Operaya İslamcı yığınak: Bertan Rona (6)

Afyon Konservatuarı’nın islamcı müdürü Uğur Türkmen’den, Mimar Sinan Konservatuarı FETÖ’cüsü Gülper Refiğ’e uzanan yol, Bertan Rona’nın düşünce dünyasının güzergâhlarındandır.

Melis Gönenç

Afyon Kocatepe ama, dincisi…

2015’te, anlatılanlar dışında, attığı bir adım daha var. Bereket sepetinden bu defa, Afyon Kocatepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı çıkıyor. Burada üç konferans veriyor. İlki, Klasik Türk Musikisi ile Pre-Klasik Batı Müziği Arasında Benzerlikler başlığını taşıyor (25 Mart 2015). Afyon konservatuarında hüküm süren zihniyet için çok çekici bir konu. Workshop, panel falan derken, Afyon’a Lakoz yağıyor. Bir de teşekkür belgesi alıyor.

Lakoz’un Afyon’a kanca atması gayet yerinde, hesaplı kitaplı bir girişim. Nitekim, 2020’de buranın öğretim kadrosuna dahil olacaktır.

Afyon Konservatuarı müdürü, Uğur Türkmen adında bir milli kıymetimiz. Yaşı gereği tam bir 12 Eylül çocuğu. O nedenle, Lakoz ile doku uyuşmaları tam. Konservatuardan değil, müzik öğretmenliğinden geliyor. Dolayısıyla, siyasal tavrı daha belirgin. Akademik kariyerini islamcı dönemde yapıyor. İslamcıların çok takdir ettikleri bir isim. Aynı kaptan yiyorlar. Hatta, daha fazlası da olduğu kulislerde konuşuluyor.

Neden islamcıların sevgili kulu?

Adamların rüyasının ateşli hizmetkârlarından biri olduğu için:

Ülkemizde müzik eğitim kurumlarımızın birbirinden ayrı olan işlevlerini, alanlarını tek bir çatı altında toplamanın ilk tohumlarını atarak müzik türlerimizin akademik anlamda iletişime/etkileşime geçmelerini sağlayan Afyonkarahisar Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müdürü Uğur Türkmen” (Afyon Konservatuarı Üzerine Uğur Türkmen ile Söyleşi, Musîki Dergisi, 2012)

Yani, Türk müziği/Batı müziği ayrımı yanlıştır; müzikler eşit ve geçişkendir liberalizmi ile, Batı’nın klasik müziği ile sanat müziğinin bizdeki karşılığı alaturkadır, cehalet ve görgüsüzlüğünün okullaşmış hali.

Milli-manevi değerlere bağlı ve saygılı, geleneklerinden uzaklaşmamış, geçmişini bilen” Uğur Türkmen konservatuardaki eğitimi şöyle tanımlıyor:

Türk Müziği-Batı Müziği farklılaşmasının ve ayrımının ortadan kaldırılması… bölme, ayrıştırma değil, birleştirme, bütünleştirme yoluna gidilmesi… amaç edinilmiştir.” (A.g.y.)

Bu toyluğun siyasal ve sanatsal anlamına yukarıda uzunca değindik. Sonuçlarına bakalım:

Konservatuarda, Türk Halk Müziği Topluluğu, Türk Sanat Müziği İcra Topluluğu, Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu, Akademik Çoksesli Koro, Akademik Orkestra kardeş kardeş yaşayıp gidiyorlar. Tamam da, bu kadarcığı islamcıların dişinin kovuğuna gitmez ki. O eskidendi. Alaturka ile Batı müziğinin aynı zeminde yer alabilmesi hayali bile, sayısız rekâtlık şükür namazlarının konusu olurdu. Artık Ergenekon’u kazanmışlar, çok daha fazlası gerek. Müdür Bey emri tebellüğ eder ve derhal gereğini yapar: Konservatuar tarafından ilki 2010, ikincisi 2012’de düzenlenen, Uluslararası Sultan Divani ve Mevlevilik Sempozyumu. 15. yüzyıl Mevlevi şeyhi ve divan şairi Sultan Divani’nin konservatuar ile nasıl bir ilişkisi olabilir, sorusunu müdürümüz gayet açık biçimde yanıtlıyor:

Hz. Mevlânâ’nın yedinci nesil torunlarından ve başta Afyonkarahisar Mevlevihanesi olmak üzere Anadolu’da ve Anadolu dışında birçok Mevlevihane’nin açılmasına ve bu yolla Mevleviliğin yayılmasına öncülük eden Sultan Divani adına düzenlenen sempozyum…” (A.g.y.)

Sanırım, anlaşıldı.

Bu kadarı keser mi?

Elbette, hayır.

Yerli ve milli müdürümüz Türkmen son sürat:

738. Hz. Mevlânâ’yı Anma ve Vuslat Törenleri bu yıl kurulan bir komisyon tarafından konservatuarımız öğretim elemanlarının özverili çalışmalarının desteği ile başlatıldı. Bundan sonra her yıl bu etkinlikler düzenli olarak gerçekleştirilecek.” (A.g.y.)

Alaturkacılar, Osmanlı dönemi konservatuarları olarak mevlevihaneleri gösterirler ya, bizim müdür de, siyasal dengelere bakarak, geleneğin devamının bu şekilde tecellisini münasip telakki etmiş olmalı. Ha Afyon Mevlevihanesi, ha Afyon Konservatuarı…

İslamcı Türkmen eğitim fakültesi ile konservatuarın farkını dahi bilmiyor. Daha doğrusu umursamıyor. Aldığı emri uyguluyor. 2010’da, Ergenekon’da islamcıların yüzü ilk kez gülmeye başladığında, onu müdür yapıyorlar. Yıkımın vitesi yükseliyor. Yıllık 120 konserin yalnızca 30’u -%25’i- klasik Batı müziği, kalanı, alaturka, dini vb. Her islamcı gibi, alaturkanın “milli” müziğimiz olduğunu zannettiği için, Afyon Konservatuarı’nın değerini, özellikle “geleneksel müziğimizdeki” nitelikli kadrosu ile açıklıyor. 2016’da Tamburi Cemil Bey’in 100. yılı nedeniyle, külliyatını CD yapıyor. “Çok güzel ilahileri olan” Kütahyalı Nilüfer Özkan’ın CD ve kitabını hazırlıyor. Sanatçılara, çok iyi piyanist de olsalar, “…pazara, AVM’ye gider gibi, mahallelerine çıkacaklar, burayı tarayacaklar” yani, etraflarında yetenekli çocuk taraması yapacaklar, diyor (Duyuşlar, 7 Ekim 2020). Dedik ya, müzik öğretmeni ile sanatçının farkını bilmiyor. Zaten bu nedenle, klasik Batı müziğinden nefret eden islamcıların sevgili kulu.

Türkmen çok sıkı militan. “Gözde müdür” kalabilmek için, çiğ tavuk yiyor:

“[Eğitim müziği olarak] bu toprakların makamsal yapısını duyurabilecek çalışmalar yapılmalı… Saygun’un Demet’ini kaç öğrenci çalabilir? Solfejde aksak tartımları, makamsal melodileri, modern melodileri nasıl öğreteceksiniz? İlle Lavignac mı? Neden sadece onu önümüze hedef olarak koyuyoruz? Neden makamsal dikteler çok zayıf?... Çocuklar hep keman, piyano üzerine yoğunlaşıyor. Oysa, bizim klasik kemençemiz, tamburumuz, udumuz, neyimiz var…” (A.g.y., 14 Ekim 2020)

İslamcıların neo-osmanlıcı siyasetlerini hemen müziğe uyarlayıp, konservatuarları yeni bir görev ile şereflendiriyor:

“Biz neden yalnızca ülkemizi düşünelim, anlamış değilim. Balkanlar, Ortadoğu yüzlerce yıl bizdeydi. Biz Asyayız, Avrupayız… Müzik psikoloğu, sosyoloğu, felsefecisine… hastanelerde, her coğrafyada o kadar çok ihtiyaç var ki…” (A.g.y., 7 Ekim 2020)

Vallahi şaka değil. Aynen böyle söylüyor.

Hisarlı Ahmet Sempozyumu düzenliyor, müzikbilimi ile yetinilmesini doğru bulmayıp, özellikle, Ganisullah Hazretleri gibi değerlerimizin de bu kapsamda tanıtılması gerektiğini vurguluyor. (A.g.y., 14 Ekim 2020)

Ve arsızlaşıyor:

“Hiçbir araç gereç ihtiyacımız yok. Fiziki şartları en iyi olan konservatuarız… Bütçeyi o kadar rahat buluyorsunuz ki… Ben hiçbir projem için para istemeye gitmedim. Örneğin, Tamburi Cemil projesi için dönemin belediye başkanı Burhanettin Çoban Bey’e gittiğimde, “Sayın başkanım bu projenin ortağı olur musunuz? Sayın bakanımızı konsere bekliyoruz” diye gittiğinizde, projenin bütün bütçesini size zaten aktarıyorlar.” (A.g.y., 7 Ekim 2020)

Batı müziği konservatuarında alaturka müzik projesi yapacaksınız; AKP’li belediye başkanına gidip, AKP’li bakanın geleceğini söyleyeceksiniz; o da bütün parayı verecek ama, siz resmen para istememiş, yine de çok kolay bulmuş olacaksınız.

Siz bir ahlak ve beceri abidesisiniz…

Doğal olarak, konservatuarlar ve müzik eğitimi konusunda yürümeyen her şeyin tek bir sorumlusu var: “Sırça köşklerinden çıkmayan” sanatçılar, müzik öğretmenleri, akademisyenler vb. “Devleti, sistemi sorgulayacağımıza, önce kendimizi suçlayalım.” (A.g.y., 7 Ekim 2020)

Bu kafada birinin bu ülkede en rahat çalışacağı kişilerin başında Cihat Aşkın’ın gelmesi sürpriz sayılır mı?

Afyon-Türkmen-Cihat Aşkın ve CAKA’sı ilişkilerine girip, konuyu daha da uzatmayalım.

Ancak, milli müdürümüzün Kutlu Doğum Haftası ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin (AKÜ) FETÖsever kadroları ile hiçbir uyum sorunu yaşamadığını belirtmeden de geçmeyelim. AKÜ’de FETÖ egemenliği 2011-2019 yılları arasındadır. Bu dönemin rektörü Mustafa Solak 27 Şubat 2017 gecesi, savcılıkça FETÖ soruşturması kapsamında, şüpheli sıfatıyla beş saat sorgulanacaktır. Rektör yardımcısı Süleyman Taşgetiren dahil, idari ve akademik personelden onlarca kişi tutuklanmış, ceza almıştır. CHP Afyonkarahisar milletvekili Burcu Köksal, rektör Mustafa Solak’ın FETÖ’cülüğüne yönelik güçlü soru işaretleri ve ayrıntılar içeren bir soru önergesi vermiştir. (haberturk.com.tr, 5 Şubat 2019)

İşte, islamcı müdür Uğur Türkmen, konservatuarın hiçbir fiziki ve maddi sorunu olmadığını övünerek söylerken, gerçekte, bu ekibin tam desteğine sahip olduğunu belirtmektedir. Özellikle proje ödeneklerini dağıtan kişinin, FETÖ’den dokuz yıl dokuz ay ceza almış olan rektör yardımcısı Süleyman Taşgetiren olduğuna dikkat çekelim.

