GÖRÜŞ | Güvenlik ikilemi ve savaş koşullarını aşan yeni bir dünya düzeni

Dayanışma Meclisi üyesi hukukçu akademisyen Neval Oğan Balkız soL için yazdı: Güvenlik ikilemi ve savaş koşullarını aşan yeni bir dünya ve yeni bir düzen oluşturmak!

Neval Oğan Balkız

Victor Adler 1914 yılında Viyana’da, 1. Dünya Savaşının gelişini karşılamak için şenlik içinde yola dökülen halkı görünce; “tüm dengesizler, tüm deliler sokaklara çıkıyor, gün onların günü…Savaş, her türlü içgüdüye, her türlü cinnete ardına kadar yer açıyor!...Savaş, uzun süren bir deliliktir” saptamasında bulunur¹.

Susan Sontag, bu “delilik” halinin ve “yol açtığı cinnetin” sonuçlarını; “savaş yırtar, savaş parçalar. Savaş iç deşer, savaş bağırsakları söküp boşaltır, teni yakıp kavurur...Savaş yıkıp yok eder” diye tanımlar².

Günümüzde Irak, Suriye, Yemen, Libya, Afganistan ve şimdi de Ukrayna’daki savaşlar, yerkürenin Somali, Nijerya gibi kimi bölgelerinde yaşananlar, Filistin’de olduğu gibi ‘sürekli bir savaş’ halini alan çatışmalar “bu delilik halinin” 21.YY’ da sürecek bir gerçeklik olduğunu gösteriyor! Aynı zamanda, uluslararası ilişkiler alanında belirleyici olan ve “siyasal gerçekliğin özünde güç ve güç dengesi vardır” anlayışına dayanan realizmin³ (siyasal gerçeklik söylemi) ve temel aldığı realist güvenlik tanımının sonuçlarından biri olarak, yeni çatışma ve savaşların yaşanabileceği bölgelerin sayısının her an giderek artacağını da ortaya koyuyor.

Yeni egemenlik savaşı çağı

Zira bu yüzyılda, sermayenin çıkarlarının küreselleşmesinin önünde ulus devletin toprak temelli sınırları, ulusal sınırlar içindeki politik ve ekonomik tekeller, aşılması gereken en önemli engeller olarak görülüyor. Dolayısıyla, “toprak temelli egemenlikleri aşan küresel bir piyasanın içinde, ‘özneleşmeyen’ ulusal egemenliklerin (devletlerin) savaşla disiplin altına alınmasının”⁴ amaçlandığı, savaşın sürekli küresel gündeme oturduğu “yeni bir evre”⁵, yeni bir egemenlik savaşı çağına girmiş bulunuyoruz!

Bu yeni evre sürecinde yirminci yüzyıl realizmi; devletlere ve devlet dışı güçlere, meşruiyet araçlarına, demokrasi ve insan haklarına dayalı (ülkelerde yaşanan çatışma ve iç savaş koşullarının sona erdirilmesi, ülkelerin demokratik kurumları gerçekleştirmedeki yetersizlik ve/veya az gelişmişlik kapasitelerini arttırma, insan hak ve özgürlüklerini koruma, demokratik bir ortam tesis etme, gıda yardımı, insani yardım, mağdur kitleleri koruma vb.) müdahale gerekçelerine bile gerek duymadan ve uluslararası hukuk ilkeleri ile kurumları karşısında bağlılık ve sorumluluk taşımadan “sürdürülebilir çıkarları”, sömürgeci ideolojileri ve hegemonik üstünlük sağlama amaçları için dogrudan müdahale ve hareket etme olanağı yaratmış bulunuyor⁶.

Bu doğrudan hareket etme olanakları içinde büyük güçler; kendine bağlı ve/veya bağımlı yeni yönetim biçimleri oluşturma, kendi yönetim ve denetiminde tampon bölgeler ve fiili erk alanları açma, açmış olduklarını koruma, enerji, hammadde ve pazar kaynakları temelinde ekonomik, ticari , stratejik ve askeri çıkar ortaklıkları geliştirme, gözlem ve barış gücü adı altında askeri kontrol merkezlerini çoğaltma vb. girişimlerle, sürekli bir hegemonya restorasyonu ve yenilenen bir paylaşım mücadelesi içinde bulunuyorlar. Bütün bu girişimlerde “söz konusu olan, küresel düzeyde bir kontrol toplumunun zorlanması ve oluşturulması, tekil politik rejimlerin, hegemonik üstünlüğü belirlenmiş dünya düzenine bağlanması” dolayısıyla, “kapitalist küreselleşme sürecinin ve bu sürecin kendi risklerine ve krizlerine karşı korunmasının sağlanmasıdır!” Dolayısıyla günümüzde yaşamakta olduğumuz savaş süreçleri de; ABD hegemonyası altındaki emperyalist sistemin krize girmiş olması, küreselleşmesinin gerilemesi, sistemin bütünlüğünün bozulmaya başlaması sonucunda, hegemonyanın restore edilmesi amacıyla, bugüne kadar paylaşılmış kaynakların, bölgelerin, pazarların yeniden paylaşılmasının gündemde olmasının sonuçlarıdır!

Bu nedenle “günümüzde savaş, sadece bir cephede değil; herhangi bir an, herhangi bir yer ve herhangi bir koşulda, ortada bütün dünyanın olduğu topyekûn bir savaş şeklini alıyor.”⁷

ABD’nin (ve Avrupa Birliği’nin), Gürcistan’ı ve Ukrayna’yı Nato’ya dahil etme girişimleri, uzun dönemdir bu ülkeleri sürekli bu yönde kışkırtmaları, Baltık bölgesinden Orta Asya’ya kadar uzanan bir Nato kuşağı oluşturarak Rusya’yı tecrit etme, kuşatma ve giderek parçalamaya dayalı, dünyada oluşmakta olan bölgesel ve küresel yeni ittifakları ve güç merkezlerini, bütünüyle kendi hegemonyası altında oluşturacağı ‘yeni bir dünya düzeni’ içinde ‘hizalamaya’ yönelik politikası/paradigması ile; Rusya’nın bu girişimlere son verilmesi çağrılarının ve talep ettiği güvenlik temelli garantilerin karşılanmaması sonucunda, ‘çıkarlarını korumak’ gerekçesiyle karşı karşıya gelmiş oldukları cephede (şimdilik Ukrayna) “ortada bütün dünyanın olduğu topyekûn bir savaş” sürmekte!

Savaş kaçınılmaz 'politik bir araç' değil, bir tercihtir

İnsanlık tarihinin hemen her döneminde hakim olan “propagandacı yaklaşım” savaşı, “devletlerin veya insan topluluklarının birbirleriyle ilişkilerini belirlemede başvurdukları bir araç” olarak kurguluyor. Bu kurguyu oluşturanlar, savaş nedenlerini ortaya koyarken; her türlü savaşa haklı ve meşru temeller oluşturmaya, ahlak ve siyaset felsefesi argümanlarıyla da güçlendirmeye çalışırlar. Hatta bunların çoğu, geliştirmiş oldukları “adil savaş” ile “adil olmayan savaş” tanımlamaları ile savaşa, adalet kavramı temelinde hukuken meşru bir çerçeve oluşturmaya çabalarlar. Bu yaklaşımın savunucularının, modern devlet tasarımını merkez alarak ürettikleri “realizm/siyasal gerçekçilik” bakış açısına göre; “hemen her savaş, devletin savaşa sırf kendi güvenliğini korumak amacıyla girmiş olduğunu gerekçe göstermesiyle” temellendirilebilir. “Savaş; dış siyaseti ilgilendiren, kullanımı adalet yoluyla değil ancak öngörüye dayalı önlemlerle gerçekleştirilen temel bir araçtır”. Bu yaklaşım savunucularına göre temel sorun; savaşın kendisi değil, devletlerin savaşta güç kullanımlarına belli sınırlamalar getirmek ve bu sınırlar içinde denetlenebilir durumda tutmak konusunda, ortak bir sorumluluk oluşturmak ve bunu uygulayabilmektir. Propagandacı yaklaşım bu temelde barış kavramını da; “ya düşmanlıkların geçici bir süreliğine askıya alındığı, ya da kavga ve çatışmanın olmadığı, savaş çıkma olasılığının artık korku uyandırmaktan bütünüyle çıktığı, o korkulu koşullar içinde süreklilik kazanmış bir huzur!” ortamını tanımlamak üzere kullanır.

Bu yaklaşım temelinde günümüzde ulusal ve uluslararası alanda, her türlü araçsallaştırma, söylem ve paradigma ile “düşmanlık duygusu ve düşmanlık niyeti ”sürekli besleniyor ve değişen durumlara göre yeniden üretiliyor. Bu duygu ve niyet üzerine temellendirilen savaş; savaş kuramcısı Carl von Clausewitz’in tanımıyla⁸; “düşmana irademizi kabul ettirmek, hasmı, irademizi yerine getirmeye zorlamak amaçlı bir şiddet hareketi olarak”; reddedilecek değil, çıkar ve tehdit algılamalarına bağlı olarak, taraf olunması gereken bir eylemliliğe dönüştürülüyor. “Şiddet, kin ve düşmanı yok etme istencinin” taşıyıcısı kılınan bireyler ve kitleler de, günlük yaşantılarında, inandırılmış oldukları “haklılık duygusu ve ahlaksal meşruluk” rahatlığı içinde, “kaynağı hep kendinde olan” bu sürecin tarafı kılınıyorlar.

Dolayısıyla günümüzde savaşlara ve çatışmalara son verilebileceğine hemen hemen kimse inanmıyor. Hatta “barış için mücadele edenler için taşınabilir tek umudu; soykırımları durdurma, savaşan tarafların uyması gereken savaş yasalarını ayaklar altına alıp çiğneyenleri adalet önüne çıkarma ve patlak vermesi muhtemel başka silahlı çatışmalar için görüşmelere dayalı alternatiflerin denenmesi amacıyla baskı yaparak, bazı savaşları önleyebilme ihtimali ile sınırlı kalıyor”.

Savaşın ulusal devlet iktidarlarının işleyişine etkileri

Siyasal gerçeklik kuramını temel alan güç-kudret egemenliğinin belirleyici olduğu uluslararası ilişkiler alanı; bir yandan askeri güvenliği ve askeri gücü esas alarak, salt ulusal çıkar politikalarının rekabetini -her türlü yöntem ve aracı meşru kılarak- arttırıyor. Diğer yandan; “öncelikle, uluslararası sermayenin ve dominant kültürün tüm dünyayı kuşatarak ‘ötekilerini’baskı altına alması şeklinde ortaya çıkan” koşulları kurumsallaştırıyor. Dolaysıyala savaş süreçlerinde, ulusal düzeylerde devlet iktidarlarının işleyiş eğilimleri ve biçimleri de değişiyor, işleyiş mekamizmalarının alanları daha genişliyor, biyolojik yaşamı giderek daha fazla kaplıyor. Böylece, modern toplumda güvenlik, devlet politikasının temel ilkesi, siyaset de buna bağlı olarak “biyosiyaset” haline geliyor. Foucault’un iddia ettiği üzere, iktidar birey ilşkisinde iktidar; merkezsiz, her yerde farklılık göstermekle birlikte ortak bütüncül bir projenin işleyişini takip eden, kendisini yalnızca hukuk üzerinden değil, eğitim, ordu ve fabrikalar üzerinden söylemler aracılığıyla dolaşıma sokan, bireyi yalnızca baskı -boyun eğdirme gibi negatif işlevlerle değil; aynı zamanda üretim, eğitim, ahlak ve yaşam koşullarının yüceltilmesi gibi pozitif işlevleriyle toplumu ve bireyi disipline eden (kontrol/ denetim/ baskı) bir yapıya sahip oluyor⁹.

Dünyada eş zamanlı olarak, bir yandan çok kutuplu politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel bölünmeler gerçekleşiyor, diğer yandan küreselleşme ile bağlantılı olarak “küresel yönetim” ve “dünya iç politikası” gibi tek kutupluluğu ifade eden çelişkili olgular ortaya çıkıyor, paradokslar yaşanıyor. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, azınlıkların korunması gibi ortak değerler, uluslararası politika araçları haline getiriliyor. Bu değerlerin yaygınlaştırılmasına ilişkin çabalar, merkez güçler tarafından merkezi pozisyonların sürekliliğini sağlamak üzere, ince bir retorikle uluslararası kamuoyunu etkilemek ve politik eylemleri meşrulaştırmak için kullanılıyor. Ekonominin işleyişindeki değişimler bütünüyle sermaye birikiminin temel kuralları tarafından belirleniyor. Küreselleşme ve dayandığı serbest pazar ilkeleri “gelişme farklarına dayalı üretimi kurumsallaştırıyor.” Bu düzen; zengini daha zengin fakiri daha fakir hale getiriyor, “güçsüzlerin, emekçilerin yarattığı ürünlerin, güçlülerin kasalarına akmasını sağlıyor, bu anlamda zenginler ve yoksullar arasındaki ayırım keskinleşiyor ve giderek derinleşiyor. Düzenin dayandığı ilkeler, getirdiği talepler ve yarattığı sonuçlar insan haklarının en geniş ihlalini oluşturuyor. Zira bu düzen; “kişilere” (ülkelere ve şirketlere), “başka kişilerin veya ülke insanlarının çıkarlarıyla hatta çok defa temel haklarıyla da çatışsa, kaynaklarını tüketse, çevre felaketerine yol açsa dahi kendi çıkar ve kârlarını korumaya yönelik işler yaparken, hiç kimsenin karışmamasını sağlama amacını taşıyor. Bu kurumsallaştırmayla; tüm ülkeler için, ulusal sınırlar içinde “ekonomik hakların sınırlarını -ister insan haklarına uygun bir şekilde çizen, ister kişisel veya grupsal çıkarlara göre çizen- yönetimlerin -çıkar koordinasyonu dışında- ekonomik ilişkileri düzenleme rolünü bir kenara itmiş oluyor. Böylelikle; kişilerin, sosyal ve ekonomik haklardan yararlanma, bu haklara sahip olabilme koşul ve olanakları zorlaştırılıyor, hatta imkansız hale getiriliyor. Bu koşul ve olanaklar ortadan kaldırıldığı zaman da kişiler; ekonomik ve sosyal haklar aracılığı ile korunan bir takım insan haklarından (sağlık, barınma, eğitim, çalışma, sendika, adil ücret, emeklilik vb haklardan) bütünüyle yoksun bırakılmış oluyor. Bir ekonomik olağanüstü halin-krizin-süreklileştiği (sürekli azalan ücretler, artan kesintiler, sağlık ve eğitim hizmetlerinde kısıntı, iş güvencesinde azalma, sürekli işsizlik, pahalılık, zamlar) yeni bir dönem oluşuyor. Yoksulluk, işsizlik, terör, iklim, göç, yabancılar vb. tehdit kaynakların sürekli arttığı ve kurumsallaştığı, sürekli bir güvenlik kaygısının hakim olduğu ulusal ve uluslararası bir düzlem yaratılıyor. Bu koşullarda devlet gücünü kullanan hükümetler, yalnızca depolitize bir uzman idaresi ve çıkarların koordinasyonundan ibaret bir işlev görüyor.

İnsanları bu tür bir siyasete seferber etmek için kullanılan tek yol, yeni araç ve biçimlerle sürekli ve yeniden üretilen -toplumda farklı olandan korku, göçmenlerden korku, ekolojik felaketten korku, terörden, yoksulluktan vb. korku oluyor. Böyle bir siyaset, korkmuş insanların korkutucu biçimde harekete geçirilmesine dayanmakta, bu amaçla da farklı din, ırk, cins, inanç, vb karşıtı söylemler, siyasetin merkezine oturuyor!

Bu koşullarda “toplumsal bir değer olarak; tehlike, risk, düzensizlik ve korkunun karşıtı olan, koruma, risk yokluğu, kesinlik, güvenilirlik, itimat ile öngörülebirlirlik koşullarının oluşturduğu durum, koşullar bütünü ve bunun yarattığı his olarak” tanımlayabileceğimiz güvenlik, nesnel ve öznel tüm yönleriyle ortadan kalkıyor¹°. Toplumlar, farklı halk kesimleri ve tek tek bireyler savaşı ve çatışmaları, bunların yarattığı yıkımların ve vahşetin görüntülerini, her türlü algı formalarını ortak aklın izleğinden ve etik değerlendirmelerden daha hızlı bir şekilde uzak tutuyor, kişisel ve toplumsal bellekten atıyor.

Oysa:

Savaşın bir durum bir koşullar bütünü olarak, nedenlerini ve sonuçlarını doğru kavramak; bunları rasyonelleştirmeye yönelik çaba ve söylemleri irdeleyerek, bunlara karşı tarihsel ve güncel bir bilinç geliştirmek; savaşın neden ve sonuçlarıyla, halk kesimleri ve toplumlar olarak bize dayatılan koşullar arasındaki bağlantıyı görmek ve anlamak; koşulların bilgisiyle bir davranış ve program geliştirmek, etkili ve kalıcı bir eylemsellik içinde olmak, tüm halklar için ahlaki, felsefi, etik ve siyasi bir varoluş sorunudur.

Bu yolla ancak;

-Savaşa karşı direnmenin taraflardan birinin yanında yer almakla özdeşleştirilemeyeceği ortaya konulabilir.

-Savaşın mantığına, sivil toplum üzerine dayatılan panik rejimine direnmek için öncelikle küresel sermayeye ve onun dünya düzenine direnmek gerektiği kavranabilir.

- Ve kalıcı barış koşullarına, bu koşullara dayalı bir dünya düzenine kavuşma olanağı yaratılabilir.

Savaşların ortadan kalkacağı yeni bir dünya düzeni

Barış “sıcak bir savaşın, kavga ve çatışmanın olmadığı durum”¹¹ demek değildir. “Savaşmama /sıcak çarpışma içine girmeme, düşmanlığı geçici bir süreliğine askıya alma konusunda yapılan resmi bir anlaşma” da değildir. Yalnızca dış siyaseti ilgilendiren ve uluslararası hukukun çerçevelediği koşullar dizini hiç değildir. Barış, insan hakları ile doğrudan bağlantılı bir koşullar bütünüdür. “Bir hukuk durumudur. Bir düzendir. Öyle bir düzendir ki kuruluşu, işleyişi ve ilkeleri dolayısıyla tarafların oluşmasına ve karşı karşıya gelmesine kendisi neden olmaz.”¹²

Böyle bir düzenin oluşturulması, oldukça ciddi güçlükler taşıyan uzun bir süreç şüphesiz. Rousseau’nun¹³ dediği gibi “devletleri egemenlik yetkilerini kullanmaktan gönüllü olarak vazgeçmeye ikna etmek kolay değil... Hatta bu insafsız mahrumiyetlere katlanmaları için onlara teselliler bile önerilmediği bu durumda, bu ikna çok daha güç olabilir”. Ama barış istiyorsak, insanlık olarak bizlere düşen güçlükleri aşacak yollar bulmaktır¹⁴.

Hiyerarşik olmayan, kapsamlı biçimde toplumsal, adil bir ekonomik/sosyal/ siyasal değer paylaşımına ve ortak yarar temeline dayalı, karşılıklı bağımlılık, etkileşim ve işlevsellik temelinde işleyecek, aynı zamanda bir güvenlik projesi de olan bir (“yeninin”) düzenin gerçekleştirilmesi olasılığı nasıl yaratılacaktır?

Zira, Faucault’un yerinde saptamasıyla; “çok ilginç bir zamanda yaşıyoruz; kendimize “bugünümüzün doğası ne? diye sorsak iyi olur. ⁵

Doğru yanıtlar oluşturmak, ancak bugünün doğasını doğru kavramakla olanaklı olabilir. Dolayısıyla bugünün doğasında; ‘bir yeninin oluşmasından söz etmek için’ öncelikle başka bir insan anlayışının yaygınlık kazanmasının gerekli olduğu ortadadır. Bu anlayışın oluşması da; şimdinin ve geleceğin insanın hangi felsefi, etik, siyasi/sosyo-ekonomik ve kültürel değerlere göre tanımlanacağı ve hangi değerler sisteminin geliştirilmesinin gerektiği sorularının yanıt bulmasına bağlıdır. Böyle bir yapı-söküm ile bulunacak alternatif yeni özellikler ancak; paradigmalararası tartışmada dışlanmış olanı dikkate alır; argümanlarını modern toplum ve modernite eleştirileri üzerine kurabilirse, uluslararası ilişkilerin yapısını açıklamakla kalmaz, aynı zamanda temel olarak bu yapıyı ekonomi politik temelde değiştirmeyi amaçlar. Güvenlik tanımını çatışmacı anarşinin bir yan ürünü olarak gören ve kimlik temelli çatışma karmaşıklığını algılamayan realist güvenlik tanımının ve realizmin devleti ayrıcalıklı kılan ve bakış açısını devletlerarası ilişkilerle sınırlayan ekonomik ve kültürel unsurları göz ardı eden ve o ölçüde yetersiz söyleminin aşılmasını sağlayabilir. Böylelikle kazanılacak eleştirel duruş, uluslararası ilişkiler alanındaki yeni realizmin (siyasal gerçeklik) ve kurucu düşünce geleneğinin epistemolojik, ekonomik, sosyo/kültürel felsefi bir eleştirisinin yapılmasına, değişim sağlayacak eylemselliğe yol açacaktır. Bu da ancak Sol’un tarihsel sorumluluğunu yerine getirmesiyle, birey ve toplum davranışlarının değişimini etkileyen unsurları örgütlemsi ve bilgi üreten ve norm türeten güç merkezlerinin alternatiflerini oluşturmasıyla gerçekleştirilebilir.

Kaynakça

1.Victor Adler. (Avusturya İşçi Partisi Lideri olan Politikacı, Psikiyatr Doktor), 21.YY.İçin Einstein, S. Schweber, Gerald Holton, L. Galison, Alfa Yayınları, İstanbul 2013

2- Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, Agora ,2004, İstanbul, s.3.

3. Realizm (siyasal gerçeklik), 20. Yüzyılın ilk yarısında Amerikan idealizmine karşı bir reaksiyon olarak algılanmakla birlikte, temeli, Hobbes’un görüşlerine, Machiavelli siyasal felsefesine kadar uzanır. Siyasal gerçekliğin özünde güç ve güç dengesi vardır. Söylemin yeni temsilcilerinden Spykman’a göre siyasal idealler ve görüşler güç yoluyla desteklenmeden gerçekleşemez. Niebuhr da, ulusal politikanın bir güç mücadelesi olduğunu, ulusal gücün ulusal çıkarların gerçekleştirilmesi bir araç olduğunu savunur. Bkz, Canbolat, İbrahim Savaş ve Barış Arasında Dünya (Korku ve Umut Arasında İnsan), Alfa, 2003, İstanbul.

4. Bir koşullar bütünü olarak, yeni bir egemenlik savaşı çağının özellikleri üzerine bilgi için bkz: “Milliyetçilik ve Irkçılık”, Conatus Çeviri Dergisi, Otonom Yay. Yıl 1 Sayı 2.,2004, İstanbul, s.7.

5. Silvia Federici’i süreci şöyle tanımlamaktadır: “Kapitalist yayılmacılığın bu yeni evresi, şirket egemenliğine dayalı sermaye mantığına tabi kılınmamış herhangi bir ulusal egemenliğin, ekonomik etkinliğin yok edilmesini gerektirdiği için, savaş (sürekli olarak) küresel gündeme oturuyor”. [3] 3- S.Federici; “Savaş, Küreselleşme ve Yeniden Üretim”, Conatus Çeviri Dergisi, Otonom Yay. Yıl 1 Sayı 2.,2004, İstanbul, s.115.

6. ErginYıldızoğlu, “Demokrasi mi? Güvenlik mi?” S. Kinzer ’in“demokrasi yayma düşüncesine romantik biçimde bağlanmışız. Güvenlik ve istikrar konusunu azımsıyoruz” söylemi, “kapializmin demokrasiden kurtulma arzusuna geri dönüşü ifade eder”.Saptaması önemlidir.Cumhuriyet,22.9.2014 http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/121861/demokrasi-mi-guvenlik-mi… UT.4.02.2020

7. Thomas Atzert, Jost Müller, “Sürekli Savaş”,Conatus Çeviri Dergisi, Otonom, Yıl 1, Sayı 2, 2004, İstanbul, s.132

8- İbrahim S. Canbolat, Savaş ve Barış Arasında Dünya (Korku ve Umut Arasında İnsan), Alfa, 2003, s.11-13 İstanbul.

9. Onur Kartal, “İktidarın Bireyin Yaşamı Üzerinde Kurduğu Tahakkümde Hukukun Rolü”, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi (HFSA) 20. Kitap, Haz. H.Ökçesiz, G.Uygur, İstanbul Barosu Yayınları, 2010, s.218.

10. Uluslararası İlişkilerde Çatışmadan Güvenliğe, (Der. M.Aydın, H.Günter Brauch, M.Çelikpaka vd.) içinde “Güvenliğin Yeniden Kavramsallaştırılması”,Hans Günter Brauch,İstanbul bilgi üniversitesi Yay. İstanbul, 2012 s.169

11- 12 İoanna Kuçuradi, Dünya Problemleri Karşısında Felsefe, Ankara, 1988, TFK Yay., s. 67.68.

13. İbrahim S. Canbolat,a.g.e. , s 27.

14. Bkz. Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Teorisi Üzerine Bir Derleme, Hz. Tolga Erdal, Fatih Durmuş, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996, s. 156.

15. Barry Smart,“Postmodern Toplum Teorisi”, (Editör: Mehmet Küçük), Modernite versus Postmodernite, (3.Baskı) Vadi Yayınları, Ankara, 2000, s.317–366.