Son yeşillikler kurtarılabilir

Aynı yerde yaşayan eskiden beri yerleşik kentliyle, göçmüş insan arasında belirgin bir ayrım var: Göçmüş olanla karşılaştırıldığında, yerleşik olanın daha az eylem içinde olduğu, daha dingin, daha kendi halinde bir yaşam sürdüğü görülüyor.

Göçmüş olan ise hiç yerinde durmuyor. Öncelikle, konduğu yere, –gündüz yapılanlardan ya da gece yapılanlardan, hangisine gücü yeterse– kondusunu yapıyor. Tıpkı köyündeki gibi, önce bahçesini bir güzel yeşillendiriyor. Çocuklar büyürken, betonlaşmayı da yine kendi bahçesinden başlatıyor. O güzelim bahçenin yanına yöresine, her yerine bir bina yapıyor. Üstlerine kat çıkıyor. Evlenen çocuklar yeni yapılanlara yerleşiyor, artanını da kiraya veriyorlar. Bahçede hâlâ yer kaldıysa, o toprak parçaları da arabalarına garaj oluyor. Kuşlar arabalarının üzerine pislediğinden, kalabilmiş son ağaçlar da kesiliyor. Kadınlar gıcır gıcır taşların üstünden suları süpürüp taşların temizliğine bakmayı pek sevdiklerinden, ne kadar meyve ağacı varsa hepsi odun yapılıp yerlerine beton ya da taş döşeniyor. Yazın, o beton bahçeler güneş altında cayır cayır yanıyor.

Bahçelerdeki garajlar arabalara yetmeyince, yola taşanların üzerine de kuşlar pislemesin diye belediyelere dilekçeler verilerek yüz yıllık ağaçlar kestiriliyor. Kestirilemeyecek kadar heybetli olanlar, budanıyormuş gibi yapılarak, hiçbir kuşun konamayacağı bir durumda, bir gövde üzerinde iki üç çıkıntıyla bırakılarak öldürülüyor.

Eskiden beri yerleşik olana göre son derece hareketli, eğitim düzeyi düşük ama hiç durmaksızın sürekli çalışma, devinim ve çevreyle çatışma içinde bir yaşam sürüp gidiyor göçmüş olanların kesiminde. Birkaç kuşak sonra onlarda da, yeni göçmüşlere göre daha oturmuş, daha dingin, daha kendi halinde bir yaşama doğru evrilme görülüyor. Fakat ülkemizde göç, özellikle 12 Eylül’den sonra iyice hızlandığı için, yaşam da bir türlü durgunlaşmıyor. Şöyle bir durup çevresine bakan, ne için, nasıl yaşadığını anlamaya çalışan insan yerine, sürekli, koşturan, tutunmaya çalışan, tutununca yetinemeyip hep tırmanmaya uğraşan, savaşçı, doğayla, çevresiyle çatışmalı, birey olarak değil, şuralılar buralılar olarak var olabilen, güvensiz insan toplulukları üretiyoruz.

Yaşadığımız yerlerin doğası, yeniden kazanılamaz biçimde bu insanlık felaketiyle yok ediliyor. İstanbul’a yukarıdan bakınca, adım atacak, soluk alacak yerlerin art arda yok olduğu apaçık görülebiliyor.

Yalnızca beton bloklardan oluşan büyük parçalar ve o büyük parçaların arasında yollar… Bir tek yeşilliğin olmadığı kent parçaları…

Bu gidişe engel olamazsak, göç alan bütün kentlerimizi bekleyen son bu olacak.

Söyleyeceğimin tümüyle etkisiz bir yol olduğunu sanmıyorum. İstanbul’da Kadıköy’ün Kuşdili Çayırı savunmasında denendi, başarılı da oldu.

Diyorum ki, bu gidişin herkes için felaket olduğunun bilincinde olanlar bulundukları yerdeki betonlaşmamış alanlar için çok imzalı dilekçeler toplayıp belediyelere, ilgili devlet kurumlarına verseler… Oraların –büyüklüğüne göre– park ya da mesire yeri yapılmasını isteseler… Tıpkı Kuşdili Çayırı örneğinde olduğu gibi. (Kuşdili Çayırı konusunda da durmamak, çayırı geri alıncaya dek çalışmak gerekiyor.)

Yerleşik insanın uyuşukluğuyla olan biteni camdan seyrederek hiçbir şey kurtulmuyor. Böyle nice kurtarılabilir alanlar var hâlâ. Belediye başkan adaylarının vaatleri arasında ise, “şurayı betonlaşma tehlikesinden kurtaracağım, park yapacağım, yeşil alan yapacağım” türünden sözler duyamıyoruz.

Gerçi bu beton düşkünü göçmüş köylü belediyecilere, parkın zemininin toprak olması gerektiğini, altı otopark olan parka park denemeyeceğini, yeşil alan denemeyeceğini de öğretmek gerekiyor. Çünkü halkın dünya kadar parasını dökerek yaptıkları tek tük parklardaki çocuk oyun alanlarının altını beton yapıp üstüne sünger döşüyorlar. Geri kalan alana da yürüme yolu bahanesiyle beton döküyorlar. Böylece de, ağaçsızlaştırılan o parkların daha sonra yapılaşmaya açılmasının altyapısı oluşturuluyor. Oysa eskiden park demek, toprak ve ağaç demekti. Çocuk oyun alanlarına da kum dökülürdü.

Yerleşik kentlinin uyuşukluktan kurtulup, karşısındaki göçmüş insan gibi, bir an önce bir şeyler yapmaya başlaması gerekiyor.