Kutlu Doğum Haftası islamcı müdürümüz için, manevi âlemin vuslat baharına kavuştuğumuz müstesna anlardan biri olmalı ki, her yönüyle hakkını veriyor:

2012’de, konservatuarın tasavvuf musikisi grubu, imamlardan oluşan ilahi korosuna eşlik ediyor. 2013’te, konservatuar, Türk Tasavvuf Musikisi Konseri düzenliyor. Konservatuar müdürü Uğur Türkmen, öğretim elemanları, öğrenciler salonu hınca hınç dolduruyorlar. Konser öncesinde lokum, gül suyu ve gül ikramı yapılıyor. Konservatuar’ın seçkin topluluğu hangi nadide eserleri mi icra ediyor? “Doğmazdı Kalbe İman”, “Gül Yüzünü Görelim Ya Resulallah”, “Ey Aşk-ı Dildade”, “Mualla Gavs-i Sübhani”, “Allahümme Salli Alel Mustafa”, “Sadr-ı Cem-i Mürselin Sensin Ya Resulallah”, “Esma Zikri” vb. (afyonzafer.net, 18 Nisan 2013). Ha, unutmadan; sponsorlar da var. Biri, İplikçioğlu Şirketler Grubu. Konserde bulunan Çetin İplikçioğlu FETÖ’den yargılananlar arasında.

2014’te AKSAM piyasaya çıkıyor: Alimoğlu Kültür Sanat Araştırma Derneği. İbrahim Alimoğlu Afyon’un mermer kralı. Çok zengin. Bizim müdür Türkmen, adamın kapısında yatıyor. Konservatuarın büyük sponsorlarından. Onun AKSAM’ında çalışanlar, zaten  konservatuardan mezun olanlar. Alimoğlu Kutlu Doğum’u kaçırır mı? Onun Türk Tasavvuf Musikisi Topluluğu konser verir. Başında üç farklı sesle “Ezan-ı Muhammedi” okurlar; “tüyler diken diken olur, gönüller fethedilir”. (İHA, 22 Nisan 2014)

2015’te, bu kez sıra, Konservatuar Türk Müziği Bayanlar Topluluğu’nda. Segâh tekbir ve Salât-ı ümmiye ile başlarlar… (afyonhabermerkezi.com, 28 Nisan 2015)

Böyle gidiyor…

Sözün özü: Siz Lakoz’un yerinde olsaydınız, Afyon’a koşa koşa gitmez miydiniz?

Lakoz Bertan doktor oluyor

Lakoz’un, doktora tez konusunun ana çizgilerini, Müzik-Bilim Dergisi 2013 Bahar sayısında yer alan makalesinde (“Szymanowski’nin Üçüncü Senfonisi’nde Doğu Kültürü’nün Etkileri”) dile getirdiğini belirtmiştik. 2016’da tezini verip, müzikoloji doktoru ünvanını kapıyor. Çok akıllıca bir seçimdir. Opera macerası hüsran ile bittiğinde, yaşamına eğitimci olarak devam etmesi yanında, radyo-tv programcılığından Sinan librettosuna uzanan yolun da önemli tekerleği bu diploma olacaktır.

Zirgüle Gülper’in dergisinde islamcı Bertan’ın yazısı şaşırtır mı?

Szymanowski seçiminin nedenini yukarıda açıkladık. Peki, Lakoz bu konuya el atan ilk isim mi?

Hayır. Tesadüfe bakın ki, Afyon Konservatuarı’nın islamcı müdürü Uğur Türkmen’in eşi Emel Funda Türkmen’in, 2012’de, Kültürler Arası İlişkilerde Müziğin Rolü ve Önemi “Karol Szymanowski’de Anadolu İzleri” başlıklı bir makalesi yayımlanıyor. (NWSA, Qualitative Studies, 2012, vol.7, number:2)

İçerik aynı: Szymanowski’nin 3. Senfonisi’nin Mevlana’nın düşünsel etkisini taşıdığı, ancak, müzikal açıdan Doğu müziği izlerine sahip olmadığı.

Emel Funda Türkmen’in, Lakoz’un, Karol Szymanowski’nin Oryantal-Empresyonist Dönemi Yapıtlarında Gözlenen Doğu Kültürü Etkilerinin Bestecinin “Op.27 Üçüncü Senfonisi” Bağlamında İncelenmesi başlığını taşıyan, 17 Mayıs 2016 kabul tarihli doktora tezinin jürisinde de bulunduğunu söylemeli.

Sayın Prof. Dr. Emel Hanım academia’nın o denli parlak temsilcilerinden biri ki, “Mevlana’nın, sevgiye dayalı hayat felsefesinin çağlar ötesinden günümüzü etkilemesi, manevi bir boşluğu doldurması ve ruhlara huzuru sunması, hoşgörü içinde insanlığı kucaklaması[nın]” Szymanowski’yi müthiş çarptığını belirttikten sonra, onun, Mevlana felsefesini çok iyi özümsediğinin göstergesi olarak, ancak sıra dışı algı yeteneğine sahip insanların kalemine inebilecek bir kanıt sunuyor: “[Mevlana düşüncesini almasına karşın, Doğu müziğini kullanmamasında çelişik bir taraf yok, çünkü] Zaten, Mevlana’nın ana felsefesi, insanları oldukları gibi kabul etmektir. Bu felsefe, eserine dizi ve tonalite açısından doğu müziğine ait öğelerin kullanılmaması biçiminde yansımış olabilir.

Burada şiirine ve felsefesine kapıldığı kişinin milli kimliği veya doğulu olması müziğine yansımamıştır. Zaten Mevlana’nın felsefesinde de kimsenin kimliği sorgulanmaz. “Ne olursan ol yine gel” çağrısı belki de “ben de böyle hissediyor ve böyle geliyorum” çağrısıyla karşılık bulmuş… Bu açıdan bakıldığında Mevlana felsefesiyle tam bir bütünlük oluşturduğu söylenebilir.” (s.11)

Yorum mu?

Rabbim zihin açıklığı nasip etsin; öğrencilerinin de sonunu hayır eylesin!

Mutasavvıf Szymanowski

Lakoz’un gerek makale, gerekse tezinde ilk göze çarpan, akademik donanım yetersizliği; akademik bir metnin nasıl yazılacağını bilmemesi. Deneme yazarlığı anlayışı ile akademik metin kaleme alınmaz. Akademik yazımda, aktarılan bilginin neden-sonuç sıkı örgüsü ve işlevselliği ile temellenen kurgunun, deneme türünde çok daha esnek olabilmesi, yazınsal ya da felsefi şovun gölgesinde bırakılabilmesi, göreli bir hoşgörüyle karşılanabilir. Aynı nedenle, akademik bir metinde malumatfuruşluk türünden işlevsiz bilgi yığma, şerh edeceğim, kalıbına uyduracağım, diye, anakronizme düşme gibi zaaflar asla hoş görülemez.

Bu açıdan değerlendirildiğinde, Lakoz’un 107+VII sayfalık tezinin akademik oluru en fazla 25 sayfadır. Kalanı, işlevsiz dolgu maddesi, ucuzundan malumatfuruşluk. Üstelik, o derece kaba bir anakronizm fonunda ki…

Bunun iki temel nedeni var:

1) Lakoz’un akademik kumaşı gibi, entelektüel görgüsünün de olmayışı.

2) İslamcı bir savı-Szymanowski’nin, Mevlana düşüncesinin etkisinde kaldığını- hiçbir ciddi tarihsel ve kişisel gerekçeye dayanmaksızın, yalnızca siyasal nedenlerle kanıtlamak uğruna, tarihi ve bireyi eğip bükmek, nesnel gerçeği karartmak çabasında oluşu.

Şerh konforuna dayalı malumatfuruşçuluğa ve işlevsiz yığılmaya örnek olarak, Düşünsel Açıdan Doğu Kavramı (s.4-9) [Szymanowski’deki Doğu kavramını açıklamaya yönelik hiçbir işlevselliği olmayan dolgu maddesi], Slav Bestecilerinde Doğu Teması (s.9-13) [Glinka, Rus Beşleri vb. hangi açılardan Szymanowski’yi etkilemiştir, sorusuna yanıt yerine, yapıt adı dökümleri vb.], Hayatı (s.14-16) [Kuru ansiklopedik bilgi. Szymanowski’nin yer aldığı Genç Polonya Grubu’nun müzikal yaklaşımı, tartışmalar, yetiştiği dönemin siyasal, kültürel atmosferi vb. ile ilgili hiçbir işlevsel veri yok.], Celâleddin Rumî (s.35-37) [Mevlana’nın mistik yaklaşımının Szymanowski’ninkiyle hangi açılardan yan yana gelebilirliğini tartışmak yerine, Divan-ı Kebir’in hangi nüshasının daha güvenilir olduğunu falan ele alma kolaycılığı.], Gazel Formu (s.37-38) [Özel olarak gazel formu ile Szymanowski estetiği arasındaki ilişki yerine, Fuzuli, Baki, Şeyhülislam Yahya vb. gazelci envanteri dökme], Gece (s.41-42) [Gece kavramının Mevlana ve Szymanowski’deki benzer ve farklı algı biçimlerini tartışmak yerine, Kadir gecesi, Kuran’da Leyl suresi ve gecenin konumu filan gibi işlevsiz yığılma],  Şarkı (s.42-45) [Doğu’da insan sesinin litürjik kullanımı ile Szymanowski’nin şarkı biçimi arasında kanıtlanamayan ilişki], İnziva (s.45-46) [Romantizmin “bireycilik”i ile, tasavvufun inziva/çile kavramlarının kanıtsız bırakılan geçişkenliği], Bahçe (s.47-49) [Doğu kültüründeki “bahçe” ile, Szymanowski’deki “pastoral”in nasıl bir ilişkisi olduğuna dair veriler yerine, gereksiz malumatfuruşluk.], Müzikal Açıdan Üçüncü Senfoni (s.49-54) [Szymanowski ve Üçüncü Senfoni’sinin modern müzikteki yerini kısaca belirtmek yerine, modern müzik tarihini anlatma], Üçüncü Senfoninin Analizi (s.54 -66) [Yapılan teknik analizin, dönemin yazım ve biçemiyle ilişkileri ile, Szymanowski’nin akım/özgünlük bağlamındaki konumuna yönelik hiçbir sonuca ulaşmayan, ham ve şekilsiz yığma işlevi] vb. verilebilir.

