Küba, Türkiye’yle ve Anadolu’yla kıyaslanınca çok genç bir tarihe sahip. Ancak fırtınalı ve zengin bir tarih bu. Avrupalı sömürgeciler Yeni Dünya’ya ilk kez 1492’de ayak bastı. Kendilerine “conquistador” (fatih) diyen bu ilk Avrupalıların başlattığı soykırım yüzünden, Karayiplerdeki yerli nüfustan ve onların kültüründen günümüze pek az şey kaldı. Karayiplerin en büyük adası Küba, önce Amerika coğrafyasından yağmalanan zenginliğin biriktirilip Avrupa’ya götürüldüğü zengin bir liman, sonrasında köle emeğine dayalı plantasyon ekonomisinin en önemli merkezlerinden biri, 20. yüzyıldan itibaren Amerikan sermayesinin ve mafyasının arka bahçesi ve 1959’dan bu yana ise sosyalist bir devriminin beşiği oldu. Beş yüzyıl boyunca, birbirine benzemez insan topluluklarının yolu zoraki veya gönüllü olarak bu adaya düştü. Küba kültürü, birbiriyle çelişen unsurların kimi zaman oldukça eklektik bir biçimde iç içe geçtiği bir cümbüş haline geldi. Öyle ki, Küba edebiyatının önemli isimlerinden Alejo Carpentier, Aydınlanma Çağı romanında Karayiplerin bu kültür mirasını överken, iki okyanus arasında kalan bu denizi yeni çağın Akdeniz’i olarak tarif ediyordu:
Etrafa dağıldıktan uzun zaman sonra, kayıp kabilelerin soyundan gelenler, şivelerini ve yüz hatlarını birbirlerine karıştırmak, bozunmak, yeniden oluşmak, birbirlerine karışmak […] durmaksızın yeni tipler, yeni şiveler ortaya çıkarmak üzere burada, bu Karayip Akdenizi’nde tekrar buluşmuşlardı.
“Şehir Tarihi Ofisi”, Küba’da sosyalist devrimin tesis ettiği kurumlardan biri değil. Havana Şehir Tarihi Ofisi, 1938’de kuruldu. İspanya’dan bağımsızlığını kazanan ada, 1902’den itibaren ABD güdümündeki “sözde” bir cumhuriyetle idare edilmeye başlanmıştı. “Yeni sömürgecilik” diye de anılan bu dönemde teşkilatlanan her kurum gibi, Havana Şehir Tarihi Ofisi de ABD sisteminin Küba’daki bir yansıması ve uzantısıydı. Şehrin kültür mirasını araştırmak ve korumakla görevlendirilen bu kurumun ilk yöneticisi, bir hukukçu olan Dr. Emilio Roig de Leuchsenring idi. Roig’in ölümünün ardından 1967’de bu göreve getirilecek olan Eusebio Leal Spengler ise, o sıralar sadece 25 yaşındaydı ve henüz üniversite mezunu bile değildi.
Alaylı bir tarihçi
Eusebio Leal, devrimin gerçekleştiği 1959’da Havana Belediyesi’nde çalışmaya başlamıştı. Bir gün, Havana’nın oldukça bakımsız durumundaki tarihi merkezinde (Eski Havana) yürütülen bir asfaltlama çalışmasında, parçalanan asfaltın altından beklenmedik bir şey yüzünü gösterdi: Ahşap parke kaplı bir cadde. Leal, bunun önemli bir arkeolojik kalıntı olabileceğini savundu. Zira ünlü doğabilimci ve gezgin Alexander von Humboldt, Havana’ya dair tanıklıklarında böyle bir caddeden söz etmekteydi. Genç belediye işçisi, asfalt silindirinin önüne yatarak kalıntıların yeniden örtülmesine engel oldu. Şehir efsanelerine konu olan tarihi yol, Leal’in bu çabaları sayesinde günışığına çıkarıldı. Leal daha sonra, bu yolun hemen arkasında yer alan tarihi sömürge valiliği binasının restore edilerek şehir müzesine dönüştürülmesinde de görev aldı. Bu süreçte sivrilen Leal, dönemin birçok iddialı devrimcisi gibi Fidel Castro ile tanışma şansı bulmakta gecikmedi. Kısa süre sonra Havana Şehir Tarihi Ofisi’nin yöneticiliğine atanan Leal, izleyen yıllarda çok daha iddialı bir projeyi gündeme getirecekti: Bakımsızlığın ve nemli iklimin etkisiyle günbegün ufalanan, kayıp gitmekte olan Eski Havana’yı kurtarmak!
