Saatli yazı

İlk şaşkınlığım, ilk büyük dersim de olmuştu saat konusunda.

Yirmi yaşındaydım. Annemin babamın köyüne gitmiştim. Bana daha önceden söylendiği gibi, otobüsten indikten sonra elimde bavul, pazarın çıkışına yürümüş, o traktörü bulmuştum. Römorkunda bavullar vardı ama görünürde kimse yoktu. Sağa sola bakındığımı gören ben yaşlarda bir genç, elinde sigara, geldi, kim olduğumu öğrendi, eliyle römorku göstererek, bavulu kasaya atmamı işaret etti. Gidecekmişiz gibi bir hali yoktu. Bir an önce köyde olmak istiyordum. Geleceğimi bilen, benden önce gitmiş tatilci akraba ağabeyler köydeydiler. O yıllarda yirmi saat tutan yol, yirmi yaşındaki bir genç için zaten yeterince sabırsızlaştırıcıydı.

“Kaçta kalkıyor?” diye sorduğumu anımsıyorum. Bir de onun, sigara dumanının kıstırdığı gözlerle başını iki yana sallayarak verdiği yanıtı:
“Gederük.”

Ben beklerken, o birkaç kez kasabanın içine gidip geldi. Getirdiği başka bavul, çanta gibi yol yüklerini römorka attı. Bu arada bir iki kez daha “kaçta kalkıyor” diye sormuş, hep aynı o başını iki yana sallamalı yanıtı almıştım: “Gederük.”

O yanıtta, benim sorumdaki anlamıyla saat kavramının bulunmadığını çok sonraları anladım. O, güneşe bakarak kullandığı ‘vakit’ kavramıyla yaşıyordu.

* * *

Hani tavla oynarken insanlar birbirlerine takılırlar ya karşıdakini moral bakımından da yıkıp sonunda yenmek için. (Yalnızca oyunda değil, sıcak soğuk, gizli açık tüm savaşlarda geçerlidir bu yöntem.) Benden epey genç bir arkadaşım da bana takılmıştı:

“Altmış yaşına gidiyorsun, hâlâ şu oyunu…”
Sözünün yalnızca bu ilk bölümü kalmış aklımda. Gerçi ellili yaşların çoğu geride değil ilerideydi henüz ve ilk rakamın altı olmasına çok vardı daha ama…

Yanlış mıydı söylediği? İlk rakam beşse, yaklaşılan rakam altı değil miydi?

Yatarken saati kur. Uyanınca saate bak. Saat çalınca kalk. Kahvaltı yapıyorsan çayı koy. Tuvalet, temizlik, tıraş (kadınlar için, makyaj ya da yüz bakımı)… Bitince saate bak. Günlük yapıyorsan ya da akşamdan yapmıyorsan ütü… Bitince saate bak. Kahvaltı, saate baka baka… Giyin kuşan, saate bak, fırla… Servis bekliyorsan, saate baka baka… Tren istasyonuna gidiyorsan, saate baka baka… (Tren istasyonu kaldı mı efendim?) İskeleye gidiyorsan, saate baka baka… (Kaç iskele kaldı sahi şu İstanbul’da?) Durağa gidiyorsan, saate baka baka.

Günde kim bilir kaç kez saate bakılan koca bir yaşam parçası geride kalmıştı.

* * *

Annemin babamın köyüne o gidişimde, öküzlerin çektiği kızaklar, kağnılar geçerdi sağımdan solumdan. Her yandan inek böğürtüleri, eşek anırmaları, koyun melemeleri, çıngırak sesleri gelirdi. Yollar ekin, saman, tezek kokardı köyde olduğunuzu anlardınız. Eski bir okul vardı, öğretmen vardı, devlet imamı yoktu.

Son gittiğimde, muhtarın evi ve başka bir ev dışında, köyde sürekli yaşayan kalmamıştı. Okul çoktan kapanmıştı ama, devlet imamı vardı. Herkes yazlıkçıydı. Herkes sebzesini meyvesini, kasabadan gelen arabadan alıyordu. Üretmeyip satın almanın şişinmesi yaşanırken, hormonlu domatese de alışılmıştı..

* * *

En büyük ‘göçmüş köylü kenti’ olan İstanbul’da toplu taşıma araçlarının tarifeli seferleri, sinemalar, tiyatrolar, okullar, fabrikalar ve daha birkaç yer dışında hiçbir yerde hiçbir şey, duyurulduğu saatte başlamaz. En çok da toplantıların, buluşmaların başlamasında yaşarız saat kavramıyla uyuşamayışımızı.

Ben bu yazıya, büyük kentteki göçmüş köylünün, köy yaşamındayken güneşe bakarak ayırt ettiği ve her biri birkaç saat uzunluğundaki ‘vakit’ kavramından, kent yaşamındaki altmışa bölünmüş dakikalı saate geçemeyişinden yakınmak için başlamıştım. Yazarlıkta, bazen yazı kendini yazar derler. Bu da öyle oldu. Kent savunması, köy savunmasına dönüştü. Zaten o köy de, öteki köylerle birlikte, bir seçim oyununun kurbanı olarak mahalle yapıldı şimdi. Oysa, kendinden başka üç de mahallesi olan bir köydü.

* * *

Buluşmalarınıza, toplantılarınıza saatinde gidin, başkalarını bekletmeyin. Ama siz siz olun, büyük kentlerin koca koca ömürleri saate baktıra baktıra öğüttüğünü unutmayın. Öğütülmeye karşı uyanık durmak için ise, takvime bakmayı sakın unutmayın.