Göreli de olsa, akademik izlenim doğuran bir metinden söz edilecek ise, 67. sayfaya, Üçüncü Senfoni’de Doğu Müziği bölümüne gelmek gerekiyor. Konuya nihayet giriliyor.

Lakoz’un savı, tıpkı Emel Funda Türkmen’inki gibi, Szymanowski’nin Mevlana felsefesinden çok etkilendiği ancak, bunun müzikal olmaktan çok, düşünsel ve sezgisel düzlemde olduğu.

Peki, sözü edilen düşünsel/sezgisel etkilenim kanıtları neler?

Bu konuyu, 2013’te yayımlanmış olan makalesi ile üç yıl sonraki tezini karşılaştırarak ele almak daha verimli olacak. 2013’te, Lakoz’un çok daha militan, bilimsel ölçüt ve reflekslere çok daha uzak olan konumu dikkat çekiyor. Doğal, çünkü namaz-kazâ-yakaza aydınlanmasına yeni girmiş, Zirgüle Gülper’in İslamcı-FETÖ’cü ağından maksimum fayda elde etmesi için kendini göstermesi, yırtıcı olması gerekiyor. İslamcıların 2012 Ergenekon zafer sarhoşluğu ile çok uyumlu görünen bu taşkınlık şaşırtıcı sayılmamalı. Szymanowski’nin kripto mutasavvıf olduğunu, tasavvuf ve Mevlana ışığının Batı’nın gözlerini kamaştırıp, güçlü bir çekim alanı yarattığını kanıtlaması gerekiyor. Oysa, 2016’da durum farklı. İslamcılar artık yerleşmiş, “kurulum” dönemini sürmekteler. Laik Cumhuriyet’in mirasını yağma kavgasına düşmüşler. Lakoz kendini onlara kabul ettirmiş. Sırtını genel müdür Dâhi Selman’a yaslamış. 2012-2013’teki militan, ateşli tavrına göreli bir temkinlilik makyajı uygun olur.

Karşılaştıralım:

Makalenin, 3. Senfoni’nin Felsefî Arka Planı adını taşıyan bölümünden:

“Szymanowski, armoninin ifade gücünü ve orkestranın bütün imkânlarını, muhayyilesindeki atmosferi müzikle somutlaştırabilmek amacıyla kullanır. Bu tahayyül, cezbe içindeki Doğulu bir mistiğin, gökyüzünde yıldızların göründüğü otantik bir Doğu gecesinde Tanrı’sıyla baş başa kalarak dans edip kendinden geçmesine ilişkindir. Burada (Süleyman Çelebî’nin sözleriyle) “cennet içre Allah’ın cemâlini görüp” bezm-i elest’ten miras bir sarhoşluk içinde semâ dönen bir mutasavvıfın bulunduğunu söyleyebiliriz.” (s.46)

Yani, ömründe bir aylık Cezayir/Fas gezisinden başka hiçbir Doğu kültürü ülkesi görmemiş, İslam, tasavvuf gibi konulara yönelik ilgisi ve bilgisi olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmayan Polonyalı bir besteci, 1914 yılında, Mevlana’nın Divan- Kebir’inde yer alan ve Gecenin Şarkısı adı verilen, üstelik, Farsçadan Almancaya, Almancadan da Lehçeye çevrildiği için neye döndüğü belli olmayan bir gazeli okuyup, yukarıda yazılanları mı gözünün önüne getirdi?

Lakoz, tezde, makalede hiç de inandırıcı olmayan bu sivri yorumu törpüler, daha gerçekçi bir söylem benimser:

“…büyük mistiğin bir vecd durumu içinde Tanrı ile bütünleşmeyi arzuladığı karanlık ve gizemli bir geceyi betimleyen Gecenin Şarkısı, dönemin insan, dünya ve kâinat üzerine karakteristik düşüncelerini içermektedir… Szymanowski, Üçüncü Senfoni’de, ele aldığı gazeli bütün yönleriyle müziklendirebilme konusunda büyük bir başarı göstermiştir.” (s.40)

Burada, bestecinin, makaledekinin tersine, neyi ne kadar anladığına yönelik kesinlik ifadelerinden kaçınılıyor; müziklendirmenin başarısından söz ediliyor.

Peki, Szymanowski, Mevlana düşüncesini müziğe nasıl yansıtıyor?

Lakoz, makalesinde sıralıyor:

1)3. Senfoni’nin yekpâre yapısı içinde üç ayrı bölümün var olması, bu konuda akla gelen ilk ayrıntıdır. Besteci, bu eserde ne tamamen tek bölümlü bir müzik dokusu ortaya koymak, ne de klasik “numaralı” senfoni geleneğine yaslanmak istemiştir. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan tablo (yani birbirine attacca ile bağlanan üç bölümlü yapı), kadim Doğu’nun birlikte çokluk, çoklukta ise birlik gören anlayışına paraleldir. Bu düşüncenin tasavvuf terminolojisindeki karşılıkları, hakikatin vahdet ve kesret nitelikleridir. Buna göre kesret, var oluşun çoğulluğunu ifade ederken, vahdet ise varlığın tekliğine (ehadiyet) değil birliğine karşılık gelir.” (s.47)

Yani, “modern müzik” içinde anılan Szymanowski’nin tasavvuf düşüncesine sempatisi ile, modern müziğin görünürlük unsurlarının başında gelen “müzikal biçime müdahale”nin ilişkilendirilmesi ve buna somut kanıtsız kesinlik kazandırılması.

Tezde daha az fantezist, daha temkinlidir:

Gerçekten de yapıtın tek parça olan yapısı içinde birbirine bağlı olarak seslendirilen üç ayrı bölümün bulunması, bu konuda üzerinde durulabilecek bir noktadır. Besteci, Üçüncü Senfoni’de ne tamamen tek bölümlü bir müzik dokusu ortaya koymak, ne de klasik “numaralı” senfoni geleneğine yaslanmak istemiştir. Bunun sonucunda ortaya çıkan tablo, Doğu felsefesinin birlikte çokluk, çoklukta ise birlik gören anlayışına paraleldir… Yine de senfoninin biçimsel yapısı ile düşünsel ve sezgisel arka planı arasında kurulan tüm bu ilgilerin, somut kanıtlar içermeyen bir yorum etkinliğinden öteye gidemeyeceği belirtilmelidir. (s.78)

2)Melodinin başat unsur olarak kullanılması, 3. Senfoni’deki bir diğer Asyatik gönderme olarak karşımıza çıkar. Böylesine “avangarde” bir eserde melodinin bu denli ön planda olması, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir... Şüphesiz ki 3. Senfoni özelinde bu durum, Asya’nın tek sesli müzik kültürünün bir yansımasıdır.” (s.47)

Konu Mevlana olunca, müziği de Asyatik (İran-Anadolu) olarak tanımlama zorunluluğu doğuyor. Oysa, Szymanowski Mevlana’ya Arap dünyasından (Cezayir-Fas) bakmıştır. “Asya” ve “Arap” arasında önemli farklar vardır. Lakoz tezde hem bunu düzeltir, hem de, melodi karakteristiğine yönelik “şüphesiz” yargısını esnetir:

“…sergilediği son derece çağdaş müzik diline karşın Üçüncü Senfoni’de melodinin başat öğe olarak kullanıldığıdır. Böylesine ilerici bir yapıtta melodinin bu denli ön planda olması, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir… Bu durum, Arap müziğinin tek sesli yapısına bir gönderme olarak değerlendirilebilir.” (s.69)

3) “Gecenin Şarkısı başlığını taşıyan eserde, “şarkı” adını olumlayan cantabile bir hava, baştan sona kadar hissedilmekte, senfoni boyunca solo keman partisi, güllerle dolu bir bahçede dolaşan Mevlânâ’yı imite eden tenor soloya âdeta masalsı bir bülbül gibi eşlik etmektedir.” (s.47)

Lakoz, solo keman/tenor solo ile Mevlana arasında kurduğu imitasyon ilişkisini, tezde tamamen göz ardı etmenin daha aklı başında bir tutum olacağı düşüncesindedir:

“Gerçekten de Gecenin Şarkısı başlığını taşıyan senfonide, “şarkı” adını olumlayan cantabile bir hava, baştan sona kadar hissedilmekte, yapıt boyunca melodik çizgiler oluşturan solo tenor partisine solo keman partisi eşlik etmektedir.” (s.69)

4)3. Senfoni’de Doğu medeniyetine bir diğer atıf, eserin sözle ve dolayısıyla insan sesiyle arasındaki kopmaz bağdır. Söz ile insan sesinin birleşimini ifade eden vokal müzik geleneği, Doğu’da… dinî müzik dağarının sentezi olarak ortaya çıkmıştı… Besteci, “programlı” denilebilecek 3. Senfoni’si için Mevlânâ’nın bir gazelini tercih etmek suretiyle hem söz hem de insan sesiyle bağ kurarak, tabiri caizse bir taşla iki kuş vurmuş olmaktadır.” (s.47)

Lakoz, Batı müziği ve Szymanowski’deki şarkı geleneğini dikkate alarak, Üçüncü Senfoni-şarkı-Doğu kültürü/Mevlana arasındaki ilişkinin ateşini düşürmenin, bu ilişkiyi “dolaylı” olarak tanımlamanın, üstelik bunu da yalnızca olasılık düzleminde bir önerme biçiminde gündeme getirmenin daha nesnel ve gerçekçi bir tutum olduğunu anlıyor:

Üçüncü Senfoni’nin söz ve insan sesi ile arasındaki kopmaz bağ, dolaylı da olsa Doğu kültürüne ilişkin bir başka yakınlığa işaret etmektedir… Szymanowski, bestecilik yaşamının her döneminde bir biçim olarak şarkı’ya ilgi duymuştur. Ancak onun bu eğiliminin, oryantal-empresyonist döneminde iyice belirginleşip olgunlaşması, söz konusu durumun Doğu kültürü ile bir bağ taşıyabileceğine işaret etmektedir… Bu durumun olası nedenlerinden biri, yukarıda da belirtildiği gibi Doğu müziğinin insan sesi ve şarkıyla olan sıkı ve ayrılmaz ilişkisidir” (s.42-43)