Havana yoksullarının harap malikaneleri
Eusebio Leal Havana’nın kültür mirasını yönetmekle görevlendirildiğinde, Küba Devrimi gerçekleşeli henüz sekiz yıl olmuştu. Devrim, kır ile kent arasındaki muazzam eşitsizlikler nedeniyle enerjisinin çoğunu kırlara yöneltmek zorunda kalmıştı. Başlatılan kapsamlı kırsal kalkınma hamlesi toprak reformunu, ulusal çapta bir okuryazarlık seferberliğini, yol inşası gibi bayındırlık çalışmalarını, kırsal bölgelerde çalışacak sağlıkçıların ve eğitimcilerin yetiştirilmesini ve çoğunluğu toprak tabanlı evlerde susuz, elektriksiz yaşayan köylülerin sağlıklı konutlara kavuşturulmasını kapsıyordu. Devrimin önceliklerinden biri olan konut reformu, şüphesiz kent nüfusunu da kapsıyordu. Konut reformunun 1959 Şubatında başlatılan ve bir yıla yayılan ilk etabıyla evsizliğin ve kiracılığın son bulması, mevcut konut stokunun kamulaştırılıp çok uzun vadede ödenecek krediler karşılığında yoksul ailelere tahsis edilmesi ve toplu konutlardan oluşan modern banliyö semtleri oluşturulması hedefleniyordu.
1953 sayımına göre ülkedeki konutların yüzde 47’si harap veya kötü durumda sınıflandırılmıştı. Kırsaldaki konutların yüzde 75'i kötü durumdaydı. Başkent Havana’daysa, işçi sınıfından aileler toplam hane gelirinin 4’te birini kiraya harcıyordu. Evsahibini koruyan yasalar yüzünden, kirasını ödeyemeyenlerin ivedilikle sokağa atılmaları sıklıkla karşılaşılan bir manzaraydı. Havana’nın bir diğer önemli sorunu, tarihi binalardaki bakımsız ve sağlıksız konutlardı. Havana’nın tarih merkezi gözden düşmüş ve onlarca yıldır ihmal edilmişti. Meclis binası (El Capitolio), başkanlık sarayı ve bunların etrafındaki parklar bir nebze bakımlıysa da, bunları çevreleyen Eski Havana bölgesi için aynını söylemek mümkün değildi. Zenginler yüzyılın başı itibariyle burayı terk ederek şehrin batısındaki Vedado, Miramar gibi yeni gelişim bölgelerinde yaptırdıkları müstakil evlere, apartmanlara taşınmışlardı. Bir zamanların gösterişli konakları, küçük odacıklara bölünerek işçi sınıfı ailelere kiralanmaktaydı. Geçmişte zengin ailelerin hizmetkarlarıyla yaşaması için tasarlanmış olan konakların her bir odası bir aileye kiralanmış, yoksul kiracılar binaların bakımına hiçbir kaynak ayıramadıkları gibi haddinden fazla yük bindirilen binaların çürüyüşü daha da hızlanmıştı. “Solar” adı verilen bu binalar Havana’nın tarihi merkezindeki konutların yüzde 45’ini oluşturmaktaydı. 23 Aralık 1959’da çıkarılan 691 sayılı yasayla, aşırı dar gelirli kesime kiralanan harap durumdaki binaların devlet tarafından satın alınacağı ilan edildi. Bu binalarda kalanlar, daha sağlıklı konutlara yerleştirilene dek kira ödemeden oturma ve kullanma hakkına sahip oldular. Bu hak mirasla devredilemiyordu ancak belirli bir süre boyunca o konutta ikamet eden çocuklar doğal olarak hakkın sürdürücüsü oluyorlardı.
Ücretsiz oturma hakkı verilen bu tarihi binaların bakımının da devlet tarafından üstlenmesinin gerekeceği, çok geçmeden ortaya çıktı. Fakat ABD’nin giderek ağırlaşan bir ekonomik abluka ile nefessiz bırakmaya çalıştığı Küba’da, bu işe ayrılacak yeterli kaynak yoktu. İşte Eusebio Leal’in önderliği, burada devreye girdi. Fidel ile yakın bir dostluk geliştiren Leal, Havana’ya dair iddialı projeleri konusunda onu ikna etmeyi başardı. İkinci Beş Yıllık Plan’da (1981-1985) Havana ilinin bölgesel kalkınması için turizm stratejik bir faaliyet olarak öne çıkarıldı. Aynı yıl, Leal’in öncülüğünde, Havana’nın tarihi merkezindeki anıt niteliğindeki binaların önceliklendirilmiş bir proje çerçevesinde restore edilmesini ve turistik bir kalkınma bölgesi olarak değerlendirilmesini öngören bir plan devreye sokuldu. 1982’de UNESCO’nun Eski Havana’yı Dünya Mirası listesine dahil etmesi, restorasyon işlemlerinin aslına uygun ve doğru bir şekilde yapılmasını daha fazla güvence altına aldı ve dolaylı yollarla bu iş için ek finansman sağladı.
Kendini finanse eden restorasyon
Havana’nın tarihi mirasını ayağa kaldırma projesi, ironik bir şekilde, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ve Küba ekonomisinin ağır bir krize girdiği “Özel Dönem” sırasında şaha kalktı. 30 Ekim 1993 tarihli 143 Sayılı KHK ile, Şehir Tarihi Ofisi’ne bazı olağanüstü yetkiler verilerek bu kurumun hem restorasyon bölgesindeki konutlara ilişkin tasarruf sahibi olması hem de kendi kamu şirketlerini kurarak özerk bir ekonomi geliştirmesi mümkün kılındı. 1994 yılı itibariyle tarihi merkezin restorasyonuna dair iddialı bir master plan devreye sokuldu. Projenin en önemli özelliklerinden biri, restorasyon sürecinin zaman içinde bölgede geliştirilen turizm faaliyetleriyle kendi kendini finanse eder hale gelmesiydi. Havana Şehir Tarihi Ofisi, restore ederek kullanıma kazandırdığı tarihi binaların bazılarını otel ve restoran olarak işletiyor, bu sayede kendi finansman kaynaklarını oluşturabiliyordu.
Projenin bir diğer önemli özelliğiyse, dünyanın başka yerlerinde görülen soylulaştırma (gentrifikasyon) örneklerinin aksine tarihi merkezin sakinlerinin yaşadıkları muhitten uzaklaştırılmamalarıydı. Restore edilen tarihi binaların sakinleri geçici olarak misafirhanelere yerleştirilirken, restorasyon tamamlanınca binaya geri dönebiliyorlardı. Binada aşırı bir yoğunluk varsa, en uzun süredir o binada yaşayan ailelere, işyeri yakında olan kamu çalışanlarına ve yaşlı, engelli hasta bireyler içeren ailelere öncelik veriliyordu. Mahallelilerin içinde yaşadıkları tarihi dokuyu yakından tanımaları ve ona sahip çıkmaları için Şehir Tarihi Ofisi okullar başta olmak üzere diğer kamu kurumlarıyla birçok ortak etkinlik düzenliyordu.
Küba’nın ilk camisi orada açıldı
Eski Havana’da restore edilen binaların bir bölümüyse, Küba ile dost halkların kültürel ilişkilerini geliştirmeyi hedefleyen kültür merkezlerine tahsis edildi: Afrika Evi, Asya Evi, Meksika Evi, Venezuela Evi… Bu kültür merkezlerinden biri de Arap Evi’ydi. Çoğunluğunu yabancı diplomatlar ile Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelerek Küba’da burslu öğrenim gören öğrencilerin oluşturduğu Havana’nın Müslüman cemaati için, burada bir mescit de kuruldu. AKP’nin 2015 yılında Küba’da cami yaptırma gündemiyle ortaya çıkmasından çok önce bu mescit ibadete açılmıştı.
“Irkımızdan öte kültürümüz melezdir ve bununla gurur duyuyoruz” diyen Eusebio Leal, ömrünü bu zenginliği gelecek kuşakların da tanıyabilmesine adadı. Abluka altındaki Küba halkının kültür varlıklarına sahip çıkma konusunda gösterdiği çaba, bugün kimliğinden gurur duyarak bu saldırganlığa karşı direncini ayakta tutabiliyor olmasında tartışılmaz bir role sahip. Boşuna söylemiyoruz; İstanbul’un tarihi yapısı Ayasofya’nın ucuz hesaplara malzeme edildiği bu günlerde Küba’dan alacağımız gerçekten önemli bir ders var.