Cihatçı Hasan, Lakoz Bertan, Terminatör Sinan (5)

Bertan Rona, opera-baleye yerleştirilmeye çalışılan islamcı Truva Atı’dır. Sinan operası librettosunun ona sipariş edilmesi tesadüf değildir.

Melis Gönenç

Şerbetçi’nin aklı sahnede olduğu için oratoryoyu becermesine olanak yoktu ama, operayı kıvırabilir, varsayımından yola çıksak bile, yine hesap tutmuyor. Çünkü, Troya’dan Çanakkale’ye’nin gösterdiği bir başka gerçek, hazır bir metin de olsa, uzun anlatıda Şerbetçi’nin kuyruğu dik tutamadığıdır. Kısa yapıtlarda anlatı özürlülüğünü, orkestrasyon, alıntı, tekrar unsurlarıyla da desteklenen plastik/görsel efekt izlenimi yaratarak kapatmaya çalışır. Ancak, uzun anlatıda bu olanak da ortadan kalkıyor. Süre uzadıkça makyaj akmaya başlıyor.

Müzikal anlatı, yalın bir müzikal düşüncenin seslendirilme ve süslenme sürecidir. Müzikal düşüncede yalınlık bir yetenek işidir. Bunun aynı yalınlıkla dile getirilebiliyor oluşu, daha büyük bir yetenek işidir. En son evre ise, yalınlığın göz kapaklarını ağırlaştırmayan makyajdır. Eğer, yalın anlatı yeteneğiniz yok, ya da sınırlı ise, ya makyajı anlatı yerine geçirirsiniz, ya da, anlatı-makyaj dengesini kararında tutamazsınız. Divan Edebiyatı, makyajın yalın anlatının yerini aldığı bir türdü. Yok olmaya mahkumdu. Çünkü, ne tabaktaki garnitür ana yemeğin yerini tutabilir, ne de açık büfe tabaklarının ömrü uzun olabilir. Yüksek sanatlarda kalıcılığın tunç yasası budur.

Troya’dan Çanakkale’ye, Şerbetçi’nin bir maraton koşucusu olmadığının açık kanıtıyken, operanın altından nasıl kalkacak? “Mehmet Akif’in şiirsel metriği oratoryoya uygun değildi, zorlamaydı, özgür bir librettoyla eli daha rahat olur, ayrıca, tüm sahne efektlerinin sınırsızca kullanılabildiği opera, becerikli bir rejisör yapımı sıkı bir dramatik akış ile, müzikal anlatı zafiyetini çok iyi kamufle edebilir” diyebilirsiniz.

Belki; ama yine de çok iyimsersiniz. Gelin, birlikte izleyelim.

Ve terminatör: Sinan

Sinan operasının taşıdığı simgesel açılım, sanatsal değerinden kat be kat daha önemlidir.

Neyi mi simgeliyor?

1) İslamcı düşünce ve iktidarın, “kurulum” psikolojisi içinde, Laik Cumhuriyet’in en seçkin sanatlarından birine, operaya, yönetsel açıdan yerleştikten sonra, sanatsal anlamda da yerleşme çabasını simgeliyor. Daha önceki denemeler, var olan yapıtlara islamcı/osmanlıcı katkı maddeleri ekleme, yapıtları bu yönde aromatize etme çabalarıydı. Sinan ise, konusunun doğrudan islamcı/osmanlıcı içerik ile belirlendiği ilk islamcı opera siparişi olma özelliği taşıyor. Dolayısıyla, islamcıların ideolojik ve siyasal açıdan güçlerinin doruğunda oldukları bir dönemin sanatsal ürünüdür.

2) İslamcı bir librettist ile laik cumhuriyetçi imajı verilmeye çalışılan bir bestecinin sanatsal düzlemde yan yana gelebileceğini, dolayısıyla, birbirine zıt iki siyasal konumun sanatsal alanda hiç de çelişik durması gerekmediğini simgeliyor. Yani, Osmanlı-Cumhuriyet devamlılığı algısını oturtmaya çalışıyor. Bu ise, özellikle yüksek sanatların siyaset üstü olduğu yanılsamasını körüklüyor.

Sinan, kendilerinden olan librettist Bertan Rona ile, kendilerine en yakın bestecilerden olup, laik cumhuriyetçiymiş gibi pazarlamaya çalıştıkları Hasan Uçarsu’nun birlikte kotardıkları bir iştir. Bu iki isim siyasal konum faklılıklarına karşın, ya da, tesadüfen yan yana gelmiş değildir. Ortak özellikleri vardır: İlki, Ankara dışından olmaları. İslamcılar, Laik Cumhuriyet’in kültürel ortodoksluğunu temsil ettiği için, Ankara’dan hiç hoşlanmazlar; çok daha heterodoks olan Osmanlı’nın başkenti İstanbul ile, kozmopolit geçmişi ve bir zamanlar Menderes’in kalesi olmanın getirdiği liberal kültür mirası nedeniyle İzmir’i tercih ederler. Şerbetçi İstanbul’dan, Lakoz Bertan hem İzmir, hem İstanbul’dandır. İkinci ortak özellik, opera konusundaki yeteneksizlikleri. Cumhuriyet tarihinin, besteci ve librettiste ödenen rakam açısından en pahalı operasının hem müzik, hem de libretto olarak bu derece hımbıl olması başka nasıl açıklanabilir ki? İkisinden biri opera yeteneğine sahip olsaydı, asla birlikte çalışamazlardı. Bir üçüncü özellik ise, para aşkları. Kişilik benzerliklerine hiç girmeyelim. Meraklısı bu uzun yazı içinde yeterince veri bulacaktır.

3) Sinan, islamcıların, Laik Cumhuriyet’in göğsüne sapladıkları medar-ı iftiharları mızrağı simgeliyor. O nedenle, kurulum söylemi olarak, “Bu iş artık böyle yapılacak!” mesajını güçlendirmek amacıyla, rejisörün, tartışmaya olanak vermeyecek ölçüde karşı cepheden ama popüler bir figür olmasına önem verirler. Bu bağlamda, Haldun Dormen akıllıca bir seçimdir. Ancak, 70 yıllık tiyatro geçmişini giderayak, “cihat-cami-cülûs” üçgeninde karartmak istemeyen Dormen, kibarca affını ister. Karşı cepheden başka isimler de vardır ama, hiçbiri Dormen kadar popüler değildir. Yabancı bir rejisör düşünülür. Bu yolla, Sinan’a, “laik/çağdaş kültür içi” imajının yanı sıra, uluslararası/batılı bir meşruluk da kazandırılabilecektir. İtalyan rejisör Vincenzo Grisostomi Travaglini iyi bir seçenek görünür. Daha önce DOB’da başrejisörlük yapmış, ülkeyi ve hassasiyetlerini bilen biridir. Uçuk kaçık işler yapmaz.

Ayrıca, ekstradan iki avantaj daha sunar: Lakoz Bertan’ın librettosunda, Ayasofya yapıldığında, “Roma Kayzeri “Justinianus’un, “Süleyman, seni geçtim!”  dediği yazılı. Bizim Sultan Süleyman da, Süleymaniye’yi yaptırarak Justinianus’u tekrar geçmiş oluyor. Peki, bu Justinianus Roma Kayzeri değil mi? Roma da İtalya’da bulunmuyor mu? O halde, İtalya’dan bir rejisör getirtilip, cami yapımı konulu bir operada çalıştırılsa, Osmanlı’nın güç ve ihtişamı karşısında diz çöken batılı imajı doğmaz, bu da laikçilere kapak olmaz mı?

Vallahi olur!

Diğer avantaj, Vincenzo’nun Ferfecir Hanım’a İtalyanca konuşma olanağı sağlaması.

Yani?

Ferfecir Hanım’ın opera/klasik müzik kültür ve bilgisi, kariyer hırsı ile doğru orantılı görünmüyor. Kendini o dünyaya kabul ettirmesi pek kolay sayılmaz. Hormonlu PR’a gereksinimi var. Opera denen şey öncelikle İtalyanların işi, Ferfecir Hanım da İtalyan lisesi mezunu değil mi? Tamam işte. Vincenzo ile İtalyanca konuşunca sorun büyük ölçüde çözülmüş oluyor.

Vallahi anlamadım.

Kaz mısın hanzo?! Kadın Cumhurbaşkanı baş danışmanı…

Ha, şimdi anladım!

4) Çoksesli müzik dünyasının islamcılar ile barışık olduğunu, Laik Cumhuriyet duyarlılığına sanıldığı kadar sahip çıkmadığını, bu konunun artık rafa kaldırılmış bulunduğunu simgeler. DOB sanatçıları devlet memuru oldukları ve Saray’dan gelen emirler konusunda takdir yetkileri bulunmadığı için, bu değerlendirmenin dışındadırlar. Ancak, besteci ve şefin durumu farklıdır. Nitekim, ne Şerbetçi’nin, ne de Vale Gürer’in DOB ile bir ilişkisi vardır. Böyle bir projede yer almak gibi zorunlulukları katiyen yoktur. Onlarınki, en çirkin yüzleri, doymak bilmez para iştahlarıyla sulanan saf kan gönüllü işbirlikçiliktir…

DOB kadrosunda birçok şef bulunurken, yıllar önce emekli olup ABD’ye kapağı atmış Vale Gürer’i getirtmenin anlamı, islamcılar açısından yalnızca siyasaldır. Vale’yi, bu ülkenin çoksesli müzik ve kurumlarında yarattığı tahribat bağlamında, CSO yazımızda ayrıntılarıyla ele alacağız. PR balonu aracılığı ile adı etrafında oluşturulan efsanenin siyasal otorite ve medya ayaklarını, oportünist, tartışmalı kişiliği ve ilişkilerini, müzikal kültür ve görgüsünün cılızlığını, şeflik kapasitesi ile ilgili gerçekleri, etik anlayışını… Bunlar bilinmediği sürece, Vale’nin böyle bir öneriyi kabul etmiş olması şaşırtıcı görünebilir. Oysa, hiç değildir. Çok kısaca:

a) İslamcıların onu çağırmasının tek nedeni, Vale efsanesinin Atatürkçülük imajı üzerinden oluşturulmuş olmasıdır. Atatürkçü, laik cumhuriyetçi izlenimi veren birinin ta Amerika’lardan gelip, şeriatçı bir iktidarın, cihat-cami-cülûs naralı siparişini yönetmesi, öncelikle islamcıları aklar. Bunu bildikleri için özel olarak getirtilmiştir. Peki, gerçekten Laik Cumhuriyet ve Atatürk duyarlılığına sahip biri Sinan kepazeliğine hangi koşullarda kefil olur? Üstelik bu kişi devlet ile hiçbir bağı kalmamış, 80 yaşında, ülkede bile yaşamayan biri ise.

Vale Gürer PR balonunun şişirdiği kişi değildir. Ne menem laik cumhuriyetçi/Atatürkçü olduğunu örnekleyeceğiz.

b) Arabesk baronu Orhan Gencebay neyi temsil ediyor ise, çokseslilik baronu Gürer Aykal da onu temsil ediyor. Kişilikleri, dünya görüşleri, fırsatçılıkları, siyasal otorite ile ilişkileri,  “gelen ağam, giden paşam” düsturları, özgüven sorunları ve getirdiği ölçüsüzlükler, ideolojik omurgasızlıkları, para tutkuları, pragmatizmleri, kurum bilincinden yoksun oluşları, biat kültürüne yatkınlıkları, şark usulü iş görme anlayışları, her şey o derece benzer ki… İslamcıların en kolay işe koştukları tipler bunlardır.

Lakoz Bertan’ın müzik bileti

Taşları ve ortaklıkları yerli yerine oturtabilmek için, islamcıların Sinan ekibi içinde yer alan Lakoz Bertan’ı biraz daha yakından tanımakta yarar var.

1978 doğumlu. Yani, bilinçlenme ve kültür ortamı tamamıyla 90’ların neoliberal atmosferiyle çevrelenmiş. Malatyalı. 1983’e kadar burada. Ardından İzmir’e yerleşirler. Liseyi bitirene kadar ortalama bir öğrenci profiline sahip. Gerçek adı, daha sonra, mahkeme kararıyla Bertan Rona olarak değiştireceği Şahan Kalkan. Lise sonrasında, Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Müzik Bölümü’ne giriyor. Komplekse bağlı kronik bir hastalıktan muzdarip: Celebrity. Yani, ün. Mutlaka ünlü olmak, ünlülerle olmak zorunda. “Ün” ile “yaşam” onun sözlüğünde eşanlamlı sözcükler. Trajik olan şu ki, ne içinde yetiştiği çevre, ne eğitimi, ne de yetenekleri ün hırsını tatmin edebilecek düzeyde. Sonrası, o bildik sıradan öykü: Ün/ünlü kapısından geçebilmek için, kıkırdak omurgalılar kulübüne üye olan taşra entelinin… Neyse, biz devam edelim.

18 yaşında çok büyük bir müzisyen olduğunu düşündüğü için (Bertan Rona ile Duyuşlar, Radyo Gerçek, 26 Temmuz 2017) girdiği eğitim fakültesinde, büyük müzisyen olmanın, küçük yaşta enstrüman eğitimine başlama koşuluna bağlı olduğunu öğrenince yıkılır. Teselliyi ise, İdil Biret’in ellerinin de kendisininkiler gibi büyük olmamasında arar (A.g.y., 13 Mayıs 2020). Bir de, Vladimir Aşkenazi’nin, kendisiyle fotoğraf çektirme talebini geri çevirmemesinde (A.g.y., 25 Mayıs 2018). Bu pratiği Zubin Mehta ile de yapacaktır (A.g.y., 27 Temmuz 2018). Dedik ya, celebrity hastalığı ile malul. Tedavisi yok.

Müzisyen, olmadı, müzik öğretmeni olarak ünlü olma seçeneğinin bulunmadığını öğrenince, Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuarı’na geçiyor. Enstrüman eğitimi için yaşı geç, şan için de sesi yetersiz. Geriye tek kart, kompozisyon kalıyor. Yeni ikonu Polonyalı besteci Penderecki. Onun gibi olacağına inanıyor. O kadar ki, Twitter’ına koyduğu gözlüklü fotoğraf, Penderecki’nin benzer bir fotoğrafına özenerek çektirdiği… celebrity… celebrity.  (A.g.y., 22 Nisan 2020)

Penderecki ile Lakoz Bertan arasındaki tek fark, ilkinin Polonyalı oluşudur.

2000-2003 arasında lisans, 2003-2006 arasında da yüksek lisansını tamamlıyor. İki isimden çok etkileniyor: İstemihan Taviloğlu ve Necati Gedikli. Bu okul ve bu isimler Lakoz’un müziğe ve kültürüne bakışını belirliyorlar. O nedenle, kısaca dokunalım:

Zavallılar şampiyonu: İstemihan Taviloğlu

İstemihan Taviloğlu toplumsal konumu ve kişilik özellikleri nedeniyle, müziği, kariyer başarısı ve saygınlık rütbesi için temel araç sayanlardan. Doğal olarak da, bestecilikten çok, akademik kariyer ve yöneticilik peşinde. Tipik bir iktidar yanaşması. Hep güçlü dayanak noktaları arıyor. 1967 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’ndaki (ADK) yemek boykotu sırasında tartışmalı tutumu (Anılardaki İstemihan Taviloğlu, Pan Yn. , 2019, s.126), 70’lerde, kariyeri için destek olabileceklerini düşündüğünden Yehova Şahidi olması (A.g.y., s.106), 12 Eylül sonrasında liberal Doğramacı’nın YÖK projesi ile, Laik Cumhuriyet’in müzik kalesi Cebeci konservatuarını (ADK) tasfiye projesinde koşa koşa rol alması...

Kendi okuduğu okulu koruma seçeneği ile 12 Eylül faşizmini destekleme seçeneği arasında tereddütsüz ikincisini seçiyor: 1983-1987 arasında, konservatuar müdürü Ersin Onay’ın yardımcısı oluyor. Onay bütün pis işleri ona yaptırıyor. Sonunda ismi o kadar yıpranıyor, saygınlığı o kadar azalıyor ki, Onay, 12 Eylül ve Doğramacı ile işbirliğinin ödülü olarak çadırı Bilkent’e kurduğunda, onu yanında götürmekten kaçınıyor. Taviloğlu o karanlık yıllarda gayretkeşliği ve işbirlikçiliği ile en öndekiler arasında. Zamanında kendisine destek olanları bile “solcudur” diye ADK’ya almak istemiyor (A.g.y., s.107). Yanaşmacılığını takdir babında, 1985’te ENKA Holding’ten ödül ile Eurovision Şarkı Yarışması jüri üyeliği, 1986’da doçentlik ve konu ile ilgili hiçbir akademik donanımı olmamasına karşın, Müzikoloji Bölüm Başkanlığı ile TRT’de tonmeisterlik veriliyor.

Ancak, 80’lerin sonunda siyasal rüzgârlar yön değiştirip de 12 Eylül’e karşı muhalefet dalgası yükselince, Taviloğlu için karanlık günler başlıyor. Kariyeri için çılgınca arzuladığı profesörlük ünvanı bir türlü verilmiyor. Bölüm başkanlığı elinden alınıyor. “Etme bulma dünyası”nın anlamını ancak o zaman kavrıyor. Yıllar sonra, “ADK’nın Hacettepe Üniversitesi’ne bağlanmasını liyakat sistemine vurulan ağır darbe, bu kurumda müdür yardımcılığını üstlenmesini ise kişisel hata olarak” değerlendirecektir. (A.g.y., s.285)

ADK’da önü tıkanınca, çözümü ABD’ye yerleşmekte arar. 1995-1997 arasında kaldığı bu ülkede iş bulamaz; geri döner. Profesör ünvanı alabilmek için, kadrosunu Dokuz Eylül Üniversitesi’ne (DEÜ) aldırıp, İzmir’e yerleşir. 1999’da DEÜ Devlet Konservatuarı Müzik Bölümü Başkanı olur; aynı zamanda etkinliğini kaybetmiş olan Kompozisyon Bölümü’nü canlandırır.

İşte, tipik bir “taşra enteli” formasyon ve duyarlılığına sahip Lakoz Bertan’ın yolu, Taviloğlu ile burada kesişecektir. Kompozisyonu ondan öğrenir. Başka şeyleri de.

Taviloğlu’nun müzik yaklaşımı neoliberal dönemin estetiğini dışlayıcı değildir. ABD’de geçirdiği dönemin etkisiyle, hele çağdaş müziğe hiç kapalı değildir. Klasik müzik tarihindeki hiçbir akıma, besteciye karşı önyargısı yoktur (A.g.y. , s.34, 88). Müzikte “okul” kavramına uzaktır. Bu “ortaya karışık” anlayışın, tipik taşra enteli refleksi ile, ortodoks angajmanlıklara mesafeli olan Lakoz için güven verici olduğunu söylemeye gerek yok.

Yahova Şahidi İstemihan Taviloğlu, Amerika’yı ve ruhlar alemini pek severdi.

Öte yandan, Taviloğlu resim-müzik ilişkisine ve sözcük konusuna önem verir (A.g.y., s.83). Her ikisi de, ilerleyen yıllarda Lakoz’da resim ve etimoloji şovu biçiminde görünürlük kazanacaktır.

Taviloğlu neoliberal dönem gereği, Philip Glass, Art Tartum, Carlos Gardel, Schnittke gibi isimlere ilgi duyarken (A.g.y., s.285, 302), alaturka müziğe de giderek belirginleşen bir eğilim göstermekte (A.g.y., s.220, 306), öğrencilerini sürekli doğaçlamaya teşvik etmektedir (A.g.y., s.180). Lakoz’un edineceği neoliberal aşure kültürü için son derece elverişli bir ortam yaratır.

Taviloğlu’nun siyasal duruşu ve kişiliğine yukarıda işaret edildi. Lakoz Bertan’a pek sempatik gelir. Örnek alacaktır. Hocasının ezoterik/mistik duyarlılığı ise, devreyi tamamlayan son öğedir. Taviloğlu, metafizik olanın çekiciliği ve korkusunu aynı anda yaşar. Scriabin’in ezoterizmi ilgi odaklarından biridir (A.g.y., s.56). Ruhlara falan inandığından, bu türden konuların konuşulduğu geceler yalnız kalmak istemez, korkar (A.g.y., s.85). Lakoz’un bir süre sonra tasavvufun mistik/metafizik yörüngesine oturmasında, siyasal ortamın yanı sıra, hocasının metafizik başı kaşıma tutkusunun da hatırı sayılır rolü olacaktır.

Gültekin Oransay şakirti Necati Gedikli

İzmir çoksesli müzik açısından bahtsız bir kent. Gözlerini geç açan konservatuar, Laik Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kültür ortamından uzaklaşıldığı 50’lerde, Demokrat Parti (DP)’nin liberal karanlığında kuruluyor. 1954’te Müzik Okulu adıyla açılıp, 1958’de konservatuara dönüştürülüyor. Menderes’in, kalesi İzmir’e hediyesi olarak tasarlanmıştır.1974-1975 döneminde ise, Muammer Sun tarafından yüksek kısmı da açılacaktır. Sorun şu ki, 50’lerin liberal parmak izlerinin törpüleneceği varsayılırken, bu kez solcu Muammer Sun üzerinden daha da güçlendirilir.

Çelişik mi duruyor?

Bizde çoksesli müziğin siyasal tarihi henüz yazılmadığı, çoksesli müzik blok olarak “ilerici” anlamı taşıdığı, siyasal ortam ile bestecilerin, yorumcuların ideolojik eğilimlerinin müzikal düşünce ve estetiklerine nasıl yansıdığı müzikolojinin sakıncalı alanlarından sayıldığı için, yukarıdaki saptama çelişik gibi durabilir. Oysa, hiç değildir.

Muammer Sun çoksesli müzik tarihimizin son 65 yılının en önemli figürlerinden biri. 50’lerdeki milliyetçi-türkçü sağ çizgisinden, 60’lardaki solcu çizgisine gelirken, kültürel bagajında, o döneme ait birini de getirmiştir: Kemal İlerici. Öldüğü güne kadar sol düşüncenin her türüne müthiş düşman olan İlerici, Saadettin Arel’in yetiştirmesidir. Muhafazakâr Arel’in müzik yaklaşımının, Laik Cumhuriyet’inki ile hiç de uyumlu olmadığı biliniyor. “Türk müziği tektir, alaturka ve halk müziği bir bütündür” siyasal çıkışı ile, “gayri milli” kabul edilen alaturkayı rehabilite etmek, halk müziğini makam kıskacında uysallaştırmak peşindedir. Tabii, alaturkayı çokseslilik hammaddesi olarak tescillemenin de. Alaturkanın siyasal öyküsü ve Türkiye soluna bulaştırılma koordinatlarını GSGM yazımızda ayrıntılı olarak anlatacağımızdan, hızlı geçelim. İşte, bu Kemal İlerici, hocası Arel’in efsunuyla, alaturka ve halk müziğini çokseslendirmek için Batı armonisinden farklı bir armoni geliştirir (Dörtlü armoni). Bu maymuncuğun çokseslilik okulunun sihirli kilidini açacağından emindir ama, Laik Cumhuriyet’in müzik kalesi sayılan ADK’nın böyle bir yaklaşımı benimsemesi olanak dışıdır. Sıkı Menderesçi olan İlerici, bu engeli aşabilmek için MEB desteği ile 1953’te Paris’e gider. Amacı, dörtlü armonisini oradaki önemli isimlere onaylatmaktır. Dışişleri bakanlığından bu yönde epey yardım görür. Ancak, dönüşünde tüm çabalarına karşın, yeni armonisinin ayrıntılandırıldığı kitabını bastıramadığı gibi, ADK’dan da iyice dışlanır. Bu kitap MEB tarafından ancak 1970’te, Demirel hükümeti döneminde, Bestecilik Bakımından Türk Müziği ve Armonisi adıyla yayımlanabilecektir. Aynı dönemde, aynı hükümetin 1969’da Arelci ekibe MEB bünyesinde kurdurduğu Türk Musikisini Araştırma ve Değerlendirme Komisyonu’nun görevde bulunduğunu ve ilk yayınlarının da, Arel’in yukarıda andığımız “Türk müziği” anlayışını temellendiren Türk Musikisi Kimindir? adlı çalışması olduğunu belirtelim.

Milliyetçi-muhafazakâr İlerici, kitabında, alaturkanın, Mustafa Kemal’in belirttiği gibi, yüz akımız olmadığı saptamasına isyan ederken, Batı karşısında hiç de geri kalmadığımızı, tersine, onlara yol göstereceğimizi haykırıyor. Bakın, ne diyor:

Bu kitap, özel bir görüşü sunma yanında, Türk’lüğün haklarını hiçe sayanlar için bir savunma gibi başka erekleri de kapsıyan temel bir kitaptır.” (A.g.y., s.505)

Türk’ün üstün sanat kültürü, gittiği yerlerinkine avuç açmamış, tersine ezici damgasını oralara vurmuştur.” (A.g.y., s.506)

Türk müziğinin bütün dallarıyla ulus malı bir bütün olduğunu, taşıdığı ilerleme güçleriyle, ulusumuz için bir yüzkarası olmak şöyle dursun, dünya için daha uzun yıllar, bir ilerilik ve körpelik kaynağı olacağını anlamanın derin sevinci…” (A.g.y., s.505)

Muammer Sun, İlerici yaklaşımının ödünsüz militanı olduğundan, onun Türk müziği anlayışı ve armonisini İzmir’e taşır. Böylece, zaten liberal hava akımlarına karşı korunaksız olan İzmir konservatuarının yüksek kısmı da enfekte olur. Daha kötüsü, Arel-İlerici zihniyeti soldan biri tarafından getirildiği için, kuşkuya da yol açmaz.

İzmir’in bahtsızlığı bu kadarla kalsa iyi; 1976’ya gelindiğinde, bu kez, Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne Gültekin Oransay adlı meteor düşer.

Erken liberal Gültekin Oransay’ın torna tezgahından çok isim geçti.

Bir kripto liberal: Gültekin Oransay

1975-1977 arası, Türkiye’nin, siyasal tarihe Milliyetçi Cephe (MC) adıyla geçen sağ iktidar bloğu tarafından yönetildiği bir dönemdir. Bu süreçte, sağın kültürel simgelerinden biri olan alaturkanın rehabilitasyonu için siyasal, kurumsal adımlar atılacaktır.13 Ekim 1975’te, daha sonra İTÜ’ye bağlanacak olan İstanbul Devlet Türk Müziği Konservatuarı kurulur. Tamamıyla, yukarıda adı geçen Arel anlayışı çerçevesinde varlık bulacaktır. 15 Kasım 1975’te ise, bunun doğal uzantısı olarak, yine Arel anlayışı temelinde İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu oluşturulur. 1977’de, bu kez, Ankara Radyosu Türk Tasavvuf Musikisi Korosu kurdurulur. Aynı dönemde, 1976’da, Gültekin Oransay da, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk Din Musikisi Kürsüsü başkanlığından, Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümü kuruculuğuna atanır. Türkiye’de ilk kez bir üniversitede, akademik uzmanlığı alaturka müzik olan biri tarafından, müzikoloji bölümü açılmış olur.

Peki, kimdir bu Gültekin Oransay?

1930 Berlin doğumlu. Baba Bekir Sıtkı Oransay Weimar döneminde Almanya’da mühendislik eğitimi alıyor. Bu sırada bir Alman (Karina) ile evleniyor. Yani, ilk “mektepli müzikolog”umuz sayılan Gültekin Oransay yarı Alman. Baba zaten katıksız Alman hayranı. 1932 sonunda ülkeye döndüklerinde, Celal Bayar’ın başında olduğu İktisat Vekâleti’nde görev alıyor. O sırada Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı üzerinde çalışılmakta. Türkiye’ye gelen Sovyet uzmanların hazırlamış olduğu raporlar ana dayanak noktası. Bu durum baba Bekir Sıtkı’yı rahatsız ediyor. Sovyet etkisine karşı Alman etki ve kültürünün çok daha anlamlı olduğunu düşünüp, Prusya kalkınma modeli ve II. Friedrich’in devletçilik anlayışının kutsandığı Hans Staudinger ve Konrad Matschoss’un kitaplarını çevirerek, Celal Bayar’a yayımlanması için veriyor. Ancak, Bayar ortamın uygun olmadığı düşüncesinde; yayım önerisini geri çeviriyor. (Belleten, cilt 36, sayı 144, Ekim 1972, s.549-550)

Baba, Alman düşünce ve kültürüne o derece bağlı ki, ırk temeli üzerine kurulu Alman millet ve devlet geleneği anlayışının bize gayet uygun olduğu sonucuna varıp, Laik Cumhuriyet’in redd-i mirasına konu olan Osmanlı devletini, “Osmanlı Hakanlığı” olarak adlandırıyor (A.g.y., s.546). Devamına ise,

Eski Türklerin ve özellikle Anadoluluların büyük çaba ve başarılarına değinmeden, bugün benliğine yeniden kavuşmak isteyen bizlere, yoksunluğunu duyduğumuz inançlı ve bilinçli davranışlar esindirmek güçtür ve nitekim güç de olmuştur.” cümlelerini diziyor. (A.g.y., s.547)

Demek istiyor ki, özellikle Osmanlı ile Laik Cumhuriyet arasında kopukluk değil, devamlılık vardır. Bunu kabullenmediğimiz ve Osmanlı’yı reddettiğimiz için “benlik”imizi kaybettik; “inanç ve bilinç” yoksunu olduk. Osmanlı’nın başarılarını, ihtişamını referans yapmalıyız. Osmanlı yerine Anadolulu deme nedeni, daha sonra oğul Gültekin’de de göreceğimiz bir söylem taktiği: Laik Cumhuriyet’in Osmanlı karşıtı konumuna cepheden eleştiri getirmekten kaçınarak, bu işi arkadan dolanmak suretiyle yapmak.

Yukarıdaki satırların, 60’larda yükselen sol dalgaya karşı “milli benlik” arayışındaki 12 Mart baskı rejimi döneminde kaleme alınmış olması şaşırtıcı sayılır mı?

Peki, bu sırada oğul Oransay ne yapmaktadır?

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk Din Musikisi Kürsüsü’nde cami ve tasavvuf musikisi dersleri vermektedir.

Gültekin Oransay anne ve babadan aldığı Alman kültür norm ve reflekslerini ölümüne kadar koruyacaktır. Tabii, Almanlar da onu.

Açalım:

1948’de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne (DTCF) felsefe öğrenimi için girer ama iki dönem sonra bırakıp, ADK’ya geçer. 1950-1954 arasında burada kompozisyon okur. 1954-1962 arasında ise, Almanya’ya gidip, Münih Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde müzikoloji doktorası yapar.

1950’li yıllar Sovyetler Birliği ve dünya sosyalist sistemine karşı sürdürülen Soğuk Savaş’ın en gergin yıllarıdır. Nazi kepazeliği nedeniyle, 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında itibarsızlaştırılan Almanya’nın, anti-sovyetik savaşımdaki en etkili tarihsel unsur olduğu, Hitler’in bu nedenle iktidara getirildiği gerçeği Amerikalılar tarafından idrak edilince, hızlı bir iade-i itibara gidilir ve Almanya kısa sürede, anti-sovyetizmin ana üssü konumu alır. 1955’te NATO’ya dahil edilmesi ile bu süreç simgesel olarak da tamamlanacaktır. 2. Savaş ve nazizme yönelik antipati toplumsal bellekten yavaş yavaş silinip, yerine “Sovyet heyülası” konma operasyonu başlar. Almanya’nın askeri gücü tasfiye edildiğinden, anti-sovyetik savaşımda istihbarat ve kültür ayakları öne çıkacaktır.

İşte, oğul Oransay tam da bu dönemde Almanya’dadır ve anti-sovyetizm histerisinin yarattığı kültürel atmosferi solumaktadır; ülkesine, iki temel virüsü kapmış olarak döner: Alaturka müzik ve atonal/deneysel müzik.

Bunların anti-sovyetizm ile ilgisi mi?

Soğuk Savaş, Türkiye’nin Sovyet dostluğu siyasetinden Sovyet düşmanlığına savruluşu anlamı taşıdığından, Laik Cumhuriyet’in kültür politikasında da bazı değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Ülkenin kültür yaşamı üzerindeki etkisi 1878’den itibaren adım adım artan Almanya, söz konusu değişikliklerde önemli bir rol oynayacaktır. Malum, Laik Cumhuriyet 1917 Ekim Devrimi’nin çocuğudur; Osmanlı’nın reddine güçlü biçimde yönelebilmiş olmasının temel nedeni budur. Ancak, Sovyetler artık düşmandır, dolayısıyla, Osmanlı ile barışılmalıdır. 1935’te Hindemith, konservatuarın kuruluşu ile ilgili hazırladığı raporlarda alaturkanın çoksesli Türk müziğinin kaynaklarından sayılamayacağını, bu niteliği yalnızca Türk Halk Müziği’nin taşıdığını belirtirken, 50’lerde Almanya’da Gültekin Oransay’a alaturkanın önemi ve değeri açıkça vurgulanır. Tabii, Osmanlı’nın da. Oransay’ın germanik duyargaçları mesajı çok doğru algılar. Doktora tezinin konusunu belirlemekte zorlanmayacaktır:

15-19. Yüzyıllarda Geleneksel Türk Müziğindeki Melodik Çizgi ve Makam Kavramı (Linie und der Begrieff Makam der traditionellen Kunstmusik vom 15.Bis 19 Jahrhundert).

Dönemin kilit ismi, ölümüne kadar (1979) Türkiye ve Türk müziği ile yakın ilişkisi olan müzikolog Kurt Reinhard’tır. 1948’den itibaren Berlin “Freie Universitat”te ders veren, 1952-1968 arasında, önemli bir Doğu müzikleri sesli arşiv koleksiyonuna sahip Berliner Phonogramm-Archiv’in müdürlüğünü yapmış olan Reinhard, Oransay’ı çok takdir etmekte, desteklemektedir. Alaturkanın rehabilitasyonunda sağlam bir yurtdışı dayanak olacaktır. Öngörülebileceği üzere, Osmanlı’ya hayrandır:

Osmanlı İmparatorluğu’nun başında bulunanlar, imparatorluk sınırları içindeki bütün dini akımlara, sanat olaylarına, değişik stillere karşı çok anlayışlı, hoşgörülü davranıyorlardı ve onların birbirlerinden etkileşmelerini ve bu etkileşimin sonuçlarını normal karşılıyorlardı, çoğunlukla da farkında olmadan bütün oluşumlara Türk damgasını vuruyorlardı. Her alanda bu bütünlük anlayışıyla hareket ederek, birlikte oldukları halklarla yüzyıllar boyunca barış içinde yaşamayı başarmışlardır.” (Kurt-Ursula Reinhard, Türkiye’nin Müziği, cilt 1, Sun Yn., 2007, s.20)

“[Alaturkanın gayri müslim müzisyenlerinden Zaharya Efendi’nin] Müslüman olmadan da saraya rahatça girip çıkması Türk sultanlarının ne kadar hoşgörülü olduğunu gösterir.” (A.g.y., s.35)

Reinhard Laik Cumhuriyet’in müzik yaklaşımına epey mesafeli. Elbette, Oransay’ın kulağına fısıldadığı, “överek karşı çıkmak” formülü ile. “Türk müziği tektir” anlayışına örnek olarak, pek methettiği Lâle Devri’ni işaret eder. Bu dönemde alaturka ile halk müziği iç içe geçmiş, bunun nedeni ise, halkın, Sultan III. Ahmet ve Sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın, Boğazdaki Lâle bahçelerinde düzenlediği törenlere katılmasıymış:  “Böylece, Türk müziğini besleyen iki nehir birleşti.” (A.g.y., s.35)

Ayrıca, alaturka hiç de -Mustafa Kemal’in dediği gibi- uyuşukluk, gam, kasvet müziği filan değil, tam tersine, coşku müziğiymiş. Üstelik, dini misyon yüklenmemiş coşku müziğini Türkler Asya’dan değil, Araplardan almışlar. (A.g.y., s.155)

Örnek mi?

Devrin ünlü bestecisi Dede Efendi’nin müziği için devrin Sultanı’nın “Dede’nin müziğinde yırtıcı bir hayvan vardır” demesi…” (A.g.y., s.156) imiş.

Neyse, uzatmayalım. Oransay övgüleriyle bezenmiş sayfalar ilerledikçe, Reinhard gençlerin mutlaka alaturka ile ilgilenmeleri gereğinden (s.161), alaturkanın geçmişle köprü kuracak şekilde yaşatılmasını sağlama zorunluluğundan (s.172), Arel’in, klasik Batı müziği ile alaturka unsurların birleştirilebileceği düşüncesinin doğruluğundan (s.173-174) falan dem vurup duruyor.

2. Dünya Savaşı sonrasının Almanya merkezli tipik liberal yaklaşımlarıdır. Yukarıda siyasal içeriklerinden söz ettik. Bu görüşler, 90’lardan itibaren hızla meşrulaşıp, 2000’li islamcı yıllarda başat konuma yerleşecektir.

Bu arada, Reinhard’ın arabeske hiç de çatık kaşlarla bakmadığını, asla yoz müzik olarak değerlendirmediğini de belirtelim. (Necati Gedikli, Bilimselliğin Merceğinde Geleneksel Musikilerimiz ve Sorunları, Müzikbilimsel Araştırmaları: I, İzmir, 1999, s.28)

Almanya aynı dönemde atonal/deneysel müzik salvosunun da Avrupa’daki merkezi durumundadır. Darmstadt’ta simgeleşen bu atılımın, Sovyetler Birliği’nin resmi müzik vitrini olan tonal tarihsel klasiğe karşı, Soğuk Savaş’ın kültürel aparatlarından biri olarak köpürtülmüş olduğu sır değil.

Oğul Oransay’ın dönüş valizinde alaturkanın yanında bir de bu müzik olacaktır.

Gelir gelmez, misyon olarak iki hedef belirler:

1) Laik Cumhuriyet’in dışladığı alaturkanın meşruluk ve geçerliliğini kanıtlamak. Ancak, bunu, siyasal koşullar gereği, koyu Atatürkçü kimlik ve sıkı laik cumhuriyetçi duruş ile yapmak. Tıpkı, babasının Osmanlı-Laik Cumhuriyet ilişkisine yaklaşımı gibi.

2) Deneysel müziğin, klasik çoksesliliğin doğal evrimine yanıt veren, çağın gereklerinin yansısı olduğu düşüncesini her zeminde dile getirmek.

Bu iki yaklaşımın birbiriyle yakın ilişkide olduğunu bir kez daha vurgulayalım.

İkincisi görece daha kolaydır; ADK’da yolu Usmanbaş zaten açmış durumda. Ancak, ilkine formül bulmak kolay değil. Aynı anda çok Atatürkçü ve çok alaturkacı nasıl olunabilir? Mustafa Kemal’in alaturkayı eğitim kurumlarından sürdüğü gibi, bir dönem radyoda yasaklattığını dünya âlem biliyor. Alaturka hakkında söyledikleri ayan beyan ortada. Eğip bükmenin olanağı yok. Üstelik, alaturkaya olumsuz yaklaşımı kişisel beğeni sorunu falan da değil, tarihsel zorunluluk taşıyan bir devlet politikası; Osmanlı’nın tasfiyesinin doğal ve mantıki sonucu. Osmanlıca, Divan Edebiyatı ne ise, alaturka da o.

Oğul Oransay’ın bu konudaki başka bir şanssızlığı da, ülkeye dönüşünün 27 Mayıs sonrasına denk gelmiş olması. Menderes karanlığına son veren siyasal gelişmeler, 30’ların laik cumhuriyetçiliğini yeniden referans noktası yapmış durumda. Osmanlı, alaturka falan dedin mi, adamı çiğ çiğ yerler vallahi!

Oğul Oransay 25 yıl boyunca bir formül arayışının cenderesinde kıvranıp duracaktır. Açık tutum takınamamanın getirdiği zorunlu ve zorlama eklektizm, onu agresif uçlara savuracak, sonunda, hiç de hoş olmayan nedenler yüzünden, akademik ortam ve memuriyetten uzaklaştırılacaktır.

Bulduğu eklektik formüle gelince;

a) Çok Atatürkçü olduğunun kanıtı olarak çok öztürkçeci olmak.

Çığır (mod), aşıt (gam), değiştirgeç (arıza), dizek (porte), açkı (anahtar), ayakçıl (pedal), uyuşkan (konsonan), kakışkan (disonan), yediseklik (diyatonizm), alacasallık (kromatizm), ıra (karakter), durgu (kadans), örgen (motif), bağdar (besteci), bağda (beste), küğ (müzik) vb.

Ama küğe anık idi ve gününün şarkılarını ırlarken yanlış yapmaz, her bağdayı incelikleriyle bilirdi.”

b) Mustafa Kemal’in müzik devriminin de, alaturkanın rehabilite edilmesinin de doğru ve yerinde olduğu, bunların kuyruklarının birbirine değmesinin gerekmediği, zaten aralarında çelişki de bulunmadığı, zamanın her şeyi halledeceği, izlenimi doğuracak yanardöner bir söylem tutturmak.

İyi de, bu ne entelektüel, ne de siyasal açıdan olası. Oğul Oransay farkında. Dönem bu türden esnek manevralara elverişli değil. Neoliberal entellik konforuna daha uzun yıllar var. Zorunlu olarak şöyle bir güzergâh belirler:

Mustafa Kemal’in kişisel müzik tutkusunun öncelikle alaturka olduğunu, bu müziği çok iyi bildiğini vurgulu hale getirmek; bunu yaparken, onun alaturka aleyhindeki söylem ve kararlarını da aynı sayfaya taşımak. Bu ikisinin yan yana konması, nesnel/bilimsel vitrin görüntüsü ardında, kurnaz bir tuzak hazırlığıdır: Devlet politikası olan tarihsel zorunluluk ile, kişisel eğilimlerin toplamının yansısı olan sosyolojik gerçekliğin eşitlenmesi. Biri nitel, diğeri nicel iki farklı alanın eşleştirilmesi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hızla artan sosyolojizm, liberal düşüncenin tarihselci marksizme karşı temel silahı olacak, giderek her şeyin sosyolojisi üretilecektir. Tarihin bile. Alman akademik dünyası, yukarıda değinilen Soğuk Savaş koşullarında bu işin Avrupa’daki bayraktarlığına soyunacaktır.

Tamam da, bunun anlamı ne?

Şu: Bir süre sonra, “Atatürk alaturkayı çok sever ve anlardı, onun bu müziği yasaklaması mümkün değil, etrafındaki gayretkeşlerin işidir. Zaten, alaturka aleyhindeki söylemi de Ziya Gökalp’in bu konudaki yanlış saptamalarının geçici etkisinin ürünüdür. Birkaç yıl içinde durum önemli ölçüde düzeltildi. Bu konuyu kaşımanın anlamı yok” algısını oluşturarak, olayın tarihsel nedenlerini gizlemek.

Nitekim, Oransay 1965’te yayımladığı Atatürk ve Küğ adlı 32 sayfalık broşüre, Mustafa Kemal’in en sevdiği şarkı ve gazellerden bir iki örnek koyarak başlar:

Bir katre içen çeşme-i pür-hun-i fenâdan…

Aynı zamanda, bir Rumeli türküsü ekleyerek de, “Türk müziği tektir” anlayışının, Mustafa Kemal üzerinden sağlamasının rahatlıkla yapılabileceği mesajını verir.

Broşürün ilk sekiz buçuk sayfası, Ziya Gökalp ve Mustafa Kemal’in alaturka aleyhine olan söylemlerinden birkaç alıntı, on iki buçuk sayfası ise, 1925-1930 arasında Riyaset-i Cumhur Fasıl takımında görev yapmış neyzen Burhanettin Ökte’nin anılarından alıntılanan Mustafa Kemal-alaturka aşkı ve konu ile ilgili bir röportajı içeriyor.

Bu çalışmayı çok daha genişleterek, 1985’te 127 sayfalık bir kitaba dönüştürecektir.

Konuyu tartışmanın yeri burası değil. Mustafa Kemal’in ağzından kısa bir yanıt verip, geçelim. Kendisinin alaturka dinlediği halde, radyoda yasaklatmasını tuhaf bulan çocukluk arkadaşı Nuri Conker’e hitaben:

Şimdi biz burada rakı içiyoruz diye, devletin her köyde meyhane açması caiz mi?... Gelecek nesillere kendi fena itiyadlarımızı (alışkanlıklarımızı) aşılamaya hakkımız yok. Nasıl, farzıma hal halk alışmıştır diye esrar tekkeleri açamazsak, devlet radyolarında da ağlayan inleyen nağmeler yayamayız.” (Sadi Yaver Ataman, Atatürk ve Türk Musikisi, Kültür Bakanlığı Yn., 1991, s.21)

Öngörülebileceği gibi, Oransay Mustafa Kemal’in müzik ile ilgili neredeyse bütün sözlerini topladığı halde, bunu görmezden gelecektir. Oysa bu sözler tarih ile sosyoloji farkının çok açık bir ifadesidir.

Oransay’ın bu taktiği 60’larda pek tutmaz. ADK’nın omurgası o tarihte Laik Cumhuriyet’i tartışmaya açmaya çok uzaktır. Oğul Oransay üstlenmiş olduğu ADK müdürlüğünden istifa etmek durumunda kalır. İntikamını, 1969 yılında çıkardığı, Çağdaş Seslendiricilerimiz ve Küğ Yazarlarımız adlı ansiklopedik çalışmasında Saygun maddesini yazarken yüksek düzeyli “müzikbilimsel” bir analiz ile almaya çalışacaktır:

Türk bağdar. Orkestra yönetimine teknik hazırlığı olmadığı, üstelik aşırı sinirli ve sert çıkışlı olduğu için 1934’te Zeki Üngör yerine getirildiği CSO yönetkenliğinde başarı gösteremediği ve birkaç ay sonra ayrıldığı gibi 1947’den başlıyarak birkaç yıl kendi bağdalarını çalıştırıp yönetmesi sonucu CSO ile arasına giren soğukluk dolayısıyla bu işi de sürdürememiştir. MMM öğretmenliğinden uzaklaştırılıp geçimini CHP Halkevleri Bürosu’nda çalışarak sağladığı yıllarda Ankara Halkevi’nde bir koro kurup çalıştırmaya ve Ses ve Tel Birliği adına dinletiler vermeye savaşmış, fakat başarı kazanamadığından tez günde bırakmak zorunda kalmıştır.” (s.149-150)

Bu, kitaptaki Saygun maddesinden yapılmış bir alıntı değil. Metnin tamamı.

Oransay’ın taktiği o gün ADK’da karşılık bulamaz ama, neoliberal dönemde, aynı ADK’nın bazı isimleri bu yaklaşıma tav olmaktan geri durmayacaktır. Zavallı Oransay, kısa yaşamında hep “erken öten liberal” konumunda kalmıştır.

Yıllar geçer. 12 Eylül olur. Rejim liberal dönemin kapısını aralar. Kenan Evren alaturkaya desteği, rejimin kültürel yönelim göstergelerinden birine dönüştürür. Türk-İslam sentezi gereğidir. Bu koşullarda palazlandırılmaya başlanan liberal solun amiral gemisi İletişim Yayınları bir ansiklopedi çıkarır: Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. Liberal solcular ile liberal islamcıların liberal zeminde sağladıkları liberal ortaklığın hedefi jakoben Laik Cumhuriyet’tir. Doğal olarak, bu ansiklopedideki alaturka müzik bölümünü yazan iki isimden biri ile, çoksesli müzik bölümünü yazanın Gültekin Oransay oluşu tesadüf değildir. Radyolara konan alaturka yasağının kaldırılmasına yönelik geliştirdiği “müzikbilimsel” formülün en ileri ve fantezist ifadesini burada verir:

Yeni ulusal musikinin [çoksesli ulusal müziği kastediyor] halkın gündelik gereksinimini karşılayabilecek nitelik ve nicelikte üretilebilmesine dek yıllar geçeceği 1935 başında kesinlik kazanınca, bu süre boyunca toplumu musikisiz bırakmamak için geleneksel musikilere ilişkin tutum ve önlemlerde değişiklik yapıldı.” (Gültekin Oransay, Çoksesli Musiki, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt 6, İletişim Yayınları, 1984, s.1522)

Müthiş “müzikbilimsel” bu açıklamanın güçlendirici ekleri de var: Atatürk, “yüz ağartıcı değerde olmaktan uzak” alaturkayı hor görmediğini kamuoyuna belirtmek amacıyla halka açık bir dinletide sahneye çiçek göndererek şarkıcıyı kutlamış vb. (A.g.y.)

1980’lerin ilk yarısında liberal militanlık ancak bu kadarına izin veriyor. 90’larda şakirti Necati Gedikli bir adım daha ileri gidecek, 2000’lerde ise Oransay’ın rahle-i tedrisinden geçmiş öğrencileri, başta Ayhan Sarı ve Fırat Kutluk, Laik Cumhuriyet’in müzik politikasını islamcı rüzgârı arkalarına alarak yerden yere vuracaklardır. Nitekim, Ayhan Sarı, Ersin Antep’i yanına alarak, Ocak 2005’te, artık siyasal koşulların Oransay’ın hakkını teslim etme girişimi için yeterince olgunlaştığını değerlendirip, Bilkent’te, “Müzikbilimin; Tarih, Türkoloji, Felsefe, Halkbilim, Belgebilim ile Buluşması: Ölümünün 15. Yılında Öğretmen, İdareci, Araştırmacı, Bilimadamı Yönüyle Gültekin Oransay” başlıklı bir panel düzenler. 2009, 2014 ve 2020’de farklı yerlerde, farklı başlıklar ile yinelenir. İslamcı yıllar ve zihniyet postmortem de olsa, Oransay’a iade-i itibarı görev bilecektir.

Bu arada, Oransay şakirtlerinden Ayhan Sarı’nın tam bir Orhan Gencebay hayranı olduğunu, Berhudar Orhan’ın 2015 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü aldıktan sonra, hayranlığının daha da arttığını, 10 Mart 2016’da İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nda apar topar Gencebay ile bir söyleşi düzenleyip, Berhudar Orhan’ın “çoksesliliğine, armonisine ve yine kendisini yetiştirdiği ileri Türk tarihi bilincine” atfen, Türk musikisi için çok değerli bir isim olduğuna… falan filan… Gencebay da bunun üzerine gaza gelip, Saygun’un da zaten kendisi için, “klasik Batı müziği ile ilgilenseydi, büyük besteci olurdu” dediğini… Neyse, Oransay “okulu” ile ilgili daha ne örnekler var, bir bilseniz! Hele o entel Fırat Kutluk… Bir gün anlatırız.

Kaldığımız yerden devam edelim:

Oransay 1966’dan sonra, bu konuyu bir kenara bırakıp, kurumsal bir vizyon geliştirmenin daha gerçekçi ve soğukkanlı bir karar olacağına hükmeder: Kendine ait bir Müzikoloji bölümü oluşturup, orada yetiştireceği öğrenciler ile ilk yerli ve milli müzikoloji “okul”unu kurmak.

Yerli ve milli müzikoloji ne mi demek?

Elbette, alaturka demek.

Peki, alaturka ne demek?

Bittabi, Osmanlı demek.

1969’da, Mehmet Süreyyâ’nın Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye adıyla da anılan Sicill-i Osmânî’sinin 1890 baskısı birinci cildini, Osmanlı Devletinde Kim Kimdir-Osmanoğulları başlığıyla Latin alfabesine aktarır. Kalanı çorap söküğü gibi gelir.

1971’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk Din Musikisi Kürsüsü’nün başına geçer. Bir yıl sonra, Ali Ufkî ve Türk Din Musikisi adlı teziyle doçent olur. 12 Mart yıllarıdır. Burada beş yıl boyunca, cami ve tasavvuf musikisi anlatır.

1976’da, Demirel hükümeti alaturkanın rehabilitasyonu için attığı adımlara bir yenisini ekler ve Menderes’in izinden giderek, İzmir’in müzik dünyasına liberal bir katkı yapar. Türkiye’de ilk kez bir üniversitede, Ege Üniversitesi’nde, müzikoloji bölümü kurdurur. Kurucusu elbette Gültekin Oransay olacaktır.

Önemli bir olaydır; bu iş için İzmir’in seçilmiş olması tesadüf değildir. Ancak, belki daha da önemlisi, müzikolojinin akademik içeriğinde baş köşeyi alaturka ve taşıdığı kültürün işgal edecek olmasıdır. Çoksesli müzikten gelip, doktora ve doçentlik tezini alaturka ve dini müzikte yapmış olan birinin bu göreve getirilmiş olması tamamen siyasal bir karardır.

12 Eylül’den sonra, Ege Üniversitesi bünyesindeki bu bölüm, yeni kurulan Dokuz Eylül Üniversitesi’ne bağlanacak, aynı üniversiteye katılan konservatuar ile geçişkenliği sağlanarak, kendisi başında olmasa bile, yetiştirmeleriyle, Dokuz Eylül’de bir Oransay okulu oluşacaktır.

İşte, Lakoz Bertan’ın İzmir formasyonunda önemli bir yere sahip olan Necati Gedikli bu okulun en yaşlı üyesidir. Ayhan Sarı, Fırat Kutluk, Yetkin Özer, Yavuz Daloğlu, Serap İlhan Erkert, Serhat Durmaz gibi liberal isimler hep Oransay tornasından çıkmış, Laik Cumhuriyet’in müzik kültürüyle sorunları olan kişilerdir.

Gazi Eğitim’den Almanya’ya, oradan da Oransay’a: Pek ala, pek ala…

Top Necati Gedikli’de

Oransay’ın, Almanya’dan ülkeye dönerken valizinde iki liberal plaka taşıdığını belirtmiştik: Alaturka ve atonal/deneysel müzik. Şakirt  Gedikli, bu ikisinin aynı takımın oyuncuları olup, kolayca paslaşabileceklerini, Oransay’ınkine göre daha rahat siyasal ve entelektüel koşullarda gösterme şansını yakalamış akademik figürün adıdır.

1944 doğumlu olan Gedikli, Laik Cumhuriyet’in ADK dışındaki diğer müzik kalesi Gazi Eğitim Enstitüsü’nden. Üstelik, burada 1962-1965 arasında okumuş. Yani, ortodoks zamanların öğrencisi. Nasıl oldu da, Oransay’ın liberal sobasına odun taşıdı?

Bunun birkaç nedeni var:

1) Gazi Eğitim’e gelmeden önce, Çapa Öğretmen Okulu’ndaki müzik seminerlerine katılır. Oradaki isimlerden biri Ekrem Zeki Ün’dür. Ondan çok etkilenir; ileride, yüksek lisans tezine konu edecek ölçüde.

Etkilenme nedeni mi?

Ün’ün, “geneksel sanat musikimizin [alaturka] perde düzenini kullanan çoksesli denemeleri” ile, “1955’lerden sonra Batı müzik anlayışından giderek daha fazla koparak, müziğine yeni bir içerik ve zemin ara[ması]… “Tasavvuf” ve “Mistisizm” gibi bize ve Doğuya özgü değerlere” yaklaşması. (Necati Gedikli, Ülkemizdeki Etki ve Sonuçlarıyla Uluslararası Sanat Müziği, Müzikbilimsel Araştırmaları: II, İzmir, 1999, s.62, 63, 72)

2) Ün’ün tasavvuf ve alaturka perde feyziyle aydınlanan Gedikli, 60’ların ikinci yarısında bu kez Kemal İlerici tarafından iki yıl boyunca irşad eylenir. Bu süreç, Gazi Eğitim’in ortodoks etkisini seyreltecektir. Aynı sıralarda, Oransay da İlerici ile ilişkidedir. İlerici, kitabında Oransay’a özellikle teşekkür ediyor. (s.512)

Böylelikle, her ikisi de, İlerici’nin, Arel’den miras, “Türk müziği tektir” düsturuna biat etmiş durumdadırlar. Doğal olarak, alaturkanın çoksesli müziğin kaynakları arasında yer alabileceği inancına da.

3) Gedikli, tıpkı Oransay gibi, Almanya’da eğitim görür. 1968-1972 arasında Alman bursu DAAD ile Köln Devlet Müzik Yüksek Okulu’ndadır. 2. Dünya Savaşı sonrası Alman müzik ve düşünce dünyasını solumaları, uzlaşı zeminindeki olası tüm pürüzleri giderir.

4) Yine Oransay gibi, hatta ondan belki bir tık daha fazla atonal/deneysel müzik militanıdır. Bu niteliğini Almanya yıllarında edinir. Stockhausen falan gibi isimler ile kompozisyon çalışır. Donaueschingen (1969) ve Darmstadt (1970)’ta, “Yeni müzik” kurslarına katılır. Kendi besteleri de bu kumaştandır.

Vurgulanması gereken nokta, Gedikli’nin, İlerici sisteminde, “çağdaş yazı tekniği ile bestelemeye de yatkın” bir nitelik görmesidir. (A.g.y., s.63). Böylelikle, İlerici, alaturka, halk müziğinin yanı sıra, atonal/deneysel olanı dışlamayan “Türk zevkine uygun özgün çoksesli müzik” için joker kimliği kazanmış olur.

5) Laik Cumhuriyet’in müzik politikasına, tıpkı Oransay gibi, cepheden tavır almaktan kaçınarak, övgüler düzerken, çok doğal uzantısıymış gibi, alaturkayı bir oldubitti ile içeri sokar. Bu işte hocası Oransay’a o kadar öykünür ki, doktora tezi olan, Atatürk’ün Milli Müzik Anlayışı ve Son Altmış Yıldaki Uygulanışı’nın, Oransay’dan hatırı sayılır intihal olduğu dahi öne sürülmüştür. Neyse, meşk usulü olsa gerek, deyip geçelim.

1978’de, müzikolog olma kararı ile Ege Üniversitesi’ne gelen Gedikli, Oransay’ın önce öğrencisi, ardından asistanı olur. 1986-1995 arasında DEÜ Devlet Konservatuarı müdürlüğünü üstlenmesi, Oransay yaklaşımının konservatuarı tamamıyla teslim alması demektir.

İşte, Lakoz Bertan 2003-2006 arasında tamamladığı yüksek lisans tezini bu konservatuarda, önce Taviloğlu, ardından şakirt Gedikli danışmanlığında yapacaktır.

Taviloğlu’ndan Lakoz’a neler geçtiğini belirttik. Peki, ya Gedikli’den?

Üç temel düşünce:

1) Arel mirasını etli butlu hale getiren Kemal İlerici yaklaşımı:

Türk müziği bir bütündür. Alaturka ayrılmaz parçasıdır. Onun dışlanmasına yönelik politika önemli bir yanlıştı; hem müzik devrimine, hem müzik eğitimine, hem de müzik yaşamına ciddi zararı dokundu (II, s.84, 96, 100), (I s.131). Bu görüşler aynı zamanda Oransay’ınkilerdir de. Aradaki fark, siyasal koşullar gereği, Oransay’ın çok daha temkinli bir söyleme yatmış olmasındadır. Zaten, Gedikli’nin de 80’lerde örtülü olan söylemi, 90’lar neoliberalizmi ile daha açık ve eleştirel biçim alacaktır. İkinci kitabında yer alan 1984 (s.79-88) ile 1993 (s.93-101) tarihli iki yazının karşılaştırılması, değişen siyasal atmosferin “müzikbilim” yazılarına nasıl yansıdığının güzel bir örneğidir. Lakoz Bertan’ın döneminde Gedikli’nin eli iyice rahatlamış, Oransay mirası kripto liberalliği terk edip, artık görünür liberal bir kimliğe yerleşmiştir.

Alaturka olur da, yanında lokumu olmaz mı? Elbette olur; adına da Osmanlı denir:

Oransay şakirti Gedikli, Osmanlı övgüsünü Finli müzikolog Juoni Suist üzerinden yapmayı daha inandırıcı, daha az riskli bulur. Uyanık bürokrat!:

Viyana Kuşatması’ndan sonra, Türk tehlikesi ortadan kalkınca, Avrupa Doğu’nun (Osmanlı Türklerinin) soylu, insanî ve çekici ögelerini benimsemiş, Türk müziği de bu yolla girmiştir.” (I, s.142)

Alaturkanın tarihsel konumu, evrimi, kültürel içeriği ve özgünlüğü gibi konuların üzerinden atlayarak, İlerici militanlığının hakkını vermek için, postmodern dönem estetiğini peşinen muştular:

Alaturka çokseslendirilebilir  (I, s.119). Bunun için Batı sazları da kullanılabilir (I, s.118). Hiçbir sorun yok, yeter ki, “Kendi kültürel tabanımıza dayalı, evrensel, ancak bizim insanımızı da göz ardı etmeyen yeni bir sanat musikisi” yaratalım.” (I, s.131).

Peki, bu “yeni sanat musikisi”ni nasıl becereceğiz?

2) Öncelikle kafa yapımızı değiştireceğiz; Laik Cumhuriyet mirası olan, müzikleri ayırma, bazılarını dışlama, hor görme huyumuzdan vazgeçeceğiz. Alaturka geri ve gerici, arabesk yoz gibi saplantılar günümüz koşullarına uygun değil.

Hiçbir müzik türüne önyargı ile yaklaşmayacak, hepsinin iyi örneklerinden yararlanılabilir olduğunu kabul edeceğiz. (II s.87)

Bu ön kabulden sonra, sakınmamız gereken en önemli yanlış, üç yüzyıl kullandıktan sonra Batı’nın bile terk ettiği “üçlü armoni sistemi” içinde kalarak bir şeyler üretmeye çalışmaktır. Buna karşı elimizde çok daha kullanışlı olan İlerici’nin “dörtlü armoni sistemi” var. Ama, esas anlamlısı, tonal-modal ve makamsal ilişkilerden bağımsız, yeni tınılar aramak olmalıdır. (I, s.120)

Yani, atonal/deneysel müzik mi?

Elbette. Çünkü bu müzik, klasik Batı müziğinin doğal evrimini yansıtıyor.

Nitekim, Gedikli, Laik Cumhuriyet’in müzik eğitimimdeki en önemli yanlışlardan ikisinin, alaturka ile birlikte, “çağdaş müzik türleri ve deneysel çalışmaların” dışlanması olduğunu belirtiyor. (II, 84-85)

Bu görüşlerin Oransay okulunun tipik yaklaşımını yansıttığını söylemeye gerek yok. Oransay, yukarıda sözü edilen ansiklopediye yazdığı bölümde, “onikiperdeci (dodecaphonic), raslamsal (aleatoric), elektronik ve somut musiki (musique concrete)”yi ilerici olarak nitelendiriyor ve bizim seslendirme kurumlarımızın repertuarlarına girememiş olmalarını eleştiriyor. (s.1529)

Alaturka ile atonal/deneysel müzik ikilisinin bu okulun çifte kumrusu olduğunu anladık. İyi de, bunlar arasında nasıl bir köprü olabilir ki?

Kemal İlerici jokeri, elbette. Üstelik, alaturkanın notalanması için klasik Batı müziği nota sistemi yeterli değil, onunla birlikte, deneysel müzik alanında kullanılan “grafik notalama” sisteminden de mutlaka yararlanmak gerekiyor. (I, 147)

Peki, bunlar nasıl bir eğitim kurumunda öğretilebilir?

3)  “Eğitim veren müzik kurumlarının tek bir çatı altında toplanması. Batı müziği, Türk müziği, müzik eğitimi, sanatçı eğitimi ayrımı yapılmaksızın; tüm birimlerin aynı kurum içinde örgütlenmesi aklın gereğidir. Bu kurumların adı, ABD’de olduğu gibi; “Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi” olarak üniversitelerde yer almaya devam edebileceği gibi, Almanya’da olduğu gibi; bağımsız bir, “Müzik Üniversitesi” de olabilir. Bu kurumları bir “Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitesi”ne, ya da bir başka adlandırmayla, “Güzel Sanatlar Üniversitesi”ne dönüştürmek nihâi hedef olmalıdır.” (II, s.155)

Müzik türlerini tarihsel köken ve evrimlerinden soyutlayıp, hepsini aynı kaba doldurup, eşit ve geçişken kılarsanız, elbette, tek çatı altında öğretilebilecekleri gibi bir inanca sahip olmanız doğaldır. Bunun, neoliberal döneme özgü tipik bir görgüsüzlük örneği olduğunu daha önce belirttik.

Gedikli’nin 1998’de kaleme aldığı bu rüyayı, islamcılar 2017’de gerçeğe dönüştürdüler: Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi.

Son olarak; bu kadar liberal olan birinin siyasal görüşünün mihenk taşı sizce ne olabilir?

K. Marks’ın Kapital’inde ortaya attığı kuram, uygulamada öngörülenin tam tersi bir sonuç vermiştir. Bilindiği gibi en son aşamada devleti tamamen ortadan kaldırmayı öngören kurama karşılık, 70 küsur yıllık uygulamada devletin ortadan kalkması şöyle dursun, tam aksine ceberrut bir polis devleti yaratılmıştır.” (I, s.143)

Bu satırlar da 1997 tarihli. Sanırım, yoruma gerek duyurmayacak kadar açık: Şakirt Gedikli bir taşla iki kuş vurma peşinde; hem Oransay okulunun siyasal duruşuna açıklık kazandırıyor, hem de yüksek bürokraside görev alabilmek için teminat dilekçesi veriyor.

Lakoz Bertan tez yazıyor

Lakoz Bertan DEÜ konservatuarında ciddi bir eğitim yerine, tam bir “taşra enteli” eklektizmine yönlendirilir. Taviloğlu’ndan Gedikli’ye uzanan bu soğurma zincirinin liberal içeriğini tamamıyla özümser.

Bütün çabası Amerika’ya gidip, orada yüksek lisans yaparak, besteciliğini dünyaya kanıtlamaktır. Celebrity’nin en kestirme yolunun bu olduğunu düşünmektedir. Taviloğlu’nun eski öğrencilerinden deneyselci Kâmuran İnce MİAM’ın başındadır. Adam zaten Amerika’da yaşıyor, tanınıyor. Lakoz’u bir dinlese, yeter. Hemen bursu kapacak. İnce, Taviloğlu’nun ricasını kırmaz, dinler  (A.g.y., 21 Mart 2018). Daha öncesinde, ABD bileti kapabilmek için, bestelerini piyanist Martin Berkowsky’ye de dinletmiştir. (A.g.y., 24 Şubat 2021)

Sonuç?

Deneysel müzik besteciliği yerine, çok istiyorsa, DEÜ’de, deneysel müzik üzerine yüksek lisans tezi yapmasının daha gerçekçi olacağı…

Taviloğlu ile başlayıp, Gedikli ile tamamlayacağı tezin adı: Dizisel Müziğe Giden Yol.

Gedikli atonal/deneysel müzik bestecisidir de. Bu durumda, Lakoz’un tezinin dizisel müziği kutsayacak yönde olmasından daha doğal ne olabilir ki? Kişiliği bu türden takkelere çok uygundur. Başarı açlığı bukalemun refleksini o derece besler ki, tek bir yaşam ilkesine secde eder: Pragmatizm/oportünizm:

“Hani, o ilkeler, prensipler falan var ya; hayatın karşısında hepsi eriyip gitmeye mahkûmdur. Hayat daha dayanıklıdır. Yapay çelişkiler bunlar. Necip Fazıl, Nazım Hikmet farklı dünyaların insanları ama, ben ikisini de beğeniyorum, okuyorum… Bu, omurgasızlık değildir.” (Bertan Rona ile Duyuşlar, Radyo Gerçek, 14 Şubat 2018)

“[Herhangi bir konuda] Başında net tavır alanlara inanmayın.” (A.g.y., 24 Ağustos 2018)

“Kırmızı çizgi yerine pembe çizgi olsa, daha iyi olur.” (A.g.y. , 28 Haziran 2017)

“Bana orta yolcu diyorlar. Her tarafa mavi boncuk dağıtıyorum, diye.” (A.g.y., 13 Ocak 2021)

“Benim siyasi görüşüm olmadığı için rahatım.” (A.g.y., 27 Eylül 2017)

Siyasi görüşü var mıdır, yok mudur, biraz aşağıda göreceğiz.

2006’da verdiği tezinin hiçbir entelektüel kıvılcım taşımadığını, bildik şeylerin üst üste konmasından öte bir görüntü vermediğini söyleyelim. Zaten, Lakoz’un entelektüel bir kumaşa sahip olmadığını daha ilk satırlarda anlıyorsunuz. 74 sayfalık tezde bildik liberal militan tekerlemelerinin ötesine geçebilen tek cümle yok:

a) Atonal müziğe yönelim doğal bir evrimdir. Siyasal bir boyutu yoktur. İlle olması gerekiyorsa da, “ilerici”dir.

b) Dizisel müziğe yapılan eleştiriler haksızdır. Çünkü, “buluşlar ihtiyaçlar tarafından belirlenir.” (s.46)

c)Klasik tonallık anlayışının başlıca hedefi olan yapısal bütünlüğe, en fazla oniki perde tekniği ile yazılan eserlerde ulaşılabilmiştir.” (s.59)

d) Sovyet yönetimi baskıcıdır ve bu nedenle orada yazılanlar, “görece kolay anlaşılabilir, ezgisel” yapıtlardır. (s.36-37)

Gariban Lakoz’un hiçbir entelektüel yetisi yok ama, bu durumdaki benzerleri gibi, entel havalardan çok hoşlanıyor:

Kunst der Fugue, kendi kavramsal ve simgesel dünyasında yaşayan ve adeta seslerle düşünen bestecinin, kendi kuramsal dilini konuştuğu ve belirlenimleri ve dolayımları her türlü seslendirme kavramının ötesine uzanan, içsel ve aşkın bir müzik bildirisidir.” (s.5)

Ya da,

Ezginin yedenliği ile küğün çift dengeserli bir uyuma yönelmesi dikey çalışma bakımından eskinin çokyüzeyli küğünü örnekseyen, ancak daha ileri, çağdaş bir atılımdır.” (s.38)

Tezin girişinde Taviloğlu ve Gedikli’nin yanı sıra, bir de “ustam” olarak adlandırdığı Selman Ada’ya teşekkür ediyor:

Sıcak ilgisi ve yol gösterici yaklaşımı ile desteğini bir an bile benden esirgemeyen besteci ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi yönetmenlerinden ustam Selman Ada’ya…”

Allah, Allah! Dâhi Selman’ın bu işle ne ilgisi olabilir ki?

Lakoz Bertan sahne seviyor

90’lar Sovyetler Birliği’nin tarihin kulisine çekilmesiyle birlikte solun güç kaybettiği, yerini, 2000’lerde başat konuma geçecek liberal yaklaşımların doldurmaya başladığı bir dönemdir. Sivil toplumculuk, ikinci cumhuriyetçilik, islamcılık gibi varyantlara sahip liberal düşüncenin kültür alanına yansısının görünür biçemi eklektizm, varoluş biçimi ise “entel”liktir. Eklektizm ve entellik kültür ve sanatın her alanında meşru ve zorunlu ölçüt olunca, bu işten en çok nasiplenecek olanların, ya ciddi bir entelektüel görgü eğitiminden geçmemiş, ya vasat yetenekte, ya da taşra sakilliğinden kurtulamamış toptancılar olacağı açıktır. Bazen iki, bazen de üç özelliğin birden aynı kişide barınabildiğine tanık olunacaktır. Bu kişilerin başarı hırsları ile fırsatçılıkları doğru orantılıdır. Neoliberal dönem, yüksek sanatların eğitim ve uygulamasında tarihsel baraj kapaklarını kaldırdığı için ortalığı sel bastı. Zamanla sular çekilecek, yüksek sanatların doğal ve gerçek sınırları yeniden belirginlik kazanacaktır.

Lakoz Bertan yukarıda sayılan üç özelliğe de sahip, tam bir dönem fırsatçısıdır. Kendine çok uygun olan DEÜ Devlet Konservatuarı Oransay Tornası’nda şekillenmiş, ancak, entelektüel kapasite ve görgüsü sınırlı olduğu için müzikolojide kalıcı bir yer edinemeyeceğini anlamış, buna, bestecilik konusundaki vasat yeteneği ile mutlaka görünür olma hırsı eklenince, geriye yalnızca opera kalmıştır. Oysa, ne şancıdır, ne de opera orkestrasında enstrüman çalabilecek düzeyde bir müzisyenliği vardır. Zaten çukurda değil, sahnede olmalıdır. Seçenek ikiye iner: Şeflik ya da rejisörlük. İkisi de birbirinden dişli. Ama bizde tam tersi; operada uzmanlaşmış şef zaten yok; gerekli kumaşa sahip birkaç ismi çıkarırsan, rejisör kadrosundakiler ise külliyen Allahlık. Lakoz aradan süzülebileceğini düşünür. Ama ne şeflik, ne de rejisörlük eğitimi vardır. Sözün özü, çok sıkı torpil lazım. Ya bulamazsa? O durumda, yüksek lisans, doktora falan yapıp akademik kadroya sarkmak en sağlam poliçe.

Durun, bir dakika! Yerli opera şefi yok da, dâhi Selman neci? İşte, “ustam” hitabıyla yağ yaktığı Ada tam bu sırada sahneye girer.

Dâhi Selman, opera dünyamızın siyah lalesidir. Bir ikincisine rastlanması on yıllar alır.

Lakoz Bertan Dâhi Selman’a yanaşıyor

Dâhi Selman İzmir Operası’na demir atmaya çalışmış ama başarılı olamamıştır. Yaşanan rezillikleri anlatmayalım. Yine de,  koro sanatçıları Mustafa Borova, Mehmet Şükrü Hurmalı gibi birkaç yandaş edinebilmiştir. 1965’te “Harika Çocuk” yasası kapsamında Paris’e gönderildiğinden bu yana “dâhi”dir. Hele kendini anlattığında, daha da dâhi olur. Gel gör ki, ülkede kıymeti bilinmez; o da dehasını ispat için her yolu deneyecektir. Bunun için hiçbir sınır tanımaz. Doğal olarak, bir süre sonra islamcıların, özellikle FETÖ’nün dikkatini çeker. Mustafa Borova, Mehmet Şükrü Hurmalı da FETÖ’nün pek takdir ettiği isimlerdir. Her ikisi de, FETÖ’nün İstanbul’daki FKM’sinde (Fırat Kültür Merkezi) gençlere yardımcı olmayı sanatsal sorumluluk kapsamı içinde değerlendirirler. Dâhi Selman, Borova’ya o kadar güvenir, onu o kadar sever ki, Mersin Operası’nın başına geçtiğinde yanına alacaktır. Bu arada, Borova’nın 15 Temmuz’dan hemen önce ABD’ye, üstelik Pennsylvania’ya yerleştiğini, Hurmalı’nın ise 15 Temmuz sonrasında FETÖ’cülük nedeniyle DOB’dan çıkarıldığını belirtelim.

Lakoz Bertan dâhi Selman’a asker yazılmaya gönüllü olduğunda, hem kendi, hem de Ada’nın fotoğrafındaki görünürlük yukarıdaki gibidir. Ada, İstanbul Operası’nda genel sanat yönetmenidir. Lakoz düzenli olarak İzmir’den İstanbul’a gelip, Ada’dan ders almanın, operaya lehimlenmenin en kestirme yolu olduğunu düşünür. Selman dâhi olduğuna göre, opera camiasında, bakanlıkta büyük ağırlığı olmalıdır; FETÖ’nün sempatisine de sahip. Daha ne olsun?! Doğru isme asker yazıldığına emindir. Ondan biraz şeflik, biraz opera falan, artık “Allah ne verdiyse” derslerine başlar. Elbette, dâhi Selman’ın yalınkılıç sanat  kültürü ve özellikle “etik”inden kana kana yararlanacaktır. Örneğin, hiç müzik dinlememeye başlar; dâhi ustası dinlemiyordur ve gerekçesi gerçekten dâhicedir, “Baklavacı baklava yer mi, abi?” (Bertan Rona ile Duyuşlar, Radyo Gerçek, 22 Şubat 2017). Ya da, “Sanat sadece para için yapılır.” (A.g.y., 9 Kasım 2018). Nasıl olsa, ustası onu İzmir Operası’na, olmadı, İstanbul’a bir şekilde sokacaktır.

İşte, 2006’da verdiği yüksek lisans tezinde dâhi Selman’a yağlanmasının nedeni budur. Kendini, psikolojik anlamda, o kadar operada görmektedir ki, tezinin daha başında tiyatro-müzik koşutluğunu vurgulama gereksinimi duyar: “…besteci, oyun yazarı ile; yorumcu, oyuncu ile; orkestra şefi, tiyatro yönetmeni ile ve nihayet partitur, oyun metni ile aynı konumda bulunmaktadır.” (s.6)

Lakoz taşralı refleksiyle dâhi Selman’da bir ilah tespit ettiği için, onun ne DOB’da, ne de yüksek bürokraside hiçbir ciddi ağırlığı olmadığını, “deli dolu müzikçi” muamelesi gördüğünü algılayamamıştır. Geriye yalnızca siyasi irade, yani, FETÖ’nün de dahil olduğu islamcı yönetim kalır. Peki bu, azımsanacak güç müdür? Elbette hayır. O güç, ustasını, gün gelecek genel müdürlük koltuğuna oturtacaktır.

Bu sırada, Şahan Kalkan olan adını mahkeme kararıyla değiştirip, Bertan Rona yapar. Siyasal açılımı olmadığı sürece özel yaşamlara girmediğimiz için, bu kapsamdaki nedeni atlayıp, sahne ile ilgili olanını söyleyelim: Bertan Rona adının opera bale dünyası için daha elverişli olduğunu, Batı dilleri konsonansına uygunluğu nedeniyle, yabancıların daha kolay benimseyeceklerini, bu sayede de, dünyaya açılımının daha rahat olabileceğini hesaplamaktadır. Ustası Selman dâhidir, celebrity’dir ve bu sıfatıyla da, Batı’nın çoksesli müzik çevrelerini avcunun içinde tutmaktadır ya.

“Yok artık, daha neler” mi dediniz?

“…bu parçayı piyanist Bertrand Chamayou çalıyor. Benim gibi, adı Bertan.” (Bertan Rona ile Duyuşlar, Radyo Gerçek, 21 Aralık 2018)

“Aylaklığa Övgü kitabının yazarı, benim adaşım Bertrand Russell. Hocam [Selman Ada] bana Bertrand Russell derdi.”” (A.g.y., 12 Ekim 2018)

Zaten Batı ile kültürel yakınlaşmanın dinsel altyapısı hazır: FETÖ’nün dinlerearası diyalog’u. AB’ye de gireceğimize göre…

Artık, kendini bütünüyle opera şefliğine hazırlamaktadır. Tabii, bu ad değişikliği tuhaf durumlara da yol açmaz değil: Samsun’un yerel medya kuruluşlarından dengegazete.com’un 10 Nisan 2009 tarihli, Samsun’da Kültür Sanat Etkinlikleri başlıklı haberinde, 11 Nisan’da sahnelenecek, Aşk için adlı gösteride koro şefinin Şahan Kalkan, 13 Nisan’daki, Opera Opera Dedikleri’inde ise Bertan Rona olduğu yazılı.

Lakoz Bertan “ille opera” diye tutturuyor

Peki, Lakoz’un “ille opera” diye tutturmasında haklılık payı var mıdır?

Evet. Vardır ve kanıtlıdır. Ama operanın herhangi bir ayağına yeteneği olduğu için değil, müziğin diğer alanlarına yeteneği olmadığı için:

2003’te I. İzmir Uluslararası Yeni Müzik Festivali’ne besteci olarak katılır. Hiç dikkat çekmez. Bir iki girişim daha yaptıktan sonra, “Yeni müzik”te beste yoluyla yetenek ispatı yerine, tez yazmanın kendisi için daha verimli sonuçlar doğurabileceğini anlamıştır. Bu arada, belki düzenleme işinde başarılı olabileceğini düşünüp, bir de onu denemeye karar verir. 2005’te, Fas’ın Marakeş kentinde, Cadi Ayyad Üniversitesi’nin düzenlediği Marakeş Uluslararası Üniversite Müzik Festivali’ne katılır. Ağırlıklı olarak öğrenci festivalidir ve Fas’ın dışında, Suriye, Tunus, Filistin, Türkiye, Belçika, Fransa ve İspanya’dan temsilciler vardır. Her tür müzik boy gösterir: Klasik, Arap, oryantal, enstrümantal, dünya müziği, rock, caz, rap, koro. Bizimki Kâtibim türküsünü düzenlemiştir. Arap işi; kanun, tambur, piyano falan. Taksimli maksimli. Umduğunu bulamayacaktır. İkinci düzenleme girişimini ise Türkiye Renkleri projesi kapsamında gerçekleştirir.

11 Nisan 2006’da İzmir Özel Türk Koleji’nde gerçekleştirilen Türkiye Renkleri Konseri, DEÜ Devlet Konservatuarı’nda yılların mayalandırdığı liberal anlayışın, nihayet, islamcı iktidar esiniyle, sahnede yoğurda dönüşmesinden başka bir şey değildir. “Türk müziği tektir” saçmalığı ile, “müzikler eşit ve geçişkendir” liberalliğinin eşleştirilmesinin müzikal kanıtı şu olur: Türküler, alaturka sazlara (kanun, ney, tambur, bendir, kemençe) piyano ilavesi ile ama şan tekniğinde yorumlanırken, aynı anda sahnenin bir yanında semazen döndürüp, diğer yanında, modern ve yer yer klasik bale figürlü koreografi sunmak. Bazen de bir adet efenin zeybek oyununu. DEÜ usulü Doğu-Batı sentezi…

Bu şaklabanlık DEÜ Konservatuarı ile sınırlı kalsa iyi; İzmir Operası’na da bulaşıyor. İZDOB salonunda yineleniyor ve bu kez TRT çekim yapıyor. İzmir’in hanımağası Aytül Büyüksaraç (soprano) ile Gökhan Koç (bariton) yorumluyorlar. İkisi de İzmir Operası’ndan.

Bu konser için Lakoz Bertan büyük emek harcıyor. Öngörülebileceği gibi, 16 parçanın dördünün, “usta”sı dâhi Selman’ın Ali Baba ve Kırk Haramiler’inden olmasına özel önem veriyor (İslamcılar, ileriki dönemde, Haramiler sözcüğünü uygun bulmadıkları için, çıkarılacak, afişlere, Selman Ada’nın onayıyla, Ali Baba &40 olarak basılacaktır). Dört tane de kendi düzenlemesi var: Havada Bulut Yok, Çayelinden, Kâtibim ve İlahi (Yunus Emre)

Düzenlemede bir yeteneksizlik abidesi olduğu tartışmasız tescil edildiğinden, düzenleme kapısı bu denemeden sonra tamamen kapanıyor. Ustası dâhi Selman’a yaranma çabası bir dereceye kadar anlayış ile karşılansa bile, Havada Bulut Yok ve Çayelinden’de yakaladığı kültürel görgüsüzlük, müzikal yeteneksizlik ile birleşince, ortaya gerçekten izlenesi, ibretlik bir tablo çıkıyor. Alaturka militanlığı yapacağım diye, türkünün şarkılaştırıldığı daha kötü örnekler var mıdır, bilinmez ama, TRT’nin konser kaydından yalnızca İlahi’yi ekrana taşıdığı biliniyor. Taşra kurnazı Lakoz siyasi havayı iyi kokluyor.

Lakoz Bertan İstanbul’a göçüyor

2007’de İzmir’den ayrılıp, İstanbul’a gelir. 2006 yazında provaları yapılan, dâhi Selman’ın Ali Baba&40 Haramiler’inin provalarını izleyip, Dâhi’den şeflik feyzi alır. Amacı, ustası’na yakın olmak ve bu kanalla opera kapısını zorlamaktır.

Nasıl?

2007’nin önemli bir yıl olduğunu belirtmiştik: Ergenekon denilecek olan islamcı saldırının başladığı tarih. Lakoz için iki önemli sonucu olabilir:

1) DOB Genel Müdürü ataması yapılacak. FETÖ desteğinin Dâhi Selman’a bu yolu açacağı ciddi olasılıklar arasında. Böyle bir durumda Lakoz yaşadı. O halde, İstanbul’a konuşlanıp, ustasına yakın markaj uygulamasında sonsuz yarar var.

2) Eğer bu iş olmazsa, ustası onu mutlaka, geçici de olsa, bir yere yerleştirir. Bunun için de yakın markaj şart. Malum, gözden ırak olan…

Dâhi Selman genel müdürlüğü kapamaz. Gelecek sefere, inşallah. Şeyh Rengim Gökmen, “onun birine, iki veriyorum” teklifine, “bu delinin teki; sizi laik cumhuriyetçi kesime iyi pazarlayamaz. O işi Yekta ile ben mükemmel kotarırız. Bizi alın, memnun kalırsınız.” teminatını da ekleyince, işi Ankara’da bağlar.

Lakoz’un öngörüsü ise doğrulanmıştır; açıkta kalmaz. 2007-2008’de, Bilgi Üniversitesi’nde klasik müzik atölyeleri kurup yönetir. 19.30-22.30 arasındaki bu atölyeler, 30’lu, 40’lı yaşlarda, iş güç sahibi amatörler içindir. 2006’da, Ergenekon saldırısından bir yıl önce, Bilgi Üniversitesi, Amerikan eğitim kartellerinden Laureate tarafından satın alınmıştır. Bu şirket CIA ile bağlantılıdır ve dünyanın birçok ülkesinde, bir milyondan fazla öğrencisi olan geniş bir üniversite ağına sahiptir. Bağlı oldukları avukatlık firması DLA Piper’ın Türkiye’deki partneri YKK Hukuk Bürosu’dur. FETÖ’cüdür ve 15 Temmuz’dan sonra kapatılacaktır. Ayrıca, Laureate, Clinton Foundation’ın altyapısı olan Clinton Global Initiative’in en önemli partneri, FETÖ de en önemli finansörlerindendir. Velhasıl, 2007 Bilgi’nin FETÖ ile aşkının da başladığı yıldır. Tesadüfen, Lakoz da o yıl Bilgi’ye başlar. Dedik ya, FETÖ’cüler dâhi Selman ve şakirtlerine sempatiyle bakarlar.

Lakoz Bertan Samsun’a çıkıyor

2007’de başlayan Ergenekon saldırısı, yönetimin laik cumhuriyetçi gövdesinde rahatsızlık doğuracak, bu da, 2008’de, islamcıları bir an için sırat köprüsünün başına getirecektir. İslamcı saldırıya tepki veren yüksek yargı, AKP’nin kapatılması konusunu Anayasa Mahkemesi’ne taşımış (14 Mart 2008), mahkeme de konuyu esastan görüşeceğini açıklamıştır (30 Mart 2008). İslamcıların laik cumhuriyetçi kamuoyuna sempatik görünmesi acilen farz hükmü niteliği kazanmıştır. Bir dizi hoşluk yaparlar. Biri de, kuruluş kararı 1993’te alınmış olan Samsun Devlet Opera ve Balesi’ni acilen açmak olacaktır. Hem de 19 Mayıs’ta; sağlam PR. Rengim-Yekta ikilisinin pazarlama hizmeti hızlı başlamıştır. Samsun DOB (SAMDOB) islamcıların açtıkları tek opera olma özelliği ile iki işlevli tasarlanır:

a) Siyasal taktik işlevi: Laik Cumhuriyet’e saldırı sürecinde ödün havucu uzatarak, siyaseten yalnızlaşmamak, antipatik imaj vermemek.

b) Kendi açtıkları opera-bale ile, DOB’a sızma işlevi: Gerçekten de Samsun açıldığı günden beri, tuhaf ilişkileri, alışılmadık bağlantı ve kişileri, işlemleri ile sorunlu bir yer olacaktır. Bu öyküyü başka bir yazıya saklayalım.

Ancak, Samsun’da hatırı sayılır bir FETÖ varlığı olduğunu, Murat Salim Tokaç’ın Samsun’dan çıkıp, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne kadar yükseldiğini de anımsatmadan geçmeyelim.

Lakoz Bertan hemen Samsun DOB’a alınır. Nihayet beklentileri gerçekleşmiş, nur saçan öpülesi eller, Rabbimin inayetiyle onu vuslata erdirmiştir.

İlgililere müteşekkir olduğunu, o tarihe kadar dinlemediği “Klasik Türk Musikisi”nin zenginliklerini aniden keşfedip, “müptelası” olmakla gösterecektir. (A.g.y., 25 Ocak 2018, 17 Ağustos 2018)

İyi de, operada ne iş yapacak?

Koro şefliği.

Zor iş; becerebilir mi?

La Scala’ya değil, Samsun’a özgü olacak. Mesele olmaz. Dışarıda, genç bir koroda antrenman yapa yapa öğrenir. Ustası da onu önerdi zaten.

Hemen bir çocuk ve gençlik korosu kurulur. (A.g.y., 1 Mart 2017)

Zaman ilerledikçe, Lakoz, beş yıl yapacağı koro şefliğinin de kendine uygun olmadığını anlamaya başlar. Umduğu ölçüde yeteneği yoktur, doğal olarak da, ısınamamıştır. Ayrıca, bu iş, istediği oranda görünürlük de sağlamamaktadır. Oysa, orkestra şefliği öyle mi ya? Her an göz önünde, millet ağzının içine bakıyor; iltifat gani, itibar fevkani… Ama, en azından bir sertifika falan gerek. Bu durumda, en sağlamı rejisörlük. Edebiyat, tiyatro derken mutlaka bir şeyler çıkar. Çok daha esnek; “onu yanlış duydun, bunu yanlış çaldırdın” falan gibi dertleri de yok.

Tamam da, rejisörlüğe nasıl sıçranır?

Biraz daha sabredip, ustanın genel müdürlüğünü beklemeli.

2011 yılı Lakoz’un mutlu yılı. Ustası ile çalışma olanağı doğuyor. Ali Baba & Kırk Haramiler’in koro şefidir (Nisan/Samsun). Ama daha yağlısı, Mevlit Kantat. Ergenekon süreci islamcılar açısından gayet güzel işlemekte, sona doğru yaklaşılmaktadır. Bir FETÖ icadı olan Kutlu Doğum Haftası, 13 Şubat 2010 tarih ve 27492 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, Kutlu Doğum Haftası ve Camiler ve Din Görevlileri Haftası Yönetmeliği ile resmileşmiş, tüm kurumlarda, 14-20 Nisan arasında kutlanma uygulaması başlamıştır. 15 Temmuz’dan sonra, 2017’de, FETÖ etkinliği olduğu gerekçesiyle kaldırılacaktır. DOB Genel Müdürü olmak için yanıp tutuşan Selman Ada, kulağına fısıldananı da dikkate alarak, kendisinin aksine, hiçbir deha izi taşımayan Şeyh Rengim Gökmen’i koltuktan etmek için sağlam bir FETÖ kartı çeker: Mevlit’e senfonik entari: Mevlit Kantat (haber.sol.org.tr, Devlet Opera ve Balesi ve iflas..., 28 Eylül 2019). 2011’deki Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri kapsamında, dünya prömiyeri 20 Nisan’da gerçekleştirilen bu müthiş sunum için koro şefi olarak Lakoz’u uygun görür. Mevlit Kantat bütün dünyayı dolaşacak… Lakoz dünya çapında… Aman Tanrım, yeryüzü cennetinin, celebrity’nin kapıları açılıyor. İyi ki adını değiştirdi. İyi ki usta’sına yazıldı…

Mevlit Kantat’ta öne çıkan üç ismi de FETÖ’cüler unutmayacak, hep arkalarında duracaktır: Dâhi Selman, Oğlan ve Lakoz. Günü geldiğinde, Dâhi ve Oğlan DOB Genel Müdürü, Lakoz ise, Sinan ortağı olacaktır.

Bu arada, Rabbim, Lakoz’a, kutlu yıl 2011’de, ilk islamcı şiirinin ilhamını da esirgemeyecektir:

“Niyaz ederim hep, ya ilahe, beni toprağa, sülfüre karıştır.

Şu garip, tekinsiz vücudum uçucu ruhumun darası,

Namazda saf tutsam, boşuna, şeytandır hepimizin arası.

Ama duanın yararı çok, bilirim ve sadaka belayı def eder…”

Eh, usta Mevlit’e, çırak gazele…

Ekim ayına gelindiğinde, bu kez dâhi Selman bir süreliğine Samsun’a yerleşir. Yok, resmi görev ile değil, özel iş için.

Nasıl olur, devlet memuru değil mi?

Dedik ya, bazıları onu pek seviyor. Ayrıca, o bir dâhi.

Anladınız, değil mi?

15 Ekim 2011’de Samsun’da İlkadım Sanat Merkezi adlı özel bir müzik-bale kursu açılır. Dâhi Selman müdürlüğünü üstlenir. Lakoz’un da ders verenler arasında olduğunu söylemeye gerek yok, sanırım.

Lakoz Bertan namaza duruyor

2012 Türkiye için bir dönüm noktasıdır. Lakoz için de. İslamcılar Ergenekon ile Laik Cumhuriyet’in resmi kurumlarının iradesini kırmışlardır. FETÖ egemenliği tamdır. Artık, islamcı/osmanlıcı kültür ve yapılanma dönemi başlayabilir. İşte, tam bu sırada, tesadüfen ve birdenbire Lakoz namaza başlar:

“[İlk kez 2012’de] 34 yaşında namaz kıldım. 10 yaşımdan beri Allah inancı bende vardı. Ne yaparsam yapayım, omuzlarımda hep iki varlık varmış gibi hissettim. Hiç yalnız kalmadım kendimle; o duygu hep vardı. Bir gece, hiçbir neden yokken, namazı merak ettim. Ya, dedim, şu namaz ne enteresan, ne güzel bir şey; şu namazı bir öğreneyim, dedim. İnternetten öğrendim nasıl kılındığını. Cemaat nedir, evde nasıl kılınır falan, hiç bilmiyorum. Namaz anı nasıl bir şevk, nasıl bir mutluluk var, kelimelerle anlatamam. Bir sonraki namaz ne zaman diye koşup baktım. Yerimde duramıyorum. Bir an önce zaman geçsin, kılayım, diye. Ama sabah namazına çok vardı. Heyecandan uyuyamadım. Sabah namazını kıldım, dünyanın en mutlu insanı olarak ki, melekler izler sabah namazını -ayette var- [bunun için] ayrıca heyecanlandım.” (Çat Kapı, Serdar Tuncer/Bertan Rona, Mymecra, YouTube, 27 Haziran 2021)

Ama, Lakoz’un namazı sade suya değil; güçlü ve derin bir kişiliğe sahip olduğu için, aynı gece Cenâb-ı Hakk’ın çok az kuluna nasip buyurduğu lûtuf ve ihsana da nail olur:

Sonra uyudum ve uykuda bir şeyler yaşadım, acayip şeyler gördüm. Bilincim açıktı. Şunu söyleyebilirim ki, ayda ya da yılda bir defa bunu yaşayacak biri veli olur. O öyle bir duygu ki, bu dünyayı tamamen boş verirsin. O günden sonra birkaç defa daha yakaza gördüm. Sonradan çok gördüm. Metafizik bir şey, gördüğünüz güzel ama korkuyorsunuz. Bir seferinde korkudan dışarı atmak istedim kendimi. Üzerimde pijama vardı. Giyinmek için dolabın kapağını açamadım, korkudan.” (A.g.y.)

Böylece, bizim Lakoz hızlısından velâyet makamına da kapılanmış olur.

“Yakaza”nın ne olduğunu bilmiyor musunuz?

Elbette bilmezsiniz. Çünkü, yerli ve milli kültüre yabancılaşmış, gâvur özentili kavallarsınız. Okuyun da öğrenin:

Ârifler tasavvufa dair yazdıkları eserlerde, “yakaza”yı, Hakk’a ulaşmayı, O’nu bilmeyi ve idrak etmeyi tüm varlığıyla arzulayan insan kalbinin Hak tarafından gelen bir uyarıcı, bir tembih, bir ışıltı ile uyanıklık hâline kavuşması” olarak tanımlıyorlar. (İrfan Yolculuğuna Niyet Etmek: Tasavvufta Yakaza Hâli, https://dergi.diyanet.gov.tr)

Mimar Sinan’ın çiçeği Zirgüle Gülper, islamcı dostluğu ile göz kamaştırıyor.

Lakoz Bertan doktoraya damlıyor

Gerçi Lakoz zaten uyanık taşralı ama, yakaza durumlarıyla daha bir uyanık olur: Yine tesadüfen, bu yıl, Mimar Sinan Müzikoloji Bölümü’nde doktora yapmaya karar verir. Müzikoloji Bölüm Başkanı Gülper Refiğ bu okulu seçmesindeki temel etmendir. Türk sinemasının karanlık yüzü Halit Refiğ’in eşi. Halit Refiğ’i anlatmanın yeri burası değil. Yalnızca şunu anımsatalım: Eski kuşaktan FETÖ’cü olmuş ilk sinemacıdır. Zirgüle Gülper de, tıpkı eşi gibi, islamcı/osmanlıcı liberallikten FETÖ’ye uzanmış bir isimdir. Üsküdar 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 9.03.2011 tarih ve E.2011/62, K.2011/73 sayılı kararı ile vücut bulan FETÖ’cü Yedi Renk Sanat Vakfı’nın kurucularındandır. Bu vakıf 15 Temmuz’dan sonra kapatılacaktır. Zirgüle, islamcı dostu tipik bir liberal militandır.

2012’nin diğer bir sürprizi, ki o kadar yakazadan sonra pek de sürpriz sayılmamalı, Lakoz’un, SAMDOB’da ilk kez yapılan Ramazan Bayramı Konseri’nde şef olarak yer almış olmasıdır.

Yüksek lisansından altı yıl sonra neden doktora yapma gereksinimi mi duyar?

1) Çünkü müzikte besteci, yorumcu, düzenlemeci ve Samsun deneyiminden edindiği sonuca bakarak, şef konumunda var olamayacağını anlamıştır. Değil opera, bageti ancak bir müzikalde, Bir Tenor Aranıyor’da ve bir de Ramazan konserinde tutabilmiştir. Yeteneği yoktur. Operada elde kalan son iki seçenek, rejisörlük ve libretto yazarlığıdır. İkisi de demir leblebi. “Edebiyatı, felsefeyi seviyorum, şiir yazıyorum”un bu işi kıvırmaya yetebileceğini düşünmektedir ama, her ihtimale karşı durumu sağlama alıp, cebinde bir doktora derecesi olmasında yarar görür. Bunun müzikolojide olması akademik açıdan çok daha elverişlidir, çünkü müzikolojinin siyasal alana açılan kapısı bayağı büyüktür. Bu ise, siyasal kanallar ile yer edinmeyi kolaylaştıracağı gibi, müzikolojinin gerektirdiği akademik donanım eksikliğini de gizlemeye yarar. Zaten, Zirgüle Gülper gibi bir yandaş ile tez yazmak, akademik ölçütler ve titizlik açısından hiç de zorlayıcı sayılmamalıdır.

Doğru hesaptır. Sonuçta, yine siyasal kanallar ile konservatuara kapılanacaktır.

2) 2012’de artık kartlar açılmış, islamcıların zaferi sonucunda, siyasal belirsizliğin temkinlileri, islamcıların yanında daha açık ve kararlı angajmanlara yönelmeye başlamışlardır. Lakoz operada yer kapma oyununda dâhi Selman’a yatırım yaparken, akademik alandakinde ise Zirgüle Gülper’e yapar. Zirgüle başta FETÖ, islamcıların ağındadır ve o kanaldan Lakoz’a yüklü mama çıkarabilir.

Zirgüle Gülper 2005’ten beri Müzikoloji’nin başındadır. Tesadüfen, 2012 sihirli yılında, müzikoloji bölümü adına bir dergi çıkarmaya karar verir: Müzik-Bilim Dergisi. İlk sayısı 2012 sonbaharı tarihini taşıyan derginin çıkış amacını FETÖ’cü dostlarının Zaman gazetesine şöyle açıklar:

Batı’nın yazar, çizer ve sanatçılarının hepsi feyzlerini Doğu’dan, Osmanlı’dan, özellikle Mevlana felsefesinden aldı. Bu hem acı bir gerçek, hem de sevindirici… Mozart Saraydan Kız Kaçırma’da Doğu bilgeliğini, adalet anlayışını korkusuzca över. Wagner operalarının büyük bölümünde Batı’nın tek kurtuluş umudunun Doğu’nun maneviyatında olduğu vurgulanır.” (Zaman, 25 Nisan 2013)

Dahası da var: Sadi, Hafız, Şirazi ve Mevlana Batı dillerine çevrildiği zaman, “kültür ve felsefede tsunami” yaşanmış.

Zaman gazetesi dergiyi övgüyle tanıtıyor:

Mimar Sinan Üniversitesi Müzikoloji bölüm başkanı Gülper Refiğ başkanlığında 10-15 kişilik doktora ve yüksek lisans öğrencisinin araştırmaları sonucunda hazırlanan dergi, Batılı müzisyenlerin Doğu’dan nasıl beslendiklerini ortaya koyan ezber bozucu bir içeriğe sahip.” (A.g.y.)

Zaman, derginin ikinci sayısının tanıtımında, Lakoz’un makalesine özel vurgu yapar:

Bertan Rona’nın Polonyalı müzisyen Szymanowski’nin üçüncü senfonisinde Doğu kültürünün etkileri adlı makalesi de dikkate değer.” (A.g.y.)

Lakoz Bertan’ın akademik çadırı nereye kurduğunu anladınız, değil mi?

İnsan merak ediyor; acaba bu derginin finansmanı ile FETÖ’nün Yedi Renk Sanat Vakfı arasında bir ilişki var mı? Yayımlanma tarihleri bir tuhaf da: FETÖ’nün en güçlü olduğu 2012-2015 sonu arasında çıkıyor. Haziran ve aralık sayıları olmak üzere yılda iki kez. 2016’dan bu yana çıkmıyor. Malum, 15 Temmuz 2016…

Zirgüle Gülper ve eşi hakkında yazılacak çok şey var. Saygun, Kemal Tahir, Oğuz Atay, anglo-amerikan kültür ve tartışmalı ilişkileri… FETÖ açılımları ile kaynayan zifiri siyasal mutfak… Biz, Mimar Sinan Konsevatuarı’na FETÖ’yü bulaştıran müzikolog profesör Zirgüle hakkında biraz daha bilgi edinmeniz için, birkaç incisi ile yetinelim. Bu arada, aynı bölümde bulunan, Hasan Uçarsu’nun eşi Esin Ulu ile epey yakın olduklarını da belirtelim.

Mozart Saraydan Kız Kaçırma’da, “Bizde insanlık yok, Türklerde var” diyor. Öldüğünde çukura attılar; Türk mürk diyor, ben sizin uşağınız olmam diyor, diye. Salieri gibiler sarayda uşak, bizim Itrî, Dede Efendi gibi değil.

Neden Türk dizileri çok tutuluyor dünyada? Batı toplumları Antik Yunan’dan itibaren maneviyat ve ilahiyatla bağlarını kopardılar. Bugün de öyle. Papa, “Ben Allahım” diyor… Avrupa’da gençler içinde uyuşturucu kullanmayan yok. Sırf maddiyat yaşarsanız, ruhunuz kayboluyor. Avrupa sırf beden oldu; ruhlarını kaybettiler. Aile, sevgi, aşk bitti. İşte bizim diziler bu eksikliği kapatıyor.

Şu an Türkiye’de çok güzel filmler yapılıyor. En büyük film Müslüm. Nefes almadan izledim. Başarı budur.

Türkiye her zaman kadınların hakimiyetinde. Ezilme falan yok. Burası kadın memleketi. [Doğu Anadolu’yu kastederek] Hele bir Doğu’ya gidin.

Dünyanın hiçbir ülkesinde Anadolu’daki büyük tarihi birikim yoktur. Bütün peygamberler Harran’dandır. Niye Musa buraya geliyor, Allah ile burada konuşuyor? Medeniyet burada başladı, buraya dönecek ve din, dil, ırk kavgaları bitecek.” (Halit Refiğ’in Ardından-Gülper Refiğ, Esenler Belediyesi Şeyh Edebali Kültür Sanat Sezonu Etkinlikleri, YouTube, 10 Mart 2019)

Yoruma gerek yok, sanırım.

Yalnız, bir noktayı düzeltelim: Salieri gibilerin sarayda uşak, Itrî ve Dede’nin öyle olmadığı iddiası. Zirgüle çok yanılıyor. Salieri ne kadar uşak ise, Itrî ve Dede de o kadar uşaktır. Üstelik, Itrî’nin etik eşiği bayağı düşüktür; mevlevi olmasına karşın, büyük esir tüccarıdır. O kadar ki, saray yanaşmalığını bu konuda daha da büyük ayrıcalıklar elde etmek için, esirciler kethüdalığını kapmak için kullanmıştır.

Alaturkanın siyasal içeriği ile mevleviliğin gerçekleri arasındaki organik bağlar, islamcı/osmanlıcı liberalliğin PR sunumlarından çok ama çok farklıdır.

Lakoz’un neden Mimar Sinan Müzikoloji’de doktora yapmak istediğini anlamışsınızdır.

Zirgüle’nin manevi/ilahi müzikolojisi çerçevesinde, Lakoz’a verilen görev, Polonyalı Szymanowski’nin (1882-1937) gerçekte tasavvuf çılgını bir kripto mevlevi olduğunu kanıtlaması. Tezini bu konuda hazırlayacaktır. Ancak, 2016’da vereceği tezinin hemen tüm omurgasını, Müzik-Bilim’in 2013 Bahar sayısındaki makalesinde sergiler: Szymanowski’nin Üçüncü Senfonisinde Doğu Kültürünün Etkileri. Hani, güler misin, ağlar mısın türünden çıkarsamalar barındıran bu makaleyi, tezin kendisi ile birlikte ele alacağımızdan, az sonraya bırakalım.

Mademki islamcılar galebe çalmıştır, o halde, Laik Cumhuriyet’in dil devrimi tarihsel bir yanlıştır. Bizi ecdadımızdan koparmayı, kimliksiz bırakmayı hedefleyen Batılılar ile yapılan işbirliğidir. Bu gerçeği, 19 Mayıs ile Kurtuluş Savaşı sürecinin resmen başladığı Samsun artık öğrenmelidir. 21 Mayıs günü Atakum Belediyesi Kültür ve Eğlence Merkezi’ndeki söyleşisinin konusu budur: Yirminci Asırda Türkçenin Serüveni. 2017’deki bir söyleşisinde daha da arsızlaşacaktır. Aşağıda değineceğiz.

Hekimoğlu operası ilk ve ortaöğretim öğrencilerine operayı sevdirme kılavuzu olabilir.

Lakoz Bertan Hekimoğlu’na dalıyor

2014, Lakoz Bertan’ın rüyalarının gerçek olduğu yıl; ustası Dâhi Selman DOB Genel Müdürü oluyor. İslamcı “kurulum” dönemi başlamış; osmanlıcılık resmi doktrine dönüşmüş. Hemen Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nda konferansı patlatır: Klasik Batı Müziği ile Klasik Türk Müziği Paralellikleri (19 Aralık). Ama, voliyi esas operada vuracaktır: Hekimoğlu adlı yerli ve milli operanın librettosunu yazar. Böylece, büyük yeteneği olduğunu düşündüğü libretto yazarlığına ilk adımını atmış olur. Ustası Dâhi Selman açık çek vermiştir. 18 Ekim’de SAMDOB’da sahnelenir.

Hekimoğlu, dramatik akıl ve yetenek taşımayan bir taşra entelinin, felsefe yapma fantezisi ile osmanlıcılık fırsatçılığı arasına sıkışmış sayıklamalarından oluşan bir toplama metin. Siyasal tetikçiliğin, yeteneksiz militan kişiler elinde opera gibi yüksek bir sanatı ne hale getirebileceğinin muhteşem örneklerinden biri.

Önce, kısaca gerçek Hekimoğlu öyküsünü anlatalım, ardından da, Lakoz’un yorumuna bakalım.

19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başlarında yaşamış (ölm.1913) Hekimoğlu İbrahim, Fatsa’nın Yassıtaş köyündendir. 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) sonrasında bölgeye yerleşen Gürcü göçmenler ile yaşadığı ve kanlı biten bir sürtüşme ardından dağa çıkar. Zaman içinde ünü yayılır. Türk köylüler tarafından desteklenir, korunurken, Gürcüler tarafından şiddetle şikâyet edilir, peşine düşülür. Olay, Türk-Gürcü gerginliğine dönüşmüştür. 93 Harbi sonunda Osmanlı’nın bütün cephelerde Rusya’ya karşı ağır yenilgi ve kayıpları, Osmanlı’yı Almanların kucağına ittiği gibi, ülke içinde Rusya aleyhtarı kesimlerin desteklenip, yanlılarına karşı baskının arttırılmasına yol açacaktır. Osmanlı arşiv belgelerinde, bölgedeki Gürcü çetelerin Türk köylerine tecavüzlerine dair resmi raporlar vardır. Hekimoğlu İbrahim af talebinde bulunduğu halde, büyük olasılıkla, söz konusu siyasal tercihler nedeniyle, talebi reddedilir ve yakalanıp, cezalandırılması dışında bir seçenek olmadığı vurgulanır. Zira, Gürcü unsurun Rusya karşıtlığı Osmanlı için değerlidir. Birkaç başarısız girişimden sonra, bazı bilgilere göre, aralarında Gürcü Dadyan Arslan’ın da bulunduğu bir kuvvet tarafından çatışmada öldürülür. Adına yakılan türkü günümüze kadar gelmiştir.

Lakoz Bertan Hekimoğlu olayının tarihsel arka planını tamamen karartıp, siyasal iki amaca hizmeti öne çıkarır: Osmanlı ve Gürcü sempatisi. Librettoda Türk-Gürcü gerginliği, Osmanlı’nın bu bölgedeki yönetim boşluğu, yozlaşmış otorite gibi tarihsel gerçeklerin gölgesi bile yok. Tam tersine, gerçek öyküde “Gürcü eşkıya” olarak yer alan Dadyan, Lakoz’da, dürüst, mert, Osmanlı komutanı oluyor. Böylece, Gürcü sempatisi ve askeri düzlemde Türk-Gürcü yakınlığı, güvenilirliği mesajı veriliyor. Gürcü Dadyan şahsında, Osmanlı’nın adil yönetimi kutsanıyor. Dadyan Efendi görevi gereği Hekimoğlu’nu öldürüyor: “Devletle cenk olmaz, bir kumandanla eşkıya denk olmaz.” Ancak, Hekimoğlu’nun yiğitliği ve köklü konumunu da teslim ediyor: “Bu topraklarda güneşten bile kadimsin sen!” Yanı sıra, çok dürüst olduğu için, bu olaya neden olan köyün kurnaz muhtarını da cezalandırmayı ihmal etmiyor. O kadar dürüst ki, “Alçaklara ulaşmak zordur; hep yüksekte olurlar” dediğinde, “Evet. Lakin biz devletiz Beyim. Hem de Devlet-i Âl-i Osman! İndirmesini biliriz.” şeklinde yanıt veren düzenbaz muhtarı azarlayacak kadar: “Kes gevezeliği muhtar! Bana maval okuma.”

Anlayacağınız, tipik, dürüst, mert, adaletli, duygulu, bilinçli Osmanlı. Gurur kaynağımız, ecdadımız.

Tamam da, bizim Lakoz neden Gürcü kimliği olumlayarak Osmanlı’nın askeri entegrasyon unsuru yapıyor?

FETÖ’cülerin Rus düşmanlığı ile bir ilgisi olabilir mi, acaba?

Bilindiği gibi, 2008’de Rusya-Gürcistan savaşı yaşandı. Eski Sovyet coğrafyasındaki Amerikan nüfuz aparatlarından biri olan Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili, NATO’nun Rusya’yı çevreleme operasyonu gereği, Rusya karşıtlığını devlet politikası yapmaya kalkınca, Rusya’nın haklı müdahalesi ile karşılaştı. Bu dönemde islamcılar henüz birbirlerine düşmemiş, blok olarak Amerikancı olduklarından, Gürcistan’a ciddi destek veriyorlardı. 9 Ağustos 2008 tarihli İzvestia’nın haberine göre, Gürcistan, savunma bütçesini son dört yılda otuz kat arttırmış, bu artışta en büyük rolü oynayan Türkiye 45 milyon dolarlık yardımda, ABD ise 40.6 milyon dolar hibede bulunmuştur. Türkiye çok sayıda gelişmiş silah ve mühimmat sağlamıştır.

8 Ağustos 2008’de, Saakaşvili’nin isteği üzerine Türkiye Gürcistan’a elektrik vermeye başlamıştır. Basın, Türkiye’de yaşayan Gürcülerin, Rusya’ya karşı savaşmak için Sarp sınır kapısına yığıldığını falan yazarak, Rus düşmanlığını körükleyen unsurlardan biri olan Gürcü sempatisini köpürtmeye başlamıştır. Bu arada, Gürcistan’ın Türkiye’yi “stratejik ortak” olarak değerlendirip, 2006’da vize zorunluluğunu kaldırdığını da anımsatalım.

Sonuçta, Gürcistan toprakları küçülecek, Amerikan rüyası bitecek, ancak, Saakaşvili 2013’e kadar iktidarda kalacaktır. Sonrasında ise, ülkedeki siyasal yaşamı sona erip, ABD’ye gidecektir…

Tıpkı Saakaşvili gibi, Amerikan aparatlarından biri olan başta FETÖ, islamcı bloğun “Gürcü” olumlaması ve Türk-Gürcü entegrasyonu imajı, bu politikanın ürünüdür. 2015’teki Rus uçağının düşürülmesi ise söz konusu politikanın zirve noktasıdır.

İşte, Lakoz’un librettosunun siyasal çerçevesini belirleyen olaylardan biri bu (Gürcü parlatması), diğeri ise, Ergenekon zaferidir (Osmanlı parlatması).

Peki, ya işin sanatsal yönü?

Operada pop libretto

Lakoz’un libretto yazarı olabilmesinin önünde üç temel engel var:

1) Öykü anlatma yeteneğine sahip olmaması. Onun yerine, şerh etme, yani, “var olan” bir metne değişik biçim ve düzlemler ile eklemlenme eğilimi.

2) Libretto ile tiyatro metni arasındaki farkı bilmemesi.

3) Felsefe yapma arzusunun anlatıyı esir alması.

Libretto yazmak zor iştir. Çünkü, müzikal anlatı önkoşulludur. Yani, yazdığınız her cümleyi müzikal duymanız gerekir. Ancak, buradaki müzikallik şiirde ya da tiyatroda var olan salt dile dayalı müzikallik değildir. Şiir ile şarkı sözü arasındaki fark gibi. Güzel bir şiir, bestelendiğinde her zaman güzelliğini koruyamayabilir. Şiir olarak okunduklarında çok sıradan, hatta değersiz duran bazı şarkı sözleri ise, bestelendiklerinde bambaşka boyutlara taşınabilirler. Libretto metnini oluşturan cümle, dize, sözcükler okunmak için değil, bestelenmek içindir. Tabii, teatral, yani, gerçeklik bağlamını korumaları koşulu ile. Bu çok özel bir kimyadır. Lakoz, opera kültürüne uzak olduğu için, bu özel kimyanın formülünü bilmiyor. Onun yerine, dile dayalı müzikallik arayışına abanıyor:

Bu sofraya oturmak kolay, kalkmak güçtür,

Hem boşuna dememişler; Mevla’nın hakkı üçtür.”

       ………

Sonsuzluk bir sevdaymış meğer,

Seni elâ gözlü dilber..”

       ………

Ah içimi ısıtıyor bu hisler,

Bir sevda gönlümü süsler,

Bak yavaş yavaş dağılıyor,

Göz gözü görmez sisler.”

        ……….

Bir duyan olsa, ben kime anlatırım şu hâli,

Lakin gözümün önünden gitmiyor sevdiğimin cemâli.”

        ………..

Kendisi işini bilir ama kibardır,

Ev sahibini uyandırmayacak kadar da saygılıdır,

Zarafetinden dolayı ahali her an kaygılıdır.

Gibi, uzayıp giden zorlama ses arayışları. O kadar ki, besteci Tolga Taviş bile durumdan rahatsız olup, “fazla kafiyeli gitmiyor muyuz, şablon gibi?” diyecektir. (A.g.y., 3 Ağustos 2018)

Buna bir de aralara serpilmiş olan bildik türküler ekleniyor: Ordu’nun dereleri, Sokak Başı Meyhane, Sarardım Ben Sarardım, Hekimoğlu…

Öykü kuramıyor. Anlatamıyor. Hep şerh etme gereksinimi içinde. Üstelik, bu durumu gizleyebilecek enstrümanlara da sahip değil. Dolgu maddesi olarak kullanılan türküler, şiirsel söylem arayışı, gerçekçi olmayan, karikatür kişilerin ağzındaki felsefi ifadeler… Yapışkanı çok zayıf, derme çatma bir müsamere metni.

Çünkü, o bir şerh insanı. Kafese muhtaç. “Şerh” ile “özgün” olanın sınır çizgisinin nereden geçtiğinin bilinmediği postmodern estetik militanı.

Örnekleyelim: 2007-2008 İstanbul döneminde, henüz Ergenekon süreci çok başında, islamcılar çok temkinliyken, yani, Lakoz namazın güzelliğini keşfetmemişken yazdığı ve 2015’te yayımlanan İstanbul Koşu(k)ları adlı kitabında toplanan şiir ve anlatılarından birinin, Orhan Veli’nin ünlü şiiri İstanbul’u Dinliyorum’un pastişi olarak ortaya çıkan metin, hem tüm kitabın, hem de Lakoz’un kaleminin en “olgun” ürünü. Numune verelim:

İstanbul’u izliyorum, ağzım açık;

Önce ağırdan bir araba geliyor;

Birdenbire sıralanıyor;

Değnekçiler kaldırımlarda,

Yakında çok yakında,

Bir memur rüşvet alıyor açık açık;

İstanbul’u izliyorum, ağzım açık.

İstanbul’u izliyorum, ağzım açık;

Puştlar geçiyor, derken;

Alçaklardan, sürü sürü, çığlık çığlık.

Bıçaklar çekiliyor dört bir yanda;

Bir kadının peşinde gülümseyen bir kaçık;

İstanbul’u izliyorum, ağzım açık;

         ………

İstanbul’u izliyorum, ağzım açık;

Bir pezevenk çırpınıyor eteklerinde;

Adın oynak mı, değil mi, biliyorum;

Altın ıslak mı, değil mi, biliyorum;

Boz bir ayı boğuyor yastıkların arasından

Korkumu kendimden gizliyorum;

İstanbul’u izliyorum.”

Lakoz da, tıpkı Şerbetçi gibi, kendi sesini bulamamış biri. Nasıl ki Şerbetçi bu nedenle alengirli tınılar peşinde Osmanlı kapısına yamanıyorsa, Lakoz da sözel olarak aynı kapıya dayanıyor; felsefe ile. Tabii, bu felsefi söylem, islami/tasavvufi düşünce ve inanca giriş bileti, o kadar. Üstelik, onunki sözel niteliği gereği daha gırgır; kurgunun içinden çıkamayınca -örneğin, muhtarın neden kötülük yaptığının kurgusal bağını oluşturamayınca- işi metafizik, dinsel alana taşıyor:

İngiliz düşünür Bertrand Russell, “şeytanın en büyük hilesi, bizi var olmadığına inandırmasıdır” demişti. Hiçbir nedene bağlı olmayan, kendi iç dinamizmine sahip, “kötülük için kötülük…” Hekimoğlu operasında, bunu Muhtar’ın kişiliğinde görüyoruz.” (Hekimoğlu program kitapçığı, İZDOB, 2017, s.20)

Aynı dalga boyunda bu kez “kadın” konusu kurguya takılıyor. Hekimoğlu’nun annesi (Esma) ve sevdiği kız (Narin) ile ilişkisi o kadar çocuksu, amatör bir anlatı zemininde ilerliyor ki, kişilerin gerçeklik ile bağları cılızlaşıyor, yaşamayan karakterlere dönüşüyorlar:

“Narin: Pazara gelmeyi neden istiyorum, biliyor musun?

Hekimoğlu: Neden olacak yemeği çok sevdiğin için.

N: Sanki sen sevmiyorsun.

H: Ben de çok seviyorum.

N: Kimi?

H:Söyle, neden seviyorsun pazarı?

N: Yanımda sen olduğun için.

H: Ya beni?

N: Yanında ben olabildiğim için.

Bu konuşma, bundan yaklaşık 110 yıl önce, Fatsa’nın Yassıtaş köyünde, okuma yazması olmayan, henüz yirmisine varmamış bir kız ile bir delikanlı arasında geçiyor. Narin kızımız edebi, felsefi yapıtlara pek düşkün olmalı. Şunları da söyleyebiliyor:

Evveli yok bu ilk defa!

Kendimi görüyorum bir aynanın karşısında,

Bir tenhada aksimle baş başa kalıyorum,

Bambaşka bir baharın havasını soluyorum.

           ……….

O aydınlık şafakta sen varsın biliyorum,

Renkli bir hülyadayım ben ilk defa,

Hakikat değil bu, sanki hoş bir rüyadayım,

Ellerimin üstünde elini buluyorum,

Bambaşka bir baharın havasını soluyorum,

Evveli yok bu ilk defa!”

Yoksa, Yassıtaşlı Narin kız kılığında Candan Erçetin mi söylüyor?

Lakoz anlatı/kurgu yeteneksizliğini dinsel aromalı entel söylem ile kapatmaya çalışıyor:

Medeniyetin bir tür şizofreni olduğu önermesinden yola çıkılacak olursa, kadın, adeta, oyun bittiğinde taşların içine konduğu kutudur. O, savaşmadan kazanan varlıktır. Zira her şey olup biter; geriye sadece hayatın ta kendisi olan kadın kalır. Hekimoğlu operası, sahnede Esma Ana’nın görünmesi ile başlamakta ve onlarca dramatik ve aktüel çatışmadan sonra yine Esma Ana ile Narin’in ön planda oldukları bir sahne ile bitmektedir. İnsan da kendi cenneti olan ana karnından “düşerek” başladığı hayatında, bir ölümlü olduğunu, ancak annesinin ölümü ile anlayabilir. Hristiyan teolojisindeki “baba, oğul ve kutsal ruh” üçlemesi ile yok sayılan kadın…” (A.g.y.)

Hocası Zirgüle Gülper’in, yukarıda, Batı medeniyeti ve kadın konusundaki görüşlerini vermiştik. Aynı çizgi üzerinde ilerleyen Lakoz, Hekimoğlu operasında kadın konusuna büyük önem verdiğini vurgularken, hristiyanlıktaki, “baba, oğul, kutsal ruh” üçlemesinin kadını dışladığını belirtiyor. Nedenini biliyor musunuz?:

Hristiyanlığın Greko-Romen kültürleriyle hesaplaşması o kadar önemli bir konu ki. Mesela bir küçük örnek verelim: Baba, oğul, kutsal ruh; anne nerede? Birisi bana söylesin. Anne yok. İşte, Greko-Romen eşcinselliğinin, oğlancılığının bir yansıması…” Aynı söyleşide, yani, Menzil tarikatından Serdar Tuncer’in programında,  Hristiyan Batı’da kadınların cadı diye yakılmalarını da Greko-Romen oğlancılığının kadın nefretine bağlıyor. (Çat Kapı, Serdar Tuncer /Bertan Rona, Mymecra, YouTube, 27 Haziran 2021)

Elbette, İslam uygarlığı Greko-Romen kültürün eşcinsellik gibi olumsuz yönlerinin uzağında olduğundan, islamda kadın baş tacıdır, el üzerinde tutulur.

Anlatı/kurgu eline ayağına dolaşınca, soluğu felsefeye sığınmakta buluyor:

Talebelik yıllarımdan itibaren, müzik ve edebiyatın yanı sıra, felsefeye de ilgi duydum. Felsefenin bana kazandırdığı en büyük kabiliyetin ise (Hegel’in kelimeleriyle ifade edersem) “kavramlarla görmek” olduğunu söyleyebilirim. Zira felsefe her şeyden önce kavramlarla yapılıyor. Bu olgunun Hekimoğlu librettosu ile alakası, karakter ve tipleri, oluşum süreçlerinde; “ayna”, ”kader”, ”kötülük”, ”kadın”, “yalan”,”seferilik” vb. kavramların içinde tasarlamam olmuştur.” (Program kitapçığı, s.19)

Epey havalı bir entel söylem, değil mi? Dedik ya, bizim Lakoz saf kan taşra enteli. Bakmayın bu aynalı laflara, hepsinin dönüp dolaşıp geldiği yer, tasavvufi/islami tevhit anlayışının tek kurtuluş yolu olduğu. Ha, bir de, zavallı bir yeteneksizliğin, macunlu söylemler ile gizlenme çabası.

Bu “ayna” da nereden çıktı, diyebilirsiniz. Lacan’ın o saloz aynasından epey etkilenmiş olmalı ki, Anadolu insanına aynalı bir psikanaliz seansı çekiyor:

Hekimoğlu İbrahim’in, düşmanını gözlemek üzere tüfeğine taktığı söylenen ayna gibi (arkadan gelebilecek bir saldırıya karşı kullanılacak) bir aynanın, Anadolu insanı için çok önemli şeyleri sembolize ettiği açıktır: Neredeyse son üç yüz yılı, toprak kaybı veya ihanet gibi travmatik deneyimlerle geçirmiş olan Türk milleti, ayna ile her zaman arkasını kollamış, ve fakat o aynada kendisine bakmayı adeta unutmuştur. Bunun doğal sonucu ise kaçınılmaz bir şüphe duygusu ve yabancılaşma olacaktır.” (A.g.y., s.19)

Son cümle olmasa, biz de gülüp geçeceğiz. Ama biraz sonra vereceğimiz başka bir söyleşide, burada sözü edilen aynalı yabancılaşmanın nasıl bir Laik Cumhuriyet düşmanlığı olduğunu gördüğünüzde, pek gülesiniz kalmıyor.

Bu müsamere librettosunu terk etmeden önce, dramatik akış beceriksizliği ve opera kültürsüzlüğüne son bir kanıt olarak, bu kez Dadyan Efendi’den bir örnek verelim:

Yorulup usanmadan yıllardan beri,

Bir şahin misali avımı izledim.

Ve bu hengâmenin ortasında, usulca,

Kendimi kendimden bile gizledim…

Ve birden, sen çıktın karşıma hâl böyleyken.

Hekimoğlu İbrahim! Söyle, kimsin sen?

Duy sesimi, dinle firari! Var mısın, gerçekten?

Bir şey taşırım yüreğimde ve fikrimde;

Çok daha ağırdır gerçek’ten.”

Bu adam, elde silah, dağlarda eşkıya kovalayan, kendi de eski bir eşkıya olan, en fazla birkaç jandarma erine komuta eden biri. Iskalanmış bir hayat; felsefede, edebiyatta o biçim kariyer yapabilecekken, sen kalk dağ bayır kelle avla.

Neyse, Osmanlı’nın en entel köy ahalisine ve güvenlik şefine vakfedilmiş bu librettoyu bırakıp, bir başkasına geçelim.

Pehlivan Koca Yusuf milli ve manevi şahlanışımızın kuvvet simgesi olarak başımızın tacıdır.

Lakoz Bertan Koca Yusuf’a dolanıyor

2015’te islamcılar Laik Cumhuriyet’e iyiden iyiye çökmüşlerdir. Dâhi Selman ise, genel müdürlük koltuğuna harbiden ısınmış, askeri Lakoz’a hem libretto, hem de rejisörlük kapısını ardına kadar açmaya karar vermiştir. Hekimoğlu’nu Samsun dışında, Eskişehir, İstanbul, İzmir’de de sahneletir. Daha ne yapsın?

2015, Dâhi Selman’ın yarattığı olanaklar ile Lakoz Bertan’ın operaya bütün hatlarıyla yüklendiği yıldır.

Öncelikle, döneme uygun yeni bir librettoyu acilen kaleme almasında fayda var: Koca Yusuf Müslüman Güreşçi. Bu kez bir bale. Daha doğrusu, modern dans. O da Tolga Taviş bestesi olacak, inşallah. Hekimoğlu entel Osmanlı köylülerini simgeliyorsa, Koca Yusuf Osmanlı’nın o kahredici, ihtişamlı gücünü simgeliyor. Osmanlı’ya secde etmek neredeyse İslam’ın şartları arasına girdiğinden, Hekimoğlu’na göre çok daha güçlü ve arı bir Osmanlı simgesini öne sürmekte yarar var.

Eyvallah da, Koca Yusuf kim?

1858-1898 yılları arasında yaşamış olan Şumnu (Bulgaristan/Deliorman) doğumlu bir pehlivan. Çok güçlü; Avrupa’ya, Amerika’ya gidiyor, güreşte yenmediği kalmıyor. Öyle ki, The Terrible Turk sıfatını hak ediyor. Türk gibi güçlü deyimi onun sayesinde literatüre girmiş. Velhasıl, cihanı titreten cihanşümul ecdadımızın parlak bir evladı.

Hakkında çok az bilgi bulunduğu için, yaşamı efsanelerle örülmeye pek elverişli. Öyle de oluyor. Biz bunları bir kenara bırakıp, işin siyasal arka planına bakalım:

Güreş ve pehlivanlık öncelikle bir Rumeli öyküsüdür. Buradaki Türk ya da Türkleşmiş nüfusun kimlik özelliklerinden birine dönüştürülüp pazarlanması, Osmanlı’nın Balkanlar’dan atılma sürecine koşut bir siyasal tepki refleksidir. M. Sami Karayel, Celal Davut Arıbal, Murat Sertoğlu gibi isimlerin pehlivan tefrika ve öyküleri bütünüyle hayali, popüler roman tarzında, milliyetçi-muhafazakâr kültür ve duyarlılığı besleyen gazavatnamelere benzer. Koca Yusuf imgesi bunların başında geliyor.

Koca Yusuf’u daha ciddi biçimde ele alma gereksinimi duyan spor tarihçisi Atıf Kahraman, 1987’de, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınlarından, Koca Yusuf adlı bir kitap çıkarır. Tarih anlamlıdır; 1984-1989 arasında, Bulgaristan’daki Türk azınlık konusunda yaşanan Türkiye-Bulgaristan gerginliği ve kamuoyuna sunuluş biçimi, Rumeli göçleri temasını yeniden gündeme taşımış, dönemin Türk-İslam sentezi resmi anlayışı ile çerçevelenen sorun, 1986’da Naim Süleymanoğlu’nun ilticasıyla, o bildik imgeye bağlanmıştır: Acı kuvvetiyle gâvuru dize getiren Türk. Kim bu imgenin içini Koca Yusuf’tan daha iyi doldurabilir ki? Zaten, dünyayı dize getiren “Cep Herkül”ü Naim de çağdaş bir Koca Yusuf değil midir? Türk-İslam sentezi Osmanlı goygoyculuğu olduğuna göre, Koca Yusuf konusunun ideolojik koordinatlarını belirlemek kolaylaşır:

1) Osmanlı sarayı ile güreş ilişkisinin olumlu ve uyumlu içeriği:

Osmanlı sarayındaki san’atkârlar için tutulmuş defterlerde, güreşçilerin de san’atkârlar sınıfına dahil edilip diğer sporculardan ayrıldığı görülür. Osmanlı çağı tarihçileri ve yazarları da aynı şekilde güreşçileri san’atkâr olarak tanımlarlar. Çünkü her san’at türünün pîri olduğu gibi güreşçilerin de pîri vardır. Bu pîrin adı, “Hazret-i Mahmud Burya-yi veli Pehlivan”dır. Cündilik, cirid, gürzbazlık… gibi sporların pîri olmadığı için bu sporlar san’at olarak kabul edilmemiştir.” (Atıf  Kahraman, Koca Yusuf, Büyük Türk Pehlivanı, Kültür ve Turizm Bk., 1987, s.18-19)

2) Güreşin Bulgar-Rus bloğuna karşı milli bir duruş ve psikoloji içeriği:

1876-1878 arasında Bulgaristan’da Osmanlı yönetimine karşı yaşanan halk hareketleri, milliyetçi-muhafazakâr söylemde, Bulgar çetelerin isyanı olarak adlandırılır. Bu hareketlerin Türk nüfus üzerinde yarattığı baskı, bazı pehlivanların karşı çeteler kurduğu iddiası (A.g.y.  s.2), Koca Yusuf’un küçüklüğünden beri güvenlik nedeniyle cebinde bıçakla dolaştığı (s.21) vb. Bu durum, zaman içinde, Müslüman Osmanlı’nın Hristiyan Batılıya karşı intikamı motifine dönüşür:

Koca Yusuf’a gaddar, cani, eşkıya diyen Avrupalılar Yusuf’un bu şartlar içinde büyüdüğünü düşünmüyorlardı. İşte bu sebepledir ki Yusuf içindeki o hınçla sanki savaş alanında imiş gibi güreşiyor, hasımlarını yere sermekle birazcık teselli buluyordu.” (s.43)

3) Güreş ile dindarlık arasındaki bütünlük içeriği:

Başpehlivan olmanın şartı, Tanrı yolundan ayrılmamak, abdestsiz kisbet giymemek.” (s.55) [Kisbet: Yağlı güreşteki giysi.]

Pomaklar, pehlivanlığı hakkıyla bilen ve yapan dini bütün insanlardır.” (s.55)

Yusuf’un dinine çok bağlı olduğu özellikle vurgulanır. (s.61, 184, 207)

Böylece, 1987’de, Osmanlı nostaljisi Koca Yusuf kimliğinde yeniden harlanır. 2005’e geldiğimizde artık islamcılar iktidardadır ve Osmanlı tüm liberal zeminlerin meşruluk odağıdır. 1987’deki görece ılımlı dil, yerini çok daha sert, saldırgan bir dil ve kurguya bırakabilir. Bu tarihte islamcı yayınevlerinden Babıali Kültür Yayıncılığı, Halil Delice’nin, Cihanı Titreten Türk Koca Yusuf Yalnızca Güle Yenildi adlı belgesel romanını basar. 18 yıl önceki Koca Yusuf sunumu ile tam dokuz baskı yapan bu kitap arasındaki farklar, aradan geçen zamanda, liberal kantarın Osmanlı ayarındaki değişikliği gösteren çarpıcı örneklerdir.

Yukarıda belirtilen, “Osmanlı/ Batı karşıtlığı/Dinsellik” içeriklerine müthiş bir doz yüklemesi izlendiği gibi, inceleme türünden romana geçiş, popüler kültüre yataklık eden efsane/fantezi biçimine de canlılık katma çabasıdır.

Bakın, kitabın yazarı Delice ne diyor:

Osmanlı zamanında, İstanbul, Bursa, Edirne, Manisa gibi büyük yerleşim merkezlerinde çok sayıda spor tekkeleri, tekkelerin pirleri ve yıkılmaz gelenekleri vardı. Kırkpınar Güreşleri'nde savaştaki bütün motifler vardır. Savaşta, mehter coşturur, Kırkpınar'da ise davul zurna. Padişah huzurunda yapılan güreşlerde davul zurna vazifesini mehter yerine getirirdi. Savaşta, Allah Allah diye düşman üstüne gidilir, güreşte de Allah nidalarıyla pehlivanlar ermeydanına salınır. Türklerde davul üç yerde, savaşta, düğünde ve güreşte çalınır. Savaş vatan, düğün namus müdafaası, güreş ise bu ikisine hazırlık kabul edilirdi. Kına üç kişiye yakılırdı, gelinlik kıza, savaşa giden ere ve güreşecek pehlivana, bir de kurbanlık koça. Çünkü hepsi ebedi güzellikler için feda olmayı ifade ediyordu.”

Türkiye'de Cumhuriyet döneminde en çok konulan isim Mehmet iken son on altı yılda ne oldu da Yusuf, en çok konulan isim oldu. Yusuf'un öne çıkmasında en önemli faktörler, iki binli yıllarda Batı karşısındaki memleketimizin durumu ve Yusuf isminin hatırlattıkları, temsil ettiği değerlerdir. İki binli yıllar, milletimizin… Batı karşısında boyun büküklüğünün bütün acılığıyla ortaya çıktığı yıllar. Böyle bir zamanda niçin Yusuf ismi öne çıktı? Milletimizin bildiği iki Yusuf var: Biri peygamber olan Yusuf aleyhisselam, diğeriyse 1894-98 yılları arasında Avrupa ve Amerika'da tek başına Osmanlı'yı temsil eden ve önüne çıkan bütün güreşçileri yenen ‘Türk gibi güçlü' sözünü ezberleten Koca Yusuf. İnsanımız, Koca Yusuf'un şahsında, Batı karşısında eğilen başının tekrar doğruluşunu, mertliği, yiğitliği, gücün, zalime karşı mazlumun yanında oluşunu gördü… Yusuf, Türk insanının içerde ve dışarıda uğradığı haksızlığa, dışlanmaya 'yeter' deyişinin simgesidir.” (İHA, 13 Kasım 2017)

Hadi, Türk insanının dışarıdaki dışlanmasını anladık da, içerideki ne oluyor?

Laik Cumhuriyet’in dışladığı islamcı gericilik oluyor.

İslamcı yıllarda Koca Yusuf imgesinin ne anlama geldiği ile ilgili ek bir yoruma gerek yok, sanırım. Kitapta, yukarıda belirtilen üç ideolojik koordinata yapılan doz yüklemesinden birkaç örnek verip, geçelim.

1) Osmanlı sarayı-güreş ilişkisi çok daha organik hale getirilmiş:

Pehlivanlar pehlivanı Sultan Abdülaziz (s.16) 17 yaşındaki Yusuf’a Aziyiye nişanı gönderiyor:

Halifenin, Osmanlı padişahının Deliormanlı bir gence nişan göndermesi ahali için ne büyük şerefti.” (s.14)

Abdülaziz’in Mithat Paşa’lar tarafından öldürülmesine Koca Yusuf ve bütün köy ağlıyor. (s.50)

Koca Yusuf Abdülhamit’e hayran olup, onu babası gibi seviyor; ona mesaj taşıyor (s.125, 128). Fransa’ya ve ABD’ye güreşmeye Abdülhamit’in fermanı üzre, Osmanlı’yı temsilen ve oralar hakkında rapor vermek için görev ile gönderiliyor. (s.277-286, 352)

Uzatmayalım; daha ne saçmalıklar var, bir bilseniz. Tamamı hayal ürünü olan bu ifadelerin amacı, güreş ve güreşçilerin Osmanlı saray yönetiminin organik bir unsuru olduğunu göstermek. Böylece, gücün fiziki simgesi ile siyasal simgesinin örtüştüğü bir anlam alanı oluşur.

Peki, oluşursa ne olur?

Güç ile sarayın denkleşmesi Osmanlı nostaljisini ateşler. Laik Cumhuriyet’in eşanlamlı kabul etmediği ve bu nedenle islamcıları çılgına çeviren Osmanlı ile Türk sözcüklerini eşitler. Yanı sıra, Rumeli imajını örseler: Bilindiği gibi, Abdülaziz ve Abdülhamit’i tahttan indiren birinci ve ikinci kuşak Jöntürkler Rumeli bağlantılıdır. O nedenle, muhafazâkar/osmanlıcı çevreler için Rumeli, düzeltilmesi, saray ile barıştırılması gereken bir tarihsel, coğrafi imajdır.

2) Koca Yusuf ve diğer pehlivanlar Bulgar-Rus müdahalesine karşı adeta Osmanlı komando erlerine dönüşürler.

Koca Yusuf’a Aziziye nişanı bu nedenle verilir (s.64). Bulgarlara ve Ruslara karşı müthiş savaşır (s.19, 133, 140-141, 253). Doğal olarak, Ermeniler Yusuf’u linç ettirmek isterler (s.368) vb.

Böylece, Koca Yusuf’un pehlivan gücü, Osmanlı savaş aygıtı ve militer kahramanlığının da simgesi olur.

3) Güreş ve Yusuf’un din ile ilişkisi öngörülebileceği üzere epey kalınlaştırılır.

Demir Baba Bektaşi Dergâhı’nda yetişen Koca Yusuf nasılsa sıkı bir dindardır. İlahi ihsana da nail olur (s.17). Tasavvufa tutkun; Gülşeni Dergâhı’ndan çıkmaz (s.137, 168), cami der başka bir şey demez (s.169, 173, 211). Üstelik, Avrupa’da güreş tutmayı cihada gitmek olarak değerlendirir. (s.299)

Paris’e iner inmez ilk sorusu, “Nasıl namaz kılacağız?” olur (s.287). Kuran okur (s.322). Mindere çıktığında kıbleye karşı el bağlar (s.332). İçki içmez. Parisli kızlar ona bayılırlar ama o namahreme uçkur çözmez (s.360) falan filan.

Tamamı gerçek dışı olan bu lakırdıları neden veriyoruz?

İslamcı dönemin Koca Yusuf imgesine çok işlevli enstrüman olarak baktığını göstermek için:

Osmanlı ile barışma zorunluluğu, evrenselliğin ille çağdaşlıktan geçmediği, tasavvufun/dinselliğin yaşamın her alanında başarının, tatminin ve mükâfatın altyapısını oluşturduğu, Batı karşısında yerli ve milli olanın zafer kazanacağı, metafizik ve manevi âlemin belirleyici rolü vb. mesajları…

Koca Yusuf bereketi, Ergenekon sürecinde, 2009’da bu kez bir senaryoyu şenlendirir: Tivi Medya Film Yapım Şirketi, senaryosu ve yönetmenliğini Sinan Haliç’in üstlendiği, Müthiş Türk Koca Yusuf filmini çekmeye karar verir. Trakya Üniversitesi Kırkpınar Beden Spor Yüksek Okulu ile ABD ve Kanada Oşinografi Enstitüleri işbirliğiyle hazırlanacak, Türkiye’nin ilk doku-drama filmi. ABD, Fransa, Yunanistan, Kanada ve Portekiz’de çekilecek. (hurriyet.com.tr, 7 Haziran 2010)

Yine 2009’da, Balkan Türkleri Federasyonu Bilim Kurulu üyesi, bir dönem Ceyhan Balkan Türkleri Derneği Başkanı Mecit Sağır, Koca Yusuf ile ilgili bir kitap hazırlığı için Bulgaristan’a gider. Koca Yusuf adıyla yayımlanacak kitap birinci baskısını 2011’de, ikincisini 2012’de yapar. Sponsoru, Ceyhan’ın MHP’li Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü.

Bu arada, ilkokul 4. sınıf Türkçe ders kitabı da Koca Yusuf’u atlamaz:

Koca Yusuf, birçok kişi tarafından dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü insanı olarak kabul edilmiştir. Ünlü Rus güreşçi Hakimşmit: “Dünyada onun sırtını yere getirebilecek birinin bulunabileceğini hiç sanmıyorum.”…

TSK’da dokuz adet bulunan A400M modeli askeri nakliye uçağına da Koca Yusuf adı verilir.

Lakoz’un Koca Yusuf konulu bir libretto yazması, kankası Tolga Taviş’in de bestelemesi, sizce de gayet anlaşılır bir durum değil midir?

Üstelik, gayet halisane amaçlarla: Bu modern dans dünya turu atacağı için, “Koca Yusuf’u bütün dünyaya tanıtacak” (Duyuşlar, 29 Kasım 2017), o arada, Lakoz da, Rabbimin şeflikte ihsan buyurmadığı celebrity’yi, librettistlikte yakalayacak. Yanına bir de rejisörlük teğelledi mi, billahi çifte kavrulmuş…

Lakoz Bertan rejisör oluyor

Dâhi Selman genel müdür olunca, ilk iş olarak kendi yapıtlarını sahneletme kararı alır. Lakoz rejiye atlamak için yanıp tutuşuyordur. Ustasının bir yapıtını sahnelemesi ne büyük onur olur! Cesaretlenmiştir; ilk yazdığı libretto bestelenip, sahneye taşındığına göre, ilk rejisinin de aynı yolu izlememesi için neden yoktur. Rabbim, ustasını koltuğunda daim kıldığı sürece…

Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı (Şubat 2015) ile Verdi’nin Maskeli Balo’sunda (Mayıs 2015) reji asistanlığı yapar. Artık, o bir rejisördür. 7 Kasım 2015’te, ustasının Aşk-ı Memnu’sunu sahneler. Onunla yetinmez, yirmi gün sonra, 27 Kasım’da yayımlanan, Dâhi Selman’ın DOB adına Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği’ne hazırlattığı Opera-Bale Sanat Dergisi’nin dördüncü sayısında, yapıtı yerlere göklere sığdıramaz. Ustasını piri olarak kabul etmiştir; nasıl ki, 2015 Sayıştay raporunda, genel müdür sıfatıyla Ada’nın kendi yapıtlarını sahneletip, gelir elde etmesi etik bulunmamış ve de Dâhi, “Ben etik metik anlamam, paramı alırım” demiştir; Lakoz da, rejisörü olduğu yapıta yıldızlar yağdırmıştır:

Segâh Evlenme Âyini ve Yine Bir Gülnihâl gibi parçalarda büyük bir incelikle dönemin ruhunu tasvir etmektedir… Karşımızda, İtalyan operası stilinde, ama bize her yönüyle çok tanıdık gelen bir eser bulunmaktadır. Aşk-ı Memnû’yu olağanüstü kılan yönlerin başında, işte bu mükemmel sentez vardır.” (s.17)

Müzik çok rafine, zarif ve ışıltılıymış. Neden biliyor musunuz? Çünkü, Osmanlı dönemi İstanbul’unun “son derece incelmiş zevkleri ve en kibar bir muhiti”ni anlatıyormuş, “müzik, bizatihi o çevrenin bir ferdiymişçesine hayat bulmakta” imiş. (A.g.y.)

Zavallı taşra enteli! Boğazdaki yalıları gördükçe, “incelmiş zevk, kibar muhit” hayallerinde dolaşıyor. Itrî’den Bach çıkarmanın başka yolu var mı ki?

Ne ustasına yağcılık, ne de kendi PR’ını yapma bununla kalıyor. Aynı derginin Mayıs 2016 tarihli altıncı sayısında, bu kez Hekimoğlu operasına övgüler diziyor. Hekimoğlu’nun iki yılda dört ayrı kentte sahnelenmiş olmasının, opera yaşamımız açısından olumlu ve ümit verici olduğunu söyledikten sonra, “Hekimoğlu’na operalarımızın kapısını açan Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Sayın Selman Ada’ya, gösterdiği teveccühten dolayı teşekkür” ediyor. Onun “sıcak ve teşvik edici yaklaşımı”nın Hekimoğlu’nun yakaladığı ivmede en önemli etkenlerden biri olduğunu belirtiyor. (s.18-19)

Besteci Tolga Taviş’in müziğini elbette çok başarılı buluyor. Tabii, “kötü librettodan iyi opera bestelenemez” demeyi ihmal etmeden. (s.19)

Son derece haklı; Dâhi Selman genel müdür olmasaydı, askeri Lakoz’un ne librettist, ne de rejisörlük hayalleri sahneye taşınabilirdi. Nitekim, Dâhi görevden alındıktan sonra, Lakoz’un da opera ile ilişkisi bitti. Bunun ilk nedeni, elbette yetersizliği; ne şeflik, ne libretto, ne de rejiyi kıvırabilecek bir donanıma sahip. İyi de, DOB’da bu işi yapan herkes pek mi donanımlı? Araya kaynak yapamaz mıydı? Olmazdı, çünkü “Selman’ın askeri” rütbesi üzerine yapışmıştı. Ve Selman DOB’u gerçekten dağıttı. Sonunda herkes, “Aman, bu gitsin de yerine kim gelirse, gelsin” moduna girmişti. Yeteneksiz askerini kimsenin çekecek hali kalmamıştı. Hele bir de giderek artan islamcılığı eklenince, iyiden iyiye antipatik olmuştu. FETÖ de kaybettiğine göre…

Lakoz Bertan kitap çıkarıyor

2015 bereketi Lakoz’a iki de kitap armağan etti: İstanbul Koşu(k)ları ve Türk Hafif Müziğinde Bir Fenomen: Grup Buluşum.

İlki, 2007-2008 İstanbul döneminde kaleme aldığı şiir ve anlatılardan oluşuyor. Üç özellik hemen dikkat çekiyor: Kendine ses araması/ yazı kimliksizliği, marazi duyarlılık ve entellik. Ve tabii, bunlar kaynaklı “şerh” kalebentliği. Buna, taşra usulü postmodernizm de diyebilirsiniz; yazınsal yeteneksizliği felsefi söyleme gidertme çabası ya da, çerden çöpten kolajlar. Henüz tasavvufun saf ve temiz dünyasına tam girmemiş olduğu çok belli; bol miktarda cinsel gönderme ve fantezi arasından geçmeye çalışıyorsunuz.

Fikir edinmeniz için:

Ören Bayan’a dair cinsel fantezilerim. Her gece odamda oynadığım tek erkekler finali. Mal beyanında bulunmadan organ bağışı talep ettiğim günlerin ters kronolojisi. Yani kişi başına düşen milli gider. Bir yoksunluklar manzumesi. Beyaz atlı (çoko) prens. Beni Tophane’de sevmiş, Osmanbey’de terk etmiştin hani. Tüm bunları ehlileştirebilir miyim? Pişman desen değilim, bir hormonum bu akşam. Yemekte yakaladığımız sinerji. Onun kefareti bir tinerci. Ağzın kokuyor bebeğim, bunu bilmelisin. Ağzın karanfil kokuyor -hani filizkıran fırtınası gibidir.” (Bertan Rona, İstanbul Koşu(k)ları, Kitap&Kafe Serüven Yn., 2015, s.30)

Bu kitapta yer alan metinleri şiir olarak tanımlamanın olanağı yok. Zaten kendi de, “benim de hangi türe girdiğini bilmediğim” diye tanımlıyor (Radyo Gerçek, 27 Temmuz 2018). Yazınsal niteliğin imge yığmaktan geçtiğini zanneden yeteneksiz her taşra entelini bekleyen tipik tuzağı atlatamamış. O nedenle, metinler üzerinde durmaya değmez. Yukarıda, Orhan Veli’nin İstanbul’u Dinliyorum’unun pastişini verdik. Kitapta ondan başka yazınsal nitelik taşıyan bir metin yok. O da zaten Orhan Veli’nin sesi. Lakoz farkında olmalı ki, hiçbir zaman yapılmamış olan ikinci baskısının müjdesini verirken, adını, İstanbul’u İzliyorum Ağzım Açık olarak değiştireceğini söylüyor (A.g.y., 27 Temmuz 2018). Orhan Veli gibi bir celebrity’den belki şans da bulaşır…

Bu kitabın iki de siyasal imge işlevi var: Biri, Rona Şarkıları ile ilgili. Aşağıda değineceğiz. Diğeri ise, islamcılık ile ilgili. Şöyle:

Lakoz 2012’de tasavvufi âleme dalıp, fenafillah olunca, bir başka celebrity’ye, Necip Fazıl’a özenerek, şiirlerini İslam öncesi/İslam sonrası olarak dönemlendirmek durumunda kalır:

İstanbul Koşu(k)ları’nda bohem bir hayat vardır. O kitapta gerçek ile hayali birbirinden ayırt edemeyen, varoluş sancısı var…” (A.g.y., 1 Haziran 2018)

Tıpkı Necip Fazıl gibi, bohem bir yaşamda, varoluş sancısı çekerek,  arıyor, arıyor. Dalgın filozoflar da öyle yaparlarmış ya.

Nasıl yani?

[Filozoflar] varlık, varoluşun esası, özü nedir[in], sezgisel olanın peşindeler… Bunlara yoğunlaşma sonucu dalgınlık oluşuyor.” (A.g.y. 28 Şubat 2018)

Tamam da, Lakoz ile ilgisi ne?

İşte, o da kendince filozof; varoluş sancısının sırrı, varoluşun esası durumlarını filan arıyor. O nedenle de çok dalgın (A.g.y.). Ayrıca, hep aynı kazağı giyiyor, kırılmış gözlük camını değiştirmiyor. (A.g.y. , 4 Ocak 2019); bildiğin filozof. Zaten kendini felsefeci sayıyor (A.g.y., 7 Aralık 2018).

Peki, sonunda aradığını buluyor mu?

Evet.

Nerede?

2012’de, Samsun’da.

Neymiş?

Mevlâ’sı.

2015’te Sonat Coşkuner ile birlikte kaleme aldığı Grup Buluşum, 1970’ler başında Çorum’da kurulmuş olan yerel bir pop müzik topluluğunun öyküsü. Kitabın 130-152. sayfaları arasında yer alan, Türkiye’de Popüler Müziğin 50 Yıllık Serüveni adlı bölüm Lakoz’un kaleminden.

İlk kitap ile bunun arasındaki en önemli fark, bunun kaleme alındığı tarihte, Lakoz’un namazın güzelliğini izleyerek, tasavvufun ışığı ile aydınlanmış olmasıdır.

Metin ciddiye alınabilir analitik bir boyuta sahip olmadığı için, entelektüel açıdan anlamlı bir ağırlık taşımıyor. Lakoz’un esas derdi, 90’lardaki pop patlamasının, şarkı sözlerinden yola çıkarak, hiç de tasvip edilir olmadığını kanıtlamak. Şarkı sözlerini, “müstehcen yapıda olanlar, küfürlü içerik taşıyanlar ve absürd söz içerenler” olarak sınıflandırıyor. (Sonat Coşkuner/Bertan Rona, Türk Hafif Müziğinde Bir Fenomen Grup Buluşum, Kitap&Cafe Serüven Yn., 2015, s.137)

Cinsel içerikli göndermelerle dolu şarkılar, müstehcen kelime, ifade ve deyiş[ler]…erotik sahne şovları…” Lakoz’u çok rahatsız ediyor (s.136, 144), bunları “ahlak erozyonu” olarak tanımlıyor. (s.143)

Öte yandan, sözlerdeki “anlamsızlaşma”yı da “saçmalık” olarak görüyor. (s.150)

İyi de, cinsel içerik ve absürd İstanbul Koşu(k)ları’nda gırla gidiyor.

Ama o sayılmaz; İslam’ın/tasavvufun’un feyziyle irşad olduğu 2012’den önce yazılmış metinler.

Madem öyle, neden 2015’te basılmasını istiyor?

Dedik ya, mutlaka görünür olmak, celebrity olmak peşinde. Ayrıca, dini, diyaneti başının üstüne ama, çoksesli müzik dünyası çok laik, yani dengeye de dikkat etmek gerekiyor… Pragmatizm onun tek felsefesi, oportünizm tek yaşam biçimi.

O kadar mı?

Dahasını kitap üzerinden örnekleyelim: Lakoz 2007-2008’de İstanbul’dadır. İzmir’de celebrity olamayacağını anlamıştır. Tek umudu Dâhi Selman’ın peşine, İstanbul’a gelir. Burada, iki alanda daha şansını deneyecektir: Edebiyat ve sinema. İstanbul Koşu(k)ları’ındaki metinlerle, yazın dünyasını sallayıp, ödüllere boğulacağını düşünmektedir. Tabii ki, olmaz. Bu sefer film artisti olmaya karar verir; %100 celebrity. Günde dört film izler (A.g.y., 14 Şubat 2018). Kısa metrajlı birkaç film ile, uzun metrajlı bir tanede oynar. Yine olmaz. Çıldırmak üzeredir. İslamcılar ile, ustası Dâhi Selman üzerinden light bir ilişkisi vardır. Şimdilik, “Süleymaniye Cami’inin içinde saatlerce, Mehmet Kaplan’ın Kültür ve Dil adlı kitabını okumakla yetinir (A.g.y., 15 Mart 2017). Daha fazlasına gözü kesmez, çünkü Ergenekon’da islamcıların kazanacağı kesin değildir. 2012’de başlayacak “namaz-kazâ-yakaza” üçgenli hard ilişkiye daha vardır.

Allahtan, o sırada Samsun operası açılır da, Lakoz’u psikiyatri kliniğine sevke gerek kalmaz. Celebrity’yi bu kez Samsun’da arayacaktır. İstanbul’daki hayal kırıklığının acısı ise hâlâ ağzındadır. (A.g.y., 24 Ağustos 2018)

[email protected]

YARIN: OPERAYA İSLAMCI YIĞINAK: BERTAN RONA (6)