5)3. Senfoni’nin aşırı kromatik yapısı, sık sık değişen ölçü sistemleriyle birleşince, eserin pek çok yerinde metrik zamanların algılanması güçleşmekte ve bu durum kısmen bir doğaçlama etkisi uyandırarak akla Doğu müziğini getirmektedir. Tarih boyunca usta-çırak ilişkisi içinde öğretilmiş olan Doğu müziği, nota ile tespit edilmekten çok irticalen seslendirilmekteydi. Bu açıdan bakıldığında 3. Senfoni, Avrupa’da özellikle Rönesans’tan günümüze dek iyice rasyonalize olarak matematiğin rehberliğinde adamakıllı nicel ve köşeli bir hâl almış bulunan çoksesli müziğe yöneltilmiş önemli eleştirilerden biridir. Zira yoğun kromatizm kullanımı nedeniyle güçlü ve zayıf zamanların zor algılanıyor olması, esere “yuvarlak” veya “dairesel” diyebileceğimiz bir hava verir. Bununla birlikte 3. Senfoni’deki dairesellik, sadece teknik uygulamaların bir sonucu olmakla kalmaz, Mevlânâ’nın gazelindeki felsefî ve edebî altyapı ile de ilgi kurar: Kozmik esrarın hakikatine ulaşma çabasındaki büyük mutasavvıfın vecd içerisinde semâ dönmesi, tasavvuf düşüncesi açısından, (gazelin sonunda değinilen) Orion, Sagitarius, Satürn ve Venüs gibi yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngeleri etrafındaki hareketlerinin bir soyutlaması gibidir... Buradaki tasavvur, geceleyin bir bahçede Tanrı ile deyim yerindeyse saklambaç oynayarak cilveleşen bir mistiğin hâlet-i ruhiyesine dairdir. Arayanın ve aranılanın bu tasviri; hakikat peşindeki âşığı anlatmak istercesine sürekli hareket hâlinde bulunan keman ve Doğu müziğindeki dem tutma usûlüne öykünüp onlarca ölçü boyunca ostinato karakterde devam ederek Tanrısal gerçeğin değişmezliğini ifade eden kontrabas partilerinde âdeta görsel bir açıklık kazanmıştır.” (s.48)

Lakoz, kromatizm/doğaçlama ile Doğu müziği ilişkisine yönelik saptamasını hatırı sayılır ölçüde rötuşladığı gibi, “yuvarlak”/ “dairesel”lik ile tasavvuf düşüncesi arasındaki bağ konusunu buharlaştırarak, zorlama bir yorumda bulunmuş olduğunu zımnen kabul ediyor:

“Yine de Szymanowski’nin Üçüncü Senfoni’de sergilediği ölçü ve ritim kullanımı, Arap müziğine ve oryantal dünyaya birtakım göndermeler içermiyor değildir. Senfoninin aşırı kromatikleşmiş armonik ve melodik dili, sık sık değişen ölçüler ve senkoplarla birleşince, metrik zamanların algılanması güçleşmekte ve bu durum kısmen bir doğaçlama etkisi uyandırarak, akla Arap müziğini getirmektedir. Üçüncü Senfoni’nin bazı kısımlarında “güçlü” ve “zayıf” zamanların zor algılanması, oldukça nicel ve köşeli denilebilecek klasik simetrik yapıya kıyasla, yapıta oldukça “yuvarlak” veya “dairesel” bir hava katmaktadır.” (s.76)

Konumuz tezin kendisi değil de, konunun seçilme nedeni ile, 2013-2016 arasındaki söylem/yorum farklılık ve rötuşlarının siyasal ortam ile ilişkisi olduğu için, tezde, Szymanowski ile ilgili sorunlu ve çözüme kavuşturulamayan yerleri atlamak durumundayız. Ama, biri önemli; hafifçe dokunup geçmekte yarar var. Bilimsel kaygılar değil de, siyasal amaçlar ile yapılan çalışmaların, akademik açıdan ne kadar güvenilmez ve güdük kalabileceğinin güzel bir örneğini verdiği için: Szymanowski’de vecd ve erotizm ilişkisi.

Makalede bu konuya hiç değinilmiyor. 2012-2013 siyasal ortamı ve Lakoz’un göze girme çabası, konunun ele alınmasına izin vermiyor. Tezde ise, iki buçuk paragrafta, nereye vardığı belli olmayan biçimde geçiştirilmekle yetiniliyor.

Oysa, Szymanowski için vecd (extase) ile erotizm ilişkisi çok önemli. Mistik olana ilgisi büyük ölçüde bu kapıdan geçiyor. Ne İslam, ne tasavvuf, ne Doğu, ne de Arap onun temel ilgi nesnesi; o, dinsel mistisizm ile erotizm arasındaki ilişkinin peşinde. Bunun bireysel nedenlerinden biri, Lakoz’un hiç söz etmediği, Szymanowski’nin eşcinselliği. 2. Dünya Savaşı sırasında bazı bölümleri yanan Efebos adlı, dünya ve sanat görüşünü anlattığı ve ancak annesinin ölümünden sonra yayımlanmasına izin verdiği bir homoerotik romanı var.

Gerçekte, her şey çok açık ama, bir o kadar da kılçıklı.

Hadi, vecd-erotizm-eşcinsellik arasında ilişki kurduk, diyelim. Peki, bunu tasavvuf ve Mevlana’ya nasıl taşıyacağız?

Lakoz’un kalemi titremeye başlıyor:

“İslam tasavvufundaki “fenafillah” (Tanrı’da yok olma) kavramının, arkaik dönemlerin Ana Tanrıça’sı Kibele’ye yapılan tapımlarda, rahiplerin kendilerinden geçerek Ana Tanrıça ile bütünleşmeleri ile ilgili olduğu, bu bağlamda anılması gereken bir düşüncedir. “Galli’ler (Kibele papazları), ayrıksız, hadım idiler. Kibele törenlerini, flüt, davul, kuddum çalarak icra ederlerdi… Ona yapılan tapınışlar ve törenler tamamıyla orjiyastik [...] olurdu. Gerçekten de orgazm (yani cinsel boşalım) ile vecd durumlarının birbiriyle olan benzerlikleri, tarih boyunca pek çok mistik, filozof ve bilginin dikkatini çekmişti.” (s.89)

Yani, tasavvufta erotik/orjiyastik/orgazmatik bir boyut var. Peki, bu durumun Mevlana’nın gazeli ve onun müzikal ifadesi olan Üçüncü Senfoni ile ilişkisi nasıl kuruluyor?:

“[Stephen Downes] bu konuyu Szymanowski özelinde ele almakta ve “Üçüncü Senfoni’nin tepe noktalarının; içinde belki de hiç çözülemeyecek kadar muhteşem bir biçimde yükselen duyusal anların bulunduğu erotik ifadenin eğlenceli salınımını anlattığını” belirtmektedir.” (s.90)

Yani, Szymanowski Mevlana’nın söz konusu gazelindeki vecd eksenini erotik/eşcinsel duyarlılık çerçevesine rahatlıkla yerleştirebilmiş, müzikal açıdan çok da başarılı olmuştur.

Peki, bu ne anlama geliyor?

Neyse, artık tehlikeli sulardan ayrılıp, işimize bakalım.

Lakoz’un tezinin özeti şu: Üç yıl önce, aynı üniversitenin çıkardığı, üstelik hakemli akademik bir dergide, aynı konuda yazdığım bir makalede, siyasal koşullar ve kişisel durumum gereği epey desteksiz atmak zorunda kalmıştım. Şimdi bunu kısmen düzeltiyorum. Halden anlarsınız.

Tez jürisi elbette halden anlar ve tezi kabul eder. Ne de olsa… Neyse…

Ciddi müzikoloji eğitimi veren hiçbir kurumda kabul edilmesi olanaklı olmayan böyle bir tez, Mimar Sinan’da eller havada kabul edilir. Kavram bulanıklıklarına, mantık hatalarına, müzik tarihi ile ilgili bilgi noksanlarına, çevre okuması eksikliklerine vb. girsek, sayfalar doldurmak gerekecek. İyisi mi, siyasal zeminde kalarak, şu soruyu soralım: Szymanowski-Mevlana ilişkisi arkasına saklanmış islamcı söylemin, Laik Cumhuriyet’in Batılılaşma politikasına karşı, “Doğu ve ecdadımız daha üstündür, Batı esas onlardan etkilendi” klasik şablonu dışında, başka bir siyasal motif de olabilir mi?

Lakoz Bertan’ın doktorası: Polonyalı Szymanowski’den Mevlevi çıkarma mucizesi.

Önde Szymanowski, arkada Polonya, Rusya, FETÖ…

Bir yıl ara ile aynı konuya hem Türkmen, hem de Lakoz’un el atmaları, ikisinin de Szymanowski’den mutasavvıf çıkarma gayretkeşliği, sonradan Lakoz’un Türkmen’in konservatuarı ile ilişki kurup, oraya yerleşmesi falan yalnızca tesadüf mü?

Türkmen’in makalesini okuduğunuzda, sisler dağılmaya başlıyor. Konuya duyduğu özel ilginin nedeninin, Türk-Polonya ilişkilerinin geliştirilmesine katkı sağlamak olduğunu görüyorsunuz. Zaten saklamıyor da:

“Tarih, sanat, kültür ve siyasi açıdan Türk ve Polonya ulusu arasında etkileşime yol açan bir takım olaylar, birleştiren unsurlar bulunmaktadır. Polonya’lılar komşuları Avusturya, Prusya ve Rusya tarafından işgal edilmiş, parçalanmış ve haritadan silinmiştir. 1785 yılından 1918 yılına dek süren bu süreçte büyük mücadeleler verilmiştir. Bu mücadele sırasında Polonyalılar en büyük desteği Türklerden görmüşlerdir. Yine bu süreçte birkaç kez ayaklanmışlar ve bu ayaklanmaların kanla bastırılmasından sonra Osmanlı Devletine sığınmışlardır. Sığınmacıları isteyen Ruslara ve Avusturyalılara karşı devrin padişahı Abdülmecid’in “Tahtımı veririm. Fakat devletime sığınanları asla geri vermem” dediği bilinir. Dava ve fikir adamı, şair, Adam MICKIEWICZ (1798-1855) Türklerin haksızlıklara karşı cesaretini ve insancıl duygularını her zaman övmüş ve dile getirmiş, “Polonya’nın komşu devletler tarafından ezilmesine hiçbir devletin ses çıkarmadığı günlerde tek dostumuz Türkler oldu. Biz Türkleri düşmanımızın önünde eğilmediği ve Polonya’nın işgalini kabul etmediği için üstün bir millet olarak severiz” demiştir… Türk ve Polonya uluslarını birleştiren bireyler olmuş ve her iki toplumu birbirine daha da yaklaştırmıştır. Dünyaca ünlü şan sanatçımız Leyla GENCER’in (1928-2008) annesi Alexandra Angela MINAKOVSKA, Polonya asıllıdır ve Polonezköy’lü Minakowski ailesindendir... Bir başka örnek müzisyen, teorisyen ve besteci Ali Ufki’dir. Asıl adı Albert Bobowski olan Ufki Polonya asıllıdır.” (s.6)

Bu tarz bir ateşli söylem, bilimsel olma savı taşıyan bir makalede tuhaf değil mi? Kaldı ki, yazarımızın Polonya aşkının temelinde olduğu anlaşılan Osmanlı-Polonya flörtünün, yazıda, Szymanowski’nin Mevlana tutkusu ile nasıl ilişkilendiğine yönelik tek bir satır, ufacık bir somut kanıt yok. Ancak, onun, Polonya ile ilişkilerimizi geliştirmede etkili bir unsur olabileceği hararet ile vurgulanmakta:

“Müzik ve sanat… toplumlar arası kaynaştırma ve etkileşime sokma yönleriyle de değerli birer unsurdur. Polonya ve Türkiye arasında var olan ortak değerler yine birlikte ortaya konacak çalışmalarla ve projelerle iki toplum arası ilişkilerin gelişmesine büyük katkılar sağlayabilir. Bu açıdan bakıldığında, müziğin bireyler, toplumlar ve kültürler arası ilişkilerdeki önemi üzerine de çalışmalar yapılmalıdır. Tüm bu düşünceler doğrultusunda, Szymanowski’nin eserlerinin müzik kurumlarında orkestralarda seslendirilmesi ve tanıtılmasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Türkiye-Polonya ilişkilerinde Szymanowski ve eserlerinin etkin kullanımı sağlanmalıdır.” (s.12)

Lakoz da, bu konuyu ele alma nedenlerini sıralarken, “Özellikle Türkiye’de besteciye olan ilginin artması ve Üçüncü Senfoni’nin konser programlarında daha sık yer bulması arzusu, temel motivasyon kaynaklarımızdan biridir” demektedir (s.IV). Szymanowski ismi arkasına, Polonya konusunu tarihsel olarak nasıl kavramamız gerektiğini gösteren daha belirgin bir siyasal mesaj yerleştirmeyi de ihmal etmez:

“Szymanowski, besteciliğindeki bu son dönemde [1920-1937] hemen akla gelebilecek olanın aksine, Sovyetler Birliği’nin resmi sanat politikası çerçevesinde sanatçılarına uyguladığı baskıya benzer bir güçlükle karşılaşmamıştır. Tam tersine…” (s.22)

Uyanık taşra enteli! İslamcılara anti-komünist olduğu mesajını verirken, cebindeki Rusya düşmanlığı teminatını da masaya sürüyor. O kadar kaba ki;  Szymanowski 1937’de öldü. Polonya’nın sosyalist kampta yer alışı için verilebilecek en erken tarih 1944’tür. Yani, Szymanowski zamanında Polonya-Sovyetler Birliği karşılaştırması yapmak olanaklı değildir. Lakoz, sırf Sovyetler’in sanat politikası aleyhinde bir cümleyi araya sıkıştırabilmek için, Polonya’yı 1920-1937 arasında sosyalist ülke yapıyor. Doktora jürisi de aferin çekiyor. Oysa, bu dönemin büyük bölümünde Polonya, güvenlik ve dış politika yaklaşımı tam bir Sovyet düşmanlığı üzerine kurulu Mareşal Pilsudski’nin faşizan yönetimindedir. Szymanowski’nin el üzerinde tutulduğu yıllardır.

Polonya-Sovyetler Birliği arasında kurmaya çalıştığı bu anakronik ilişkinin diğer bir nedeni ise, Polonya sempatisi üzerinden (Polonya’da Szymanowski’ye verilen destek) sağlamasını yapmaya çalıştığı Rusya düşmanlığıdır (Sovyetler’de sanatçılara baskı).

İşte, durup dururken ortaya çıkan Szymanowski konusunun arkasında Polonya sempatisi, onun da arkasında Rusya düşmanlığı bulunuyor.

Afyon Konservatuarı’na Polonya’dan eğitmen getirilmesi, konservatuardan bazı isimlerin “sanatta yeterlik” için Polonya’ya gönderilmeleri…

İyi de, bu işler Türkmen’in de, Lakoz’un da boyunu aşar. Arkada daha büyük bir güç olmalı.

FETÖ olabilir mi?

FETÖ İslamcı kültür siyasetinin meşru beynidir. Meşruluğunun nedeni ABD ürünü olmasındadır. İslamcıların kıblesi ABD,  şeytanı ise Rusya olduğundan, bunda şaşılacak bir durum yoktur. Nitekim, FETÖ’ye karşı ilk tepki ve müdahale Rusya’dan gelmiştir (2002/2003). İslamcıların kültür-sanat vitrinini FETÖ’nün düzenlemiş olması, islamcı olan ya da islamcılar ile işbirliği yapan, kültür-sanat alanına bulaşmış hemen herkesin en azından bir dönem FETÖ kayığının müşterisi olduğu gerçeğinin altında yatan nedendir.

Öte yandan, FETÖ bir Amerikan aparatı olduğundan, Amerikan dış politikasının ayak izlerini sürer; en sevdiği, en erken konuşlandığı ülkelerin başında Polonya geliyor. 1999’da NATO’ya, 2004’te AB’ye alınan Polonya, Avrupa’da, Amerika’nın Truva Atı olarak tanımlanır. Neoliberal dönemde, “Rusya fobisi”nin simge ülkesi olarak sivrilecek, bu durum AB’nin iki büyük ülkesi, Fransa ve Almanya’yı rahatsız edecek boyutlara ulaşacaktır. 1991’den itibaren Polonya siyasetinin iki temel ekseni vardır:

1) ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında olmak.

2) Rusya’nın etki alanını daraltmak için, tarihsel bağı olan ülkeleri ondan koparıp, Batı nüfuz alanına almaya çalışmak.

Bu amaçlar için, NATO’nun Doğu’ya genişlemesi projesinin en hararetli militanı oldu. Baltık ülkeleri ile Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya girmesini, bu yolla Rusya’nın kuşatılacağını canhıraş savundu. Oysa, örneğin Fransa’nın ciddi çekinceleri vardı. 1999’da Yugoslavya’ya yapılan emperyalist müdahaleye etkin destek verdi. 2003’te, Fransa ve Almanya’nın karşı olmalarına rağmen, ABD ve İngiltere ile Irak’ın işgaline katıldı. 2004’te AB’ye alındıktan sonra, Fransa ve Almanya ile yine ters düşerek, Avrupa güvenliğinin sağlanmasında ABD ağırlığının azaltılmaması gereğini savundu. Eski Sovyet coğrafyasındaki Soros operasyonlarının hepsine destek verdi: 2003-Gürcistan (Gül Devrimi), 2004/2005-Ukrayna (Turuncu Devrim), 2005-Kırgızistan (Lale Devrimi), 2006-Belarus (Kot Devrimi). Yetinmedi, ayrılıkçı Çeçenleri destekledi; Varşova’da bir dörtyola Dudayev adı verildi. 2006’da, Rusya-AB görüşmelerini bloke etti. Aynı yıl, ABD’nin Rusya’ya karşı Polonya topraklarında kurmak istediği Füze Kalkanı projesine yeşil ışık yaktı. 2008’de, İsveç ile birlikte, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Moldavya ve Ukrayna’yı Rusya’nın etki alanından koparmak için, AB’nin Doğu partnerliği projesini hazırladı. 2011’de ABD’nin, Güneydoğu Asya’da askeri varlığını arttırma kararını sevinçle karşıladı. Oysa, bu kararın yeni bir Soğuk Savaş’ı başlatacağı genel kabul görmüştü vb.

Kısacası, Polonya Avrupa’da, Rusya düşmanlığı, ABD yandaşlığında başı çeken ülke konumundadır.

FETÖ’nün aynı dalga boyunda olduğunu söylemeye gerek yok. 2003-2008 arasında Rusya’da tasfiyesine başlanan FETÖ, Rus güvenlik birimlerince, Amerikan istihbarat faaliyeti unsuru olarak ele alınmıştır. Türk dış politikasına bu yöndeki etkisi ise, 24 Kasım 2015’te Rus savaş uçağının düşürülmesi ile doruk noktasına ulaşacaktır.

Bu bağlamda, FETÖ-Polonya ilişkisi ve FETÖ’nün Rusya düşmanlığı temelinde yeşertmeye çalıştığı Türkiye-Polonya kadim dostluğu lolipopuna, kültürel-sanatsal ambalaj arama çabaları son derece doğaldır.

Peki, Polonyalı besteci Szymanowski’den mutasavvıf yontma işleminin siyasal arka planına bu çaba sinmiş olabilir mi? Konunun 2011-2013 arasında piyasaya sürülmüş olmasının, tam bir FETÖ zaferi ile biten Ergenekon sürecinin sonuna denk gelmiş olması tesadüf sayılabilir mi?

FETÖ’nün Polonya’da kültür ve eğitim alanında önemli bir ağırlığı olup, sahibi bulunduğu Vistula Grup’un, bünyesinde dört özel üniversite ve akademi bulunduran bir eğitim şirketi olduğunu, (Vistula UniversityThe Vistula School of Hospitality , University of Business in Wroclaw, Olsztyn University), akademik kadroları içinde eski bakanların, NATO görevlilerinin yer aldığını, ayrıca bir lisesi olduğunu, FETÖ’nün Polonya imamı Arif Erkol’un bu kompleksin başında ve Türkiye’deki bazı akademik çevreler ile ilişkileri bulunduğunu belirtip, kaldığımız yerden devam edelim.

Bu arada, merak bu ya, acaba Afyon Konservatuarı ile bu zat-ı muhterem arasında herhangi bir ilişki söz konusu olmuş mudur?

Lakoz Bertan popülerlik atağına kalkıyor

2017’ye gelindiğinde Lakoz, bardaktan boşalan islamcı kesimin meşru ve makbul isimler listesine adını yazdırmış olmanın verdiği rahatlık ve özgüven içindedir. Operada, genel müdür kıyağı ile librettistlik, rejisörlük, akademik alanda ise son derece cılız bir tez ile doktor sıfatlarını cebine koymuştur. Lakin, yeteneksizliği ve yanaşmacılığı opera camiasında soğuk karşılanmakta, ustası Selman’ın koltuğu kaybetmesi durumunda barınmasının güç olacağını hissetmektedir.

2017 Lakoz’un kendini hem DOB, hem de islamcılar nezdinde sigortalatmak amacıyla popülerlik atılımı yaptığı yıl olacaktır. Malum, dokunulmaz ve vazgeçilmez olmanın yolu celebrity’den geçiyor. Tabii, paranın da. Radyo-tv bu işin en sağlam yolu. Samsun’daki yerel radyolardan birinde, Radyo Gerçek’te iki program hazırlayıp, sunmaya başlar: Bertan Rona ile Duyuşlar ve Geçmiş Zaman Olur ki. İlki, sanat, edebiyat, felsefe, dil vb. çerçeveli; 15 Şubat 2017 ile 1 Eylül 2021 arasında, dört buçuk yıl boyunca, haftalık formatta toplam 185 program yapar. İkincisi ise popüler tarih; çarpıcı olaylar, renkli kişiler falan. 130 program. En renkli kişi olarak, ilk programda, “Osmanlı’nın cihan pehlivanı Koca Yusuf”u anlatır. Şaşırtmaz.

Artık, islamcı angajmanını dar bir çevreden geniş bir alana taşımasının önünde engel kalmamıştır. 2017 Nisan referandumu, islamcıların cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında Osmanlı saray rejimini yeniden kurmalarının önünü açmış, opera ve çoksesli müzik kurumlarına da hakim oldukları mesajını vermelerinin simgesel değeri artmıştır. Samsun operasından birinin, islamcı aromalı radyo programları yapması, üstelik bunu entel liboş söyleme bulayarak sunması bu çerçevede gayet işlevseldir; Lakoz istedi bir göz… Bu şekilde, FETÖ gölgesinden de kefaletle kurtulmuş olacaktır. Gerçekte, FETÖ gölgesinden kurtulma operasyonuna, birkaç ay önce, Ağustos 2016’da, 15 Temmuz’dan hemen sonra, Esma ile Yaşamak/Esma-i Hüsna adlı dinci/Nurcu dergide yazmaya başlayarak girişmiştir. Aşağıda anlatacağız.

Eli, Laik Cumhuriyet’e balgam attığı arsız bir söyleşi ile yükseltmekte yarar görür:

“... Sözlük ne demektir? Sözlük; bir toplumun, bir milletin, bir medeniyetin tarih boyunca biriktirdiği kültürel hazinenin, o düşünsel hazinenin, âdeta elle tutulabilir hâlidir. Sözlük, yani “kamus”... Fransız İhtilâli, tarihin gördüğü en büyük alt üst oluştur. Kanımca, Ruslar’ın sosyalist Ekim Devrimi’nden çok çok daha önemlidir. Çünkü bu çalkantı ile feodalizmin, yerini kapitalizme bırakma süreci tamamlanmış oldu. Yani Fransız İhtilâli ile bir dünya yok oldu; yerine bir başkası ikame edildi. Bunları neden anlatıyorum, biliyor musun? Fransızlar her şeyi değiştirdikleri bu dönemde, belki de bir tek şeye dokunmadılar. Dillerine ve lügatlerine, yani kamuslarına, yani sözlüklerine... Bu öyle önemlidir ki, rahmetli Cemil Meriç, “Kamus, namustur” demişti. Peki biz ne yaptık? Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında “Şu kelime Arapça kökenli, şu kelime Farsça kökenli” diyerek büyük bir kıyım başlattık. Âdeta dilimizi değiştirdik. Ve aslen o dilin taşıdığı bütün bir medeniyeti terk etmiş, tarihsiz, köksüz ve soysuz bir insan topluluğu hâline geldik. Ecnebiler; toplarla, savaş uçaklarıyla yapamadıklarını, bununla yapmayı hedeflediler. Tabii bir de İslâm akidesinin temellerine saldırarak. Ama bu, bir bahs-i diğer... Eski yazı yerine Latin alfabesi geçirildiğinde, yüzlerce yıllık bir yazılı birikime ulaşma imkânı kalmadı. Bir müzikolog olarak kendi sahamdan misal vereyim: Bugün Süleymaniye Kütüphanesi veya Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi gibi yerlerde bulunan el yazması eserlere hâkim olmadan Osmanlı dönemi musikisi üzerine çalışabilir misin? Çalışamazsın. Eski yazı bilmeden nasıl okuyacaksın onları? Mümkün değil. Öyleyse Türkiye’de müzik bilimi gelişebilir mi? Bittabi gelişemez. Günümüzde gençler neden bir Hüseyin Rahmi Gürpınar romanını veya Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi’nin meşhur tefsirini hiç olmazsa dil bakımından anlayamayacak durumda? İşte tüm bu söylediklerim nedeniyle. Demek ki kamus, gerçekten de namusmuş… Sömürgecilik eğer silahsız da yapılabiliyorsa, topa ve tüfeğe ne gerek var? İşte bütün dünyada bunu yaptılar. Ve Türkiye’ye de bunu yapmak istiyorlar. Benim ülkem, benim milletim çok büyük bir medeniyetin bakiyesi olduğu için hâlâ buna kısmen de olsa direniyor. Ama biz eğer bugün Avrupalılar veya Amerikalılar gibi yaşıyorsak, onlar gibi düşünüyorsak, onlar gibi yiyip içiyorsak, onlar gibi giyiniyorsak ve onların markalarını satın alarak onları zengin ediyorsak, aynı amaca zaten ulaşmış oluyorlar. İşte bizim dilimizin, sözlüğümüzün, alfabemizin değiştirilmesinin asıl hedefi de buydu. İmanımızdan ve tarihimizden koparak, kendimizi unutmamız. Onlar gibi olmamız. Ve maatteessüf bunda büyük oranda başarılı da oldular. Bizim artık aynanın karşısına geçip, millet olarak kendimize “Sen kimsin?” diye sormamız gerekiyor…. Dilimiz, doğrudan akidemize uzanacak kadar mühimdir. Zaten Türkçenin, Kur’ân-ı hakîmden doğduğunu söyleyebiliriz. (http://www.gencistikbal.com/bertan-rona-roportaji-167, 2017)

Bu uzun alıntının özeti: Laik Cumhuriyet namussuzdur. Bizi, Kuran’dan doğmuş ve dinimiz ile iç içe olan gerçek dilimiz Osmanlıcadan koparıp, yabancı sömürgeciler ile işbirliği içinde, dinimizin temellerine saldırmak ve alfabemizi değiştirmek suretiyle, köksüz ve soysuz bir insan topluluğu haline getirdi.

Bunları kusan kişi Samsun operasında koro şefi, libretto yazarı, rejisör, il koordinatörü, sanat danışmanı. Ayrıca, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Müzik Bölümü’nde ders vermiş ve de birkaç ay önce Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü’nden doktor ünvanı almış.

Söyler misiniz, ilk islamcı opera Sinan’ın librettosunu buna yazdırmayacaksınız da, kime yazdıracaksınız?

Zavallı taşra enteli! DOB’un, Laik Cumhuriyet’i ısıranı ısıracağını henüz bilmiyor. Birkaç ay sonra öğrenecek.

Lakoz Bertan güftekâr oluyor

Peki, hazır yelkeni islamcı rüzgâr ile şişirmişken, görünür olabilmenin radyo-tv dışında, başkaca kestirme ve kolay bir yolu yok mu?

Olmaz olur mu?

Şarkı sözü yazarlığı. Damardan popülarite. Şarkı sözü librettoya göre çok daha avantajlı. O da zaten mikro libretto sayılır. Makrosu dert; iktidar yanaşması olacaksın da, genel müdüre fırıldaklık yapacaksın da, yazacaksın da, kabul edilecek de, bestelenecek de, yalnızca prömiyer sonunda sahneye çıkacaksın ama bütün şanı, avantası besteciye yazılacak da, ölme eşeğim ölme… Oysa, şarkı sözü temiz iş. Piyasaya açılma olanağı da var. Parası da güzel. Bestecisi de hazır.

Kim?

Kankiş Tolga Taviş.

Emin misin?

Elbette.

Son kararın mı?

Bittabi.

Bu Taviş müthiş; sıra dışı bir yetenek. Fagotçu, besteci, aranjör, şef, eğitimci, en önemlisi de, Gökmenî Tarikatı müridi… Şeyh Rengim Gökmen bu çocuktaki özel yeteneği keşfedince, ona şeflik eğitimi vermeyi kabul eder. O gün bugün kankiş Taviş’i tutabilene aşk olsun! Amerika’lara bile gitti. İlginç ilişkiler kurdu. Hık demiş, Şeyh’inin burnundan düşmüş. Sırası gelince anlatacağız.

Lakoz ile kan uyuşması tam. İkisi de İzmir Konservatuarı’ndan, ikisi de Samsun Operası’ndan, ikisi de radyo programcısı, ikisi de görünür olabilme tutkusuyla fenafillah olmuş durumda, ikisinin de hırsı, yeteneklerini fersah fersah aşıyor. Uyumlu bir ikili oluştururlar. Tek farkları, Lakoz’un Dâhi Selman’a, Kankiş’in Şeyh Rengim Gökmen’e bahis yatırmış olmaları. Akıllılar; hangisi patron olursa, kazanacaklar. Ayrıca, Şeyh iki şapkalı; hem DOB’un, hem CSO’nun postnişini. Yani, sigortanın yanına bir de kasko var. Betonarme poliçe billahi! 9 Mart 2013’te, Samsun Avangart Sanat’ta, “Müzik ve Diğer Her Şey” adlı düo şov ile ahaliye görünürler. Ardından Hekimoğlu gelir. Koca Yusuf sıraya girer.

Kankiş Taviş uyanık; Lakoz’un arkasındaki islamcı elin kerametini görür; o el ikisini de kanatlandırır ama, kerata, Şeyh’inin rahle-i tedrisinden geçmiş, şeflik dersinin içeriğini iyi bellemiş; ne öğretmişti Şeyh?  “İşbirlikçi görünme riskiniz artınca, hemen karşı taraftan ödünç alın.”

Yani?

Lakoz gemileri yakmış; namaz, niyaz yetmiyor, tevhit ilmi, Ebu’ı- Hasen el-Harakânî Hazretleri (kaddesallahu sırrahu), Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi’nin tefsiri falan diyor. Atatürk ve Laik Cumhuriyet düşmanlığını varlık nedeni yapmış olan Nurcu Senai Demirci’nin Esma-i Hüsna dergisinde yazıyor. Radyo Gerçek’teki programında, Hızır Aleyhisselam peygamber miydi, değil miydi; Peygamber efendimizin zati eşyalarına isim vermesinin İslam’ın ve modern bilimin tevhit anlayışına uygunluğu, Küntü Kenz hadis-i kutsisi, ilhamın rüyada da gelebileceğinin en güçlü kanıtının,  Peygamberimizin, “Sadık rüya nübüvvetten bir cüzdür” buyurmaları gibi konuları demliyor. Velhasıl, Atatürk, Laik Cumhuriyet, Nazım Hikmet türü ödünç imge edinme şansı hiç yüksek değil. Tamam, islamcılar kazandı ama, mal çoksesli, laik cumhuriyetçi pazara çıkacak; usturuplu gitmek lazım. Orada iş yapamazsan, islamcı, tayınını keser.

Eh, Dâhi Selman’ın şeflik dersi ile Şeyh’inki hiç kıyaslanır mı? Lakoz bu inceliklere yeterince hâkim değil.

Kankiş Taviş Lakoz’a işin sırrını acilen öğretme kararında. Bu arada, Lakoz’un karalamayı çok sevdiği entel dantel sözlerden bir sepet yapıp, süslerse, “bunlarda derin tasavvufi anlamlar var” diyerek, islamcı cenaha, “bunlarda kent yaşamının ve bireyin kafkaesk gerçekliği var” diyerek de laik cumhuriyetçi kesime rahatça okutulabileceğini düşünür.

2017’de, Lakoz’un sekiz entel şiirimsisini besteler: Rona Şarkıları. Yaşadılar; bütün operalarda seslendirilecek, TRT gelecek, festivaller filan…4 Ekim’de Lakoz, prömiyerin 19 Aralık’ta Ankara’da yapılacağını duyurur.

O da ne?! Tam bu sırada, köpüklü hayalleri sirkeye düşüren bir olay meydana gelmesin mi? Dâhi Selman, Lakoz’un konser duyurusundan 16 gün sonra, 30 Kasım’da görevden alınır. Lakoz’un balonu patlamış, acillik olmuştur. Artık, Opera’da kalma olanağı sıfırın altındadır. Birkaç ay sonra, 2018 ilkbaharında ayrılacaktır.

İyi de, Rona Şarkıları ne olacak?

Kankiş Taviş Lakoz’u teselli eder: “Şeyhim Rengim Gökmen’in kerametine sığınalım. “Lakoz’un aklı yatar; evliyaullah öyküleri okuyor, anlatıyor: “Rabbim bir kapıyı kaparsa, Şeyh diğerini açar.”

Şeyh bu sırada CSO’nun başında. Yıllardır şakirtlerini, müridlerini senfoni orkestralarına, operalara boşuna yerleştirmedi. Mürüvvetlerini elbette görecek.

Lakoz’un ustası DOB’un başından gitmiştir ama, islamcılar bir yere gitmemiştir ki. Tam tersine, Saray rejimi referandumu ile daha da çöreklenmişlerdir. İslamcılara en yakın librettocu olarak kaydedilen Lakoz’un meşruluğuna tutunmak, ama onu laik cumhuriyetçi kesime lisan-ı münasiple de pazarlayabilmek gerekmektedir.

Tam da Şeyh’in uzmanlık alanı… Oyunun kuralı Lakoz’a anlatılır. Mutlaka “ilerici” imaja sahip olmalıdır. İslamcı kimliği ile laik cumhuriyetçi kesimde kabul göremez. Bu da, islamcılardan yağlı iş almasını önler. Lakoz’u yaşama bağlayan atar damarın adı celebrity olduğu için, ne ideolojik, ne etik, ne de pratik hiçbir zorluk yaşanmaz; bu diyalektiği Radyo Gerçek’teki programında, özellikle Sinan siparişi öncesinde nasıl hayata geçirdiğini göreceğiz.

Rona Şarkıları tek kelime ile siyasal bir operasyondur. Şeyh’in, islamcılar nezdinde “helal” kabul edilen iki ismi, Şerbetçi Hasan ile Lakoz Bertan’ı ilk kez aynı kareye yerleştirmesi, eşzamanlı olarak, “ilerici” nişanı edinmelerini sağlama operasyonu.

Lakoz fitili alınca, radyo programında hemen tınlar:

“Şu an yaşayan en önemli bestecilerden biri olan Hasan Uçarsu Beyefendi’ye ait bir şarkı dinleyeceğiz. Hasan Uçarsu çok önemli bir besteci… Zarif, mütevazı bir insan…” (Duyuşlar, 4 Ekim 2017)

Toplam 185 programda “beyefendi” süslemeli tek kişi Şerbetçi olacaktır. Mesaj Lakoz’a iletilmiştir. Sinan’da yan yana gelmeleri hiç de tesadüf olmayacaktır.

Aynı tarihli programdan, celebrity nabzına da bir örnek verelim:

“Tolga Taviş Rona Şarkılarını tamamladı. Ankara’da ilginç bir konseptte, daha önce yapılmamış bir prömiyer yapacağız. Schubert falan da yapıyordu. Tek bir şairden, örneğin, Heine şarkıları. Lied der Almanlar.” (A.g.y.)

Bir başkası daha:

“ [Schumann’ın liedleri;] Benim şiirlerim üzerine yazılan Rona Şarkıları vardı ya, aynen onun gibi. Heine şarkıları diyebilirsiniz.” (A.g.y., 25 Mayıs 2018)

Kankiş Taviş Schubert olunca, Lakoz’a da Heine olmak düşüyor.

Bu arada, Lakoz yalnızca kendi şarkılarının söyleneceği izlenimini doğuruyor. Gerçekten de öyle. Prömiyerin de, daha önceki modellerden çok farklı olacağını söylüyor. Muhteşem bir farklılık beklentisine giriyorsunuz.

Şeyh ise gerçekçi; islamcı Lakoz ile işbirlikçi Şerbetçi’ye “ilerici” sıfatını nasıl kazandırabileceğini kurgulamak peşinde. Şerbetçi, Lakoz gibi abullabut değil, politik duyargaçları gelişkin, kendi başına bir şeyler yapıyor ama, Ankara’da meşruluk sağlamadan olmaz. Tek formül var: “İlerici/solcu” kimlik taşıyan birileri ile bu iki ismi aynı şemsiye altına sokmak. O kimliğe sahip iki isim, Muammer Sun ve Turgay Erdener’dir. Hayır diyemezler çünkü Şeyh CSO’nun başındadır. İslamcıların onu o postta tutmaları boşuna değildir.

Dâhi Selman görevden alındıktan bir hafta sonraki radyo programında, Lakoz formülü çakalladığını gösterir: Turgay Erdener, Muammer Sun, Tolga Taviş ve Hasan Uçarsu’nun şarkıları seslendirilecek.” Üstelik, sade suya seslendirme değil, “kayıt yapılacak.” (A.g.y., 6 Aralık 2017)

İslamcı Lakoz’a elbirliğiyle imaj düzeltme konseri…

Ankara’daki seslendirmeden bir gün sonra, 20 Aralık 2017’deki radyo programında, işi hepten sağlama alır:

“Çankaya’da, Musa Göçmen’in Müzik Makinası adlı kayıt stüdyosunda kayıt konseri yapıldı. Orkestra şefi Rengim Gökmen,  Muammer Sun, Cumhuriyet ve Kurtuluş film müziklerini besteleyen hocamız, çok sevgili Turgay Erdener de oradaydı.”

Amaca ulaşılır: Şeyh’in koruyucu meşruiluğu kapsamına alınan islamcı Lakoz, Laik Cumhuriyet duyarlıklı iki filmin müziğini yaptığını özellikle vurguladığı Muammer Sun ve çok sevgili Turgay Erdener ile yan yana getirilerek, “ilerici” madalyasını alır. Tabii, o karambolde, Lakoz’un kankişi Taviş’in de yolu iyice temizlenmiş olur. Şerbetçi’ye gelince; ondan seçilmiş iki parçanın -Şang-Hay Türküsü ve Yaşamak Ne Güzel Şey- ikisi de Nazım Hikmet’in dizeleri üzerinedir. 1991/1993’te bestelediği Nazım Hikmet şarkıları. Pazarlama işlemi gayet akıllıca planlanmıştır. Politik duyargaçları gelişkin Şerbetçi’nin bu işlerdeki becerisini önceki sayfalarda anlattık. Bu kez, başkentte, Şeyh’in hazırladığı temiz kâğıdı, 2019 Mayıs’ındaki Uğur Mumcu anmasında tasdiklenecek, Sinan yolunda hiçbir engel kalmayacaktır. 2019 yazında Lakoz’un birdenbire ve damacana usulü, birkaç aylığına nasıl “solcu” olduğunu aşağıda anlatacağız. Sinan pastasına yumulmanın şekil şartı budur.

Şeyh’in yeminli er kişi müritlerinden bariton Arda Aktar ve hatun kişi müritlerinden soprano Esra Çetiner ve mezzo soprano Ezgi Karakaya,  piyano eşliğinde, ufak bir stüdyo mekânında söylerler. İlk bölümde sekiz adet Rona Şarkısını Çetiner ve Karakaya seslendirir. İkinci bölümde ise, Muammer Sun, Turgay Erdener ve Hasan Uçarsu’dan ikişer şarkı yer alır. Arda Aktar, Lakoz’un şarkılarını söylemediği halde, Şeyh’in talimatıyla olsa gerek, Lakoz’u onurlandırmayı ıskalamaz: “Bertan ve Tolga Taviş önünde söylemek de zor” (A.g.y., 27 Temmuz 2018). Kankiş ile zaten aynı tarikattandırlar. Muammer Sun ve Turgay Erdener “aklama” operasyonunda yalnızca dolgu malzemesi olarak kullanılmışlardır.

İyi de, islamcı Lakoz’un şiirleri de islamcı değil mi? Yani, varlık/yokluk, tevhit, aşkınlık filan gibi tasavvufi mevzûat, ilahi zuhûrât…

Yukarıda, İstanbul Koşu(k)ları adlı kitabının basılma nedenleri arasında, celebrity arayışı yanında, çoksesli müzik dünyasının çok laik olmasına binaen, islamcı kimliğini dengeye alma çabası olduğunu belirtmiştik. Buradaki metinler islamcı dönemi öncesine ait olduğu için, laik cumhuriyetçi çevreye kolay yedirilebilir. Nitekim, Rona Şarkıları konusunda bu referans üzerinde oynayacaktır. Tek bir şarkı sözü bile bu kitaptan olmadığı, hepsi islamcı dönemine ait olduğu halde, sanki bu kitaptanmış izlenimi yaratacak bir söylem tutturur:

“2015’te İstanbul Koşu(k)ları çıktığında, sevgili Tolga Amerika’daydı. Döndü ve kitabı istedi. Okuduktan sonra, buradaki şiirleri besteleyebilir miyim, dedi. Ne demek, memnun olurum, dedim…” (A.g.y., 13 Aralık 2017)

Kankiş’in bestecilik damarı zaten kılcal, buna bir de insan sesi eklenince, bütünüyle tıkanıyor. Peki, bu şarkılar nasıl dinlenebilir hale getirilecek?

Çok basit: Her sınırlı yeteneğin yapacağı gibi, yemeği sosta boğarak. Yani, orkestra boyutuna taşıyarak. Elbette, klasik doku altında ezilme riskinden sıyırmak için, caz falan tarzı katalizörler ile seyrelterek. Kankiş’in bu işi omuzlayabilmesi için cebinde iki sağlam kart var: Kılcal yeteneği ve İzmir Konservatuarı ile Şeyh’inin tedrisinden gelen müzikal/entelektüel görgüsüzlüğü. Tabii, buna bir de Şeyh Rengim Gökmen’in o sırada hâlâ senfonik dünyanın ağası konumunda bulunuşu eklenmeli.

Kankiş Taviş caz havası verebilmek için mezzo şarkılarda ciddi değişiklikler yapar; iyiden iyiye alto partilere yatırır. Yanı sıra saksafonu öne çıkarır. Hekimoğlu’nun sünnet düğünü müziği kendisinde bayağı komplekse yol açtığından, dünya âleme nasıl entel şeyler yapabileceğini göstermenin baskısı altındadır. Yetenek ve azim ona çıkış yolunu işaret etmekte gecikmez: “1., 2.keman tradisyonu” yükünden kurtulmak. Keman, viyola, çelloyu bir bütün olarak düşünmek. (Konsere Davet, TRT 2, YouTube, 5 Aralık 2019)

Anladınız, değil mi?

Demiştik; çok yetenekli.

Konser 11 Ocak 2019’da Antalya Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde, Antalya’da yapılır. 25 Ekim 2019’da ise, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde, İzmir’de. Opera kapısı kapanmış, senfoni kapısı açılmıştır. Rabbim Şeyh’ten razı olsun, tuttuğunu…

Amin!

İzmir’i anladık; mürit Taviş’in mekânı. Şeyh’in onu Samsun’a vidalamasının tek nedeni şef kadrosu kapabilmesiydi. İzmir’de alamıyordu. Samsun’da yasal süresini doldurup, İzmir’e paraşütle kolayca indirildi. Şeyh İzmir’i ona zimmetledi.

Peki, Antalya ne ayak?

Şeyh, şakirtlerinden olup, mürîdiyyete ermiş olan Oğuzhan Kavruk’u, 2018’de, Antalya Senfoni’ye şef ve müzik direktörü olarak yerleştirdi de ondan. Şeyh’in emrine itaat etmemek olur mu?

Bonus da var: Konser TRT tarafından kaydedilip, mart ayında yayına girecek yeni sanat kanalında gösterilecek.

Tamam, çalacak olanlar bulundu; ya söyleyecekler?

Ankara’daki kayıt konserinde, islamcı Lakoz’u aklama ve Kankiş Taviş’in yolunu açma işlemi için gerekli “ilerici/sol” imge işlevi Muammer Sun ile Turgay Erdener’e havale edildiğinden, Rona Şarkıları’nı seslendirecek olanların belirgin bir “ilerici” imgeye sahip olmaları o kadar zorunlu olmayabilirdi. Ancak, islamcı balçık o kadar yoğundu ki, iş şansa bırakılmazdı. Esra Çetiner ve Ezgi Karakaya uygun bulundu. Her ikisini de DOB’a Şeyh aldığı için, ona meftundular. Zaten, Lakoz ve Kankiş ile tanışıyorlardı; Hekimoğlu operasının başrollerinde söylemişlerdi. Daha da anlamlısı, Gezi olayları sırasında (2013) Eskişehir’de öldürülen Ali İsmail Korkmaz için, 22 Kasım 2015’te, Ankara’da düzenlenen konserin solistleri arasındaydılar. Bu kadarı yeterliydi.

Antalya’da ise, “ilerici” imge işlevini, yalnızca söyleyecek olanlar üstleneceği için, daha uygun iki isim seçilmeliydi. Şeyh’in operadaki ahtapot kollarından Zeynep Halvaşi ile Nurdan Küçükekmekçi ne güne duruyorlardı?

Nurdan Küçükekmekçi 1 Haziran 2016’da Nazım Hikmet’in 53. ölüm yıldönümü vesilesiyle CHP’li Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin senfoni orkestrası ile Devlet Çoksesli Korosu’nun seslendirdiği Muammer Sun’un Nazım Hikmet Destanı solistlerinden. Zeynep Halvaşi ise, Fazıl’ın kurduğu Nazım Hikmet Korosu’ndan.

Eh, Lakoz’un islamcılığını ancak bu koyulukta bir Nazım meşruluğu perdeleyebilirdi…

Üstelik, Şeyh her ikisine de TRT ekranında Lakoz’u övdürüp, “derinlik” ine kefil yaptırdı. (Konsere Davet, TRT 2)

İyi de, bunlar Lakoz’un kim olduğunu gerçekten bilmiyorlar mı?

Bilseler ne yazar? Şeyh’in arzusu. Vakt-i zamanında… Neyse…

Ha, bu arada, Lakoz, Nazım imgesinin mükemmel bir kamuflaj işlevine sahip olduğu idrakine giderek daha çok vardığından, konserden 17 gün sonra, 28 Ocak 2019’da, ahaliye açık bir programda ondan bir şiir okur. (Hayat, Karşıtlıklar ve Gerçek, TedX, Youtube, 28 Ocak 2019).

İnanın, Ankaralı Turgut okusa daha içten olurdu. O kadar zorlama, o kadar sakil ki, Lakoz’un zavallılığına üzülüyorsunuz. Hani, ekmek parası için… İşte, o hesap.

Konser mi?

Öngörülebileceği gibi TRT’den yayımlandı.

Nasıldı?

İnsan sesi ile enstrüman sesi arasındaki ilişkinin dar ilmikleri arasına sıkışmış, ne cazın, ne klasiğin kararını tutturabilmiş, ortaya karışık sahne şovu. Bildik hibrit ayaklar. İştahla anlatılacak bir şey yok.

Kankiş Taviş’in müzikal görgü ve idolü Zuhal Olcay’dan öteye uzanamadığından olacak, fantezisinde Zeynep Halvaşi’den “Zuhal Olcay bis” yaratmaya çalışmış. Ancak, aynı dramatik etkiyi şan tekniği ile yakalamak için, çok ama çok daha yetenekli bir besteci gerekiyor.

Nurdan Küçükekmekçi’nin nasibine ise ses gösterisi bölümleri düşmüş. İlle lied havası olsun deniyorsa, tek piyano daha etkili olurdu. Ama zaten piyano ile beceremediği için orkestral sosa yatırmıştı. Kankiş’e öğretmemişler; büyük besteci olmak, safra atmak ile doğru orantılıdır.

O kadar düztaban besteler ki. Hoş, “bu ruhsuz sözlerden en fazla bu çıkardı”ya itiraz marjı çok da geniş değil hani:

Hayâlet

Seni görmese de olur

Ne el kaldır, ne kıyam et

Tanışacaksınız nasılsa

Koptuğunda kıyamet.

    …………

Adres

Aklımda bir ad

Elimde bir resim

Ayrıldığımızdan beri

Değişmedi adresim.

   …………

Sis

Anlasana

Gündüz göz gözü görmeyen sis

Gece aydınlık olur sana

Anlasana…

Tezgâh

Bu kentin tüm meydanlarında

Kafayı yemiş bir paranoyak,

Bütün caddelerinde

Tırnak kemiren bir septik vardır.

Kediler yalıyormuş gece

Eminönü’nde balık tezgâhlarını

İçini ferah tut

Kedi tükrüğünde antiseptik vardır.

Diye uzayıp gidiyor. Ama, Rona Şarkıları’nın en matrak yönü neresi dersiniz? Kankiş Taviş’in bu şiirimsileri pazarlama ambalajı: “Bertan Rona’nın şiirleri, bilgelik, yalnızlık, varoluş, doğa ve bekleyiş gibi melankolik bir bakış açısıyla algılanabilecek konularda kısa ama çarpıcı, doğrudan ama metaforik bir üslupla yazılmış…” Bu müthiş şiirler Kankiş’in usunda, “şehirli bir kadının buhranları, sıkıntıları, özlemleri, beklentileri, doğaya karşı açlığı fakat yalnızlığa karşı da savunmasızlığı”nı canlandırıyormuş. (Konsere Davet, TRT 2)

Bunların hepsi 2015’tan sonra yazılmış. Yani, Lakoz’un tasavvuf bendeliği döneminde. Acaba, içlerinde tasavvufi motifler taşıyanlar olamaz mı?

Aman, işin rengi değişir; dedik ya, laik cumhuriyetçi kesimde suratlar asılır; şehirli kadının yalnızlığı filan çok daha uygun bir tema. Hem hasından Zuhal Olcay imgesi de.

Torpil dışında bu felaket konserin tekrarı olanaksız. Hele piyasaya açılma hayalleri hepten koruk. Ama, o torpil gecikmez. 2019 Ekim’inde Lakoz’a saraydan Sinan librettosu inince, 30 Ekim 2020’de İDSO’nun seslendirmesi, “vacip ibadet” kapsamına girer. Bir de Samsun’da, bu kez Sinan sonrasında, 7 Mart 2022’de Kadınlar Günü Konseri adıyla…

Muhteşem ikilinin kursaklarında kalmış bir hayal daha…

Zavallılar! Yüksek sanatlarda hiçbir güç, yetenekten daha baskın değildir. Ne Şeyh, ne Saray…

Lakoz Bertan akademisyen oluyor

2018 opera ile kurumsal ilişkisinin bittiği yıl. Dâhi Selman’ın yasını ondan başka tutan olmadığı için, bu yası kurum dışında tutmasının daha uygun olacağı ifade edilir. DOB, Laik Cumhuriyet düşmanlığı yapılacak yer değildir. Hele ki yeteneğiniz sınırlı, lakin hırsınız sınırsız ise.

Lakoz’un görünür olma hırsı bu kez beyaz perde ya da cam ekranı kesmeye başlar. Koca Yusuf’u senaryolaştırır. Kim bilir, operada edinemediği rejisörlük madalyasını belki sinemada takar. Önce senaryo, ardından rejisörlük. Parası da süper. Osmanlı miti siyaseten tavan yapmış durumda. Tam pehlivanlık vaziyet. Ancak, filme çekilmesi bir türlü nasip olmaz.

Tamam, Mevlam neylerse güzel eyler de…

En iyisi, oltayı atıp, büyük balık gelene kadar beklemek. Bu arada da konservatuarın göreli sükûnet ortamına kapılanıp, radyodaki ecdat-şecaat-kıraat programlarını sürdürmek. “Rabbim nasıl olsa inzivamı da, çilemi de takdir buyurmaya muktedirdir.”

2018 baharında, Giresun Üniversitesi Konservatuarı’na atlayışı zor olmaz. Üniversitenin rektörü Cevdet Coşkun sıkı bir islamcıdır. FETÖ bağlantılarına dair hakkında ciddi ve ayrıntılı iddialar ileri sürülmüştür (giresun28haber.com, 16 Ağustos 2016). Hatta, 2019 Mayıs’ında apar topar istifa etmiş olmasının da, bu konu ile ilgili yapılan soruşturmada yeterli kanıtlara ulaşılması ile ilgili olduğu dile getirilmiştir. (giresun28haber.com, 30 Mayıs 2019/ akasyam.com, 3 Haziran 2019). Yani, rektör cephesi temiz, sorun çıkmaz. Konservatuar cephesi daha da temiz. Kısa süre müdürlük yapmış olan Mustafa Cin, 15 Temmuz’dan sonra kapatılan FETÖ’nün “Mobbing ile Mücadele Derneği”nin Eğitim ve Mevzuat Koordinatörlüğünü yapmış. Rektör Coşkun onu rektör yardımcısı, aynı anda konservatuar müdürü yapar. Adam coğrafyacı; olsun. Ardından Ramazan Sever müdür olur. Çocuklarını FETÖ’nün okulunda okutmuş (giresun28haber.com, 16 Ağustos 2016). O da coğrafyacı; olsun. Ha müzik, ha coğrafya. Zaten, coğrafyası olmayan müzik mi olurmuş? Lakoz da, “halk müziğinin milli değil, coğrafi” olduğunu söylemiyor mu? Ayrıca, coğrafya, Lakoz’un en civcivli ilgi alanı. Radyo programında coğrafyadan neler neler anlatmıyor ