlamış.” (A.g.y., 6 Ocak 2021)

Cümleten gözümüz aydın!

Lakoz Bertan ekran gülü oluyor

Menzil Tarikatı sevdalısı Serdar Tuncer’in kanalında İslamcı Lakoz Bertan: Sürpriz mi?

Libretto ihsanı ile beraber, Lakoz’u ekrana taşıyıp, görünür kılma işlemi de hız kazanır. En mutlu olduğu, kendini en iyi gerçekleştirdiğini düşündüğü yer ekrandır. Menzil Tarikatı’na yakınlığı ifade edilen Serdar Tuncer adlı bir islamcı yağız, 2021 başında MyMecra adlı bir Youtube kanalı kurar. Envai şeriatçının merasim geçidi: Yusuf Kaplan, Ömer Tuğrul İnançer, İbrahim Kalın, Hayati İnanç, Zeynep Işık Büyükbay, İhsan Fazlıoğlu vb. Girip bir göz atın. İşte, bu kanalda, Lakoz da, 14 Şubat 2021’den itibaren, haftalık bir program hazırlayıp, sunmaya başlayacaktır: Bakışlar. O artık bir ekran yüzüdür. Cennetini bulmuştur. İslamcı söylem ve ton yatay keser; ekran/radyo bütünlüğü sağlanır. Bir süre sonra radyoya artık gereksinim kalmayacaktır. Görsellik ile celebrity çok daha dosttur.

Bakışlar programı başlıklarından bazıları: Kitaplar Neden Peygamber ile Gönderildi? (21 Şubat 2021), Peygamberimiz [SAV] Eşyalarına Neden İsim Verirdi? (4 Temmuz 2021), Kıyamet Kopacağı Zaman Neden Sur Üflenecek? (8 Ağustos 2021), İnsan Nasıl Şeytanlaşır? (29 Ağustos 2021), Abdülkadir Geylani Hazretleri Dindar Mıydı? (19 Eylül 2021) vb.

Sinan librettosunun kime, ne amaçla verildiğini, nasıl bir zihniyetin kaleminden çıktığını, olup bitenin asla tesadüf olmadığını bir kez daha vurgulamak için, program konuşmalarından bazı bölümler verelim.

“Hakikatin ve hayatın” laiklik adı verilerek, dinsel ve dinsel olmayan diye ikiye bölünmesini, islamın “tevhit” (birlik) anlayışı çerçevesinde hiç uygun bulmuyor, Asr-ı Saadet’in örnek olması gereğine dikkat çekiyor. “İlim ile irfan”, yani, bilim ile din de aynı ”tevhit” ilkesine yaslanıyorlar:

Avrupa’da din toplumsal, ekonomik hayattan çıkarıldı. Bir tür meczup gibi, deli gibi, bir kenarda istediğini yapabilir [dendi]. Cenâb-ı Peygamber (SAV) Hazretleri’nin şöyle bir hayatına bakalım. Din dışında herhangi bir şey söz konusu olabilir mi? Olamaz. Hayatın zaten kendisi din… İlim ile irfan yukarı çıktıkça birleşir. Zahir ile batın da. Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî Hazretleri talebeleri ile yolda yürürken bir köpeğe rastlıyor. Köpekle bakışıyorlar. Yürümeye devam ediyor. Gözleri doluyor, ağlıyor. Talebesi nedenini sorunca, “köpeğin sözleri beni ağlattı” diyor. Bunu anlamak için, maneviyatta, ruhaniyette epey yüksek seviyede olmak lazım… Din hakikatin kendidir, öyle olunca, dindar, din kavramlarına da gerek olmaz zira onların dışında hakikat olmaz.” (Bakışlar, MyMecra, 19 Eylül 2021)

Köpeğin sözlerini anlamayan angutların, olsa olsa laik olabileceklerini kabullensek bile, çok daha kötüsü var: Tevhit algınız ne kadar düşükse, hafazanallah, şeytanlaşma riskiniz o oranda yükseliyor:

“İslam tevhid dinidir. Çeşitli medreselerde, ilahiyat fakültelerinde okuyanlara bunun üzerinde ciddi şekilde durmalarını öneririm. Kur’an da zaten birleştirmek, toplamak demektir. Bu bizi aynı zamanda selâmete de götürür; selâm ismine götürür Allah’ın. Selâm, cennet yaşamının özelliğidir. “Rab’den onlara selâm ismi ulaşır” diyor ya âyet-i kerîmede… Bütün yollar tevhide çıkıyor. Tevhid bağlamının dışında olmak şeytaniyet vasfıdır.” (Bakışlar, MyMecra, 21 Mart 2021)

İçiniz rahat olsun; dayanak çok sağlam; İslam o derece ileri ve çağdaş ki, tevhid’i artık modern bilim dahi kabul ediyor:

“Din aynı zamanda kâinatta, âlemlerde var olan sistemin ismidir. Allah’ın yaratma sisteminin adı aslında. Yani, tabiat, kâinat yasaları dediğimiz şey dinden ârî değildir. Biz nasıl kul olarak dine tabiysek, boyun eğiyorsak, tabiatta olup bitenlerin de kendilerini var eden güce kulluk ettiklerini görüyoruz. Peki, kendi yasasını kendi ortaya koyan yok mu? Var: Allah.

İslamiyette organik, inorganik tabiat ayrımı yoktur. Hani hadis kitaplarında karşılaşırız, Peygamber Efendimiz (SAV) kişisel eşyasının bazılarına isim verirmiş, isimle hitap edermiş hatta. Diyelim ki bastonuna, hırkasına, sarığına. Biz bunu güzel ahlâk örneği olarak ele alıyoruz. Neden? Çünkü anlayamıyoruz, o noktada değiliz. Oysa bu hareketin hiç şüphesiz ki, çok çok farklı ve derin, bizim anlayışımızın çok ötesinde bir takım sebepleri var. Naçizane görüşüm, eşyaya ad verilmesindeki hikmetlerden biri organik, inorganik doğa arasında bir ayrım olmadığının Peygamber Efendimiz tarafından hakka’l- yakîn yaşanıyor olmasıdır. Zaten günümüz bilimi de artık organik, inorganik ayrımı yapmamaya başladı… Din olmadan, yani, yasa, borç, kulluk olmadan hayat olmaz.” (Bakışlar, MyMecra, 4 Temmuz 2021)

Tamam da, tevhit’in müzik ile ilişkisi ne ki?

Sende laiklik hastalığı olduğu için kafan basmıyor. Radyoda anlatmıştı, bir kez de ekranda izle: Doğu-Batı müziği, teksesli-çoksesli müzik ayrımı diye bir şey yok. Tevhit gereği, tek bir müzik var:

“Doğucu, Batıcı; bunlar çok yapay ayrımlar. Tabiatta Doğu ve Batı diye bir ayrım yok… Bir insan Bach’ı sevip, Itrî’yi sevmiyorsa, ben onun Bach’ı bilip bilmediğinden şüphe ederim.” (Çat Kapı, MyMecra, 27 Haziran 2021)

Müziğin doğusu batısı olmaz. Coğrafyaya hapsolmamalıyız.” (Bakışlar, MyMecra, 27 Haziran 2021)

Şey… Yani, Bach ile Itrî aynı mı oluyor bu durumda?

Bittabi. Çünkü aynı Allah’a inanıyorlar:

Bach klasik Batı müziğinin gelmiş geçmiş en büyük bestecisi. Koyu dindar. “Tanrı’yı hoşnut etmek, onun rızasını kazanmak için beste yapıyorum” diyor. Her eserinin sonuna el yazısı ile, “Zafer Allah’a aittir” diye not düşer. Bizdeki, “Lâ Gâlibe İllallah”ın karşılığı. Bu eserleri dinlerken dikkatli olmalı. Yani, çok yabancı görüp, bu Batı müziğidir demeden önce, iki üç defa yutkunup, ona göre hareket etmeli. Hiç ummadığınız işler dönüyor olabilir. “İch habe genug” kantatı, aslında, “Allahım senden razıyım” diyor. Dolayısıyla, bizde inanılmaz derecede paralellikleri, izdüşümleri olan bir dille, bir görüşle karşı karşıyayız… Son eseri “Füg Sanatı”nı tamamlamadan öldü, denir. Aslında öyle değil. Koyu dindarlığı nedeniyle eseri tamamlamadı. Yani, dedi ki, “mükemmel olmak bizim işimiz değil, biz kuluz”. Eserinin mükemmel olmasını istemedi, ucu açık, yarım kalmış olmasını istedi.” (Bakışlar, MyMecra, 6 Haziran 2021)

Batı dediğin yer zaten rezillikler manzumesi. “Bach’ı, Mozart’ı kendileri öldürdü” (Bakışlar, MyMecra, 6 Haziran 2021). Dini bir kenara itip, laiklik diye bir şey çıkartmalarının tek nedeni, alışveriş yapılmasının önünü açmaktı. Kadın özgürlüğü teraneleri falan hep bununla ilgili. Oysa İslam, kadını evde tutarak anti-kapitalist mücadeleye omuz veriyor. Yani, külliyen ilerici:

”Rönesans, Reform dini süpürdü. Çünkü kapitalizme kul değil, müşteri lazımdı. İnsanları sokağa salarsanız, AVM’leri doldururlar. Oysa kadınların evde olduğu, insanların zikirle meşgul olduğu bir dünya düşünün. Orada alışveriş falan ortadan kalkar… Yani, tam Müslüman olunca, kesinlikle anti-kapitalist oluyorsun.” (Çat Kapı, MyMecra, 27 Haziran 2021)

Biz Batı’yı taklit edip, laiklik gibi, İslam’ın “tevhid akidesi”ne karşı olan kuralları kabul etmekle büyük yanlış yaptık. Batı’nın, bir yere kadar, dine karşı tavır alması doğal kabul edilebilir. Çünkü onların dini  “katolizm (?) çok mutaassıp, akla, vicdana uygunsuz pek çok yaklaşım içeriyor. Biz bunları islamiyette görmüyoruz. İslamiyet ile Hristiyanlık arasında çok çok büyük farklar var.” (Bertan Rona ile Duyuşlar, 3 Mart 2021). İşte, bu nedenle, laikliğe falan gerek yoktu:

“Cemil Meriç merhumun muhteşem bir sözü “Avrupalıların kendi dinleri için yaptıkları eleştiriyi, biz kendi dinimiz için de geçerli sandık.” [Oysa onların dini ile bizimki] o kadar farklı ki…” (Çat Kapı, MyMecra, 27 Haziran 2021)

Peki, ne yapalım? Artık olan oldu. Bundan sonrası için üzerinde en fazla durmamız gereken ne olmalı?

Şu:

“Bana deseler ki, Bertan senin beş dakikalık ömrün kaldı, bütün insanlığa ve İslam âlemine bir vasiyette, tavsiyede bulun. Söyleyeceğim iki şey olurdu: 1)Muhâlefetün li’l- Havâdis kavramına dikkat edin. Bunu hiç düşünmeden yaşıyoruz… Allah’ın zatı üzerinde düşünmek şirktir…Hazreti Ebubekir’e Peygamber Efendimiz ne diyor?: “Sizde şirk karıncanın ayak sesinden daha gizlidir.”Bu meseleyi iyi düşünmek lazım. 2)Ahir zaman. Sanki ahir zaman hadisleri hiç yokmuş gibi davranıyoruz. Sanki içinde yaşadığımız çok normal bir dönem, her şey olması gerektiğiymiş gibi. Halbuki anormal bir dönem olduğu zaten [hadislerde] söylenmiş, işaret edilmiş. Ahir zaman ile kapitalizm sonrası dünya kastediliyor hadislerde. Dininizden dönün de demiyor, şeriat uygulamayın da demiyor. “O gün közü elinde tutmaktan daha zor olacak” diyor. Öyle değilmiş gibi yaşıyoruz. İşte bu olmaz…” (A.g.y.)

O halde, en önemli sorun, kıyametin kopmasına artık sayılı günlerin kalmış olması mı?

Bittabi. Lakin, çözülmesi gereken çok önemli bir mesele daha var:

“Neden kıyametin kopacağını bize işaretleyen haber, sinyal ya da ses, acaba bir sayiha şeklinde değil de, bir enstrüman, sur şeklinde, bir aletten gelecek?” (A.g.y.)

Çünkü,“Kıyamet kopacağı gün sura üflenecek. Yani, neden meleğin sesi değil de, sur adı verilen bir enstrüman söz konusu? Bazı ayetlerde geçer, “bir sayha ile yok oldular”. Sayhadan kastedilen Cebrâil Aleyhisselâm’ın çığlığı… Din dolaysız olanı tercih eder. Vokal olan dolaysız, enstrümantal dolaylı olduğu için aralarında hep bir karşıtlık olmuştur vb.” (Bakışlar, MyMecra, 8 Ağustos 2021)

Sanırım, yeterli. Fazlası dayanılırlık sınırını zorlar.

Lakoz’un beklediği kıyamet ile ilgili bilmediği bir hususu da biz söyleyelim: Çoktan koptu. Laik Cumhuriyet düşmanı böyle bir mahluka, adında Atatürk olan simge bir kültür merkezinin açılışı için libretto siparişi verildiği gün.

Lakoz Bertan özel sektörde libretto hocası oluyor

Tesadüf bu ya, Sinan ihsanı ile şereflendirildikten sonra, bir yandan Mymecra ile islamcı ekrana yönelirken, aynı tarihte, Senaryo Stüdyosu adlı liberal ekranda libretto dersleri vermesi için teklif alır. Yaşamında yalnızca tek bir opera librettosu yazmış, o da ancak ilk ve ortaöğretim öğrencilerince tüketilebilir olan birini böyle bir işe angaje etmenin mantığı nedir? Bu işin başında bulunan Levent Kazak Hekimoğlu’nu izledi mi acaba? Opera ile yakınlığı var mı? Adam yıllardır senaryo/kurgu işi içinde, Hekimoğlu metnine göz attıysa, Lakoz’un zayıf karnının tam da kurgu/anlatı olduğunu hemen görmüş olması gerekir.

Gerek var mı? Lakoz’un meşruluğu Saray’da tescil edilmedi mi? Yetmez mi?

Daha da tuhafı; bu Stüdyo’da herhangi bir şeyin dersi verilmiyor ki, libretto dersi verilsin…

Peki, ders verilmiyor da ne yapılıyor?

Sponsorlara hikâye satılıyor. Kendi deyimleriyle, “hikâye ajansı.

Yani?

Yazar, senarist, librettist olmak isteyenlere gerekli donanımı sağlayacak temel bir eğitim verilmiyor. Zaten bu eğitimi almış olan amatör kişiler, hazırladıkları öyküleri getiriyorlar. Gözden geçiriliyor. Gerekirse, sağı solu düzeltiliyor ve ürüne yapımcı bulunuyor. Stüdyo da komisyonunu alıyor. Bunun adına, “ürün geliştirme odaklı” çalışma deniyor. (Rominight, Medyascope, 25 Mart 2021)

İyi de, sinema, tiyatro, dizi film için falan gelenler eyvallah; bu alanlardaki yapımcıların hepsi özel sektörden. Opera öyle değil ki. Holding operası yok. Opera devletin. Bu durumda, devlet operasına libretto satmak için bu ajansta staj mı yapılacak?  “Satılabilir libretto” kararını Lakoz mu verecek?

Boş ve salak sorular sorma! Sayın Bertan Rona’nın, yerli ve milli operamızın bir numaralı librettisti olma vasfı, Saray tarafından tescil edilmiş bulunmakta. Koskoca AKM onun librettosuyla açılacak. Böyle bir kıymeti kadromuza katmanın ticari değerini anlamıyor musun? Ayrıca, librettoda pişer, sinemaya, diziye de düşer…

Anladınız, değil mi?

Bu Senaryo Stüdyosu’nun Lakoz’a başka yararları da var. Belki de en önemlilerinden biri, imaj düzeltme operasyonu için epey işlevsel olması: Lakoz hem islamcı Mymecra, hem de liberal Senaryo Stüdyosu’unda aynı anda çalışmaya başlama nedenini şöyle açıklıyor:

Türkiye’de ilk kez libretto dersi verilecek. Zaten librettist de yok. Her iki kesime de bir şeyler vermek istiyorum. Onları birbirlerine yaklaştırmak istiyorum.” (Bertan Rona ile Duyuşlar, Radyo Gerçek, 13 Ocak 2021)

Her iki kesimden kasıt?

Mymecra islamcı olduğuna göre, Senaryo Stüdyosu da laik oluyor. Böylece, bizim Lakoz bu iki kesimi opera üzerinden birleştirecek. Senaryo Stüdyosu’ndan bakarsan laik, ilerici; Mymecra’dan bakarsan islamcı, şeriatçı.

Anlayacağınız, kurulum mantığının bildik versiyonlarından biri.

Tabii, bir de, taşra enteli Lakoz’un, islamcı dostlarının siyasal kıyamet günlerinin uzak olmayabileceği varsayımını dikkate alarak, “Ben sanatçıyım, siyasetle falan ilgim yok. Zaten bu iki mecranın da siyaset ile ilişkisi yok.” (A.g.y.) şeklinde imzaladığı imaj düzeltme poliçesini cebinde taşıma arzusunu unutmamak gerek.

Zavallı kasaba kurnazı!

Son bir soru: Bir insan, üstelik kamuya açık biçimde, hiçbir etik kaygı yaşamadan, bu kadar kısa aralıklarla, bir söylediğinin tersini nasıl ileri sürebilir?

Son bir yanıt: Bu cinse kıkırdak omurgalılar denir. Metrekareye düşen oran itibariyle ülkemiz bu cinsin zengin bir popülasyonuna sahiptir. Ama, bundan daha önemlisi, bu davranış biçimini temellendiren kıkırdaklık kuramı’na soldan meşruluk kazandırılmasıdır.

Olamaz! Hadi, islamcıların takıyye ve tövbe’sini anladık. Bu iş sola nasıl bulaşır?

Can Yücel ile…

Saçmalıyorsun..!

İnanmıyorsan, Lakoz’u dinle:

“[Son] Dört yılda söylediklerim içinde şu an kabul etmeyeceğim şeyler de vardır. Olsun; insanın düşünceleri değişir.” (Duyuşlar,17 Şubat 2021)

“Geçmiş bölümlere bazen baktığımda, “Bu anlatan ben miyim?” diyorum, zaman zaman. Hayat herkesi değiştiriyor. İnsanın düşünceleri değişebiliyor. Bundan da korkmamak lazım. İnsan bazı düşüncelerini değiştirebilir, bazen hatalı şeyler söyleyebilir, sonradan dönüp baktığında. Fakat biz, yapı olarak, bu hakkı kimseye tanımak istemiyoruz. Kendimize hiç tanımıyoruz zaten. Şair Can Yücel’e sormuşlar: “Eskiden bu konuda farklı söylemişsiniz.” “Halt etmişim!” diyor. Halt etmekten korkmamak gerekir.” (A.g.y., 14 Nisan 2021)

Artık, kıkırdak omurgalıların Sinan kepazeliğine geçebiliriz.

[email protected]

YARIN: SİNAN MI, SÜLEYMAN MI? ATATÜRK MÜ, ERDOĞAN MI? (9)