Gidişat kötü, kimin umrunda?

Bayram haftasındayız. Gezi Direnişi’nin de altıncı yıldönümü. Ekonomik kriz derinleşiyor. Bu arada herkesin gözü kulağı 23 Haziran seçimlerinde. Seçim, İstanbulluların tatil planlarını derinden etkilemiş. Bulunduğum tatil beldesinde karşılaştığım tanıdık/tanımadık insanların ortak kaygısı, adil olmaktan fersah fersah uzak duran İstanbul seçim kampanyası süreci… İktidar kanadının medya kuşatması altında süren bir kampanyadan, iktidarın “yalancı pehlivan” adayının televizyonlarda rakibiyle başbaşa bir tartışmadan köşe bucak kaçarken gece/gündüz ekranlarda boy göstermesinden daha önemli görülen kaygılar, seçim günü ve sonrasında hangi hilelerin/hüllelerin sahneye konulacağı üzerinde yoğunlaşıyor.

Haksız değiller. Üstelik bu artık sadece İstanbul’u ilgilendirmiyor. Türkiye’de sandık demokrasisinin kaderi de buna bağlı. Ama sonuç ne olursa olsun, siyasal İslam iktidarının Türkiye halkını sandık meşruiyetiyle, rıza ve ikna yöntemleriyle yönetme kapasitesinin tükendiğini gösterecek. Bundan sonrasında, siyasal iktidar olağanüstü iktidar formunu, rejim yıkıcı/rejim kurucu rolünü artık olağan bir iktidarmış gibi davranarak sürdüremeyecek. Önümüzdeki dönemde bu kırılmanın ideolojik/siyasi sonuçlarını yaşayacağız; çözülmekte olan bir iktidarın örgütlü devlet şiddetini kullanmakta eskisi kadar pervasız olup olamayacağını göreceğiz.

***

İktidarın yönetememe sorunlarına tepkilerin öncelikle sistemin egemen gücü olan sermaye kesimlerinden gelmesi şaşırtıcı değil. Geçen haftalarda TÜSİAD ve daha sonra da İstanbul Sanayi Odası (İSO) üzerinden gelen eleştiriler, iktidarın, ekonomik krizi doğru algılayamamasına, krizi daha da ağırlaştırıcı sorumsuzluklar / piyasa güçleriyle inatlaşmalar sergilemesine, bir çıkış planına sahip olmamasına ve girişim özgürlüğüne / mülkiyet haklarına dair kaygı verici savrulmalar göstermesine yönelikti. Sermaye, krizin olumsuz etkilerini yakından hissetmeye başlayıp iktidara ayar verme gücünü yeniden kazanmaya çalışırken, iktidarın zirvesinden “hesabını sorarız” tehditleri aldı.

Bu arada sermaye cenahının iktidarla daha halvet ilişkiler içindeki kesiminden, iktidarın zaaflarını fırsata çevirmeye dönük hamleler gelmesi gecikmedi. Türkiye’nin bütün işveren kesimlerini bünyesinde toplayan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, “Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Koordinasyon Kurulu Yönlendirme Komitesi” üzerinden iş mevzuatını daha esnek ve daha güvencesiz kılmaya dönük, başka deyişle üretim ve bölüşüm ilişkilerini olabildiğince emekçilerin aleyhine düzenleyen önerilerini gündeme getiriverdi (Bkz: Aziz Çelik, “Emeğin halleri”, Birgün, 3 Haziran 2019). Bunların ne kadarı yasalaşabilir ayrı mesele; ama gündeme getirilmiş olmaları bile sınıf savaşının yeni bir tırmanmanın eşiğinde olduğunu, kriz bahanesiyle yeni dayatmaların gündeme getirileceğini, bugünkü iktidarın da –zaafları olsun olmasın- sermayenin taleplerine en açık iktidar biçimi olduğu gerçeğini bize anımsatıyor.

***

Bu sırada iktidar cenahı, 23 Haziran’ı “büyük hesaplaşma” düzlemine getirme dışında, kendi saflarındaki çatlamalara önlem almakla da meşgul oluyor. Bunun birinci önlemi, “sürüden” koparlarsa tehlikeli olabileceği hesap edilen eski “ağır toplara” bol akçeli üst kademe yöneticilik ihsanları yapılması oldu. Bilindiği üzere, Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi (CYS) biraz da bu durumlar için kotarılmıştı. Cumhurbaşkanının (CB) elinin altında artık sayıları bini aşkın çok cazip kamu üst kademe yöneticilikleri (mansıpları) mevcuttu. Bol imkânlara alışkın AKP’li siyasetçi eskileri malum şimdilerde biraz geçim ve prestij derdine düşmüşlerdi. “Reis”e sadakatlerinin bir karşılığı olmalıydı.

Ama biat ilişkilerini perçinlemek bakımından bu makamların sayısını çok aşan yeni bir yetki CB’na verilmek üzereydi: Yeni hazırlanan askerlik rejiminde, askerlikten muafiyet konusunda CB’na özel yetkiler tanınmak isteniyordu. Bunun, partili olsun olmasın, siyaset içi veya dışı olsun, sermayedarından sendikacısına kadar ne kadar geniş bir kitleyi ilgilendirdiğinin hesabını gayet iyi yaptıklarından emin olabilirsiniz. Peki, iktidara ilelebet tutunmaya yeter mi?

***

Bazılarının başlangıçta çok umut bağladığı, sanki iktidarın İslamcı toplum projesine ılımlılık aşısı yapacakmış gibi sunulan atama Milli Eğitim Bakanı’nın 2023 hedeflerini açıklarken İmam Hatip okullarına ağırlıklı rol verileceğini açıklaması aslında olan bitenin ikrarından başka bir şey değildi. Atama bakan, eğitim tüccarlığından sonra siyaset esnaflığını da öğrenme yolundaydı: Kendisini ve partisini ekonominin ve siyasetin zirvesinde tutmanın, kitleleri dinle avutmaktan başka çaresi olmadığını öğrenmiş olmalıydı. Cehaleti besle ki iktidarın daim olsun. Tıpkı şu “vatandaşın cahilini seven” rektör yardımcımızın önlenemez yükselişi gibi. Peki ama bu avutma siyaseti daha ne kadar sürdürülebilir?

Özellikle de ekonomide işler iyice sarpa sararken. Milli gelir geriler, kişi başına dolar cinsinden milli gelir 10 yıl öncesinin düzeyine, 9 bin küsur dolarlara inerken. Kaldı ki, buna inanılmaz bir gelir dağılımı bozukluğu eşlik ederken, yani bu düzeyde ortalama gelire sahip olamayan hanehalkları toplumun büyük bir çoğunluğunu oluştururken…

İşte bu koşullar siyasal İslamcıların iktidarı kaybetme korkularını sürekli besliyor. Gezi Direnişi’nin, 6 yıl sonra bile bu denli kaygı duyulan bir halk hareketi olmasının nedeni de burada. Gezi, otokratik İslamcı toplum projesinin imkânsızlığına dair iktidara yönelik güçlü bir haykırıştı. Bunun tekrarından dehşetli ürküyorlar.

***

Dini veya milli bayramların, hafta sonu tatillerinin bir işlevi de, emeğin üretim kapasitesini sürdürmenin veya arttırmanın bir toplumsal mekanizmasını oluşturmasıdır. Biz, dinlenceye ayrılan zamanların aynı zamanda düşünce ve direnme kapasitesini arttırmak için de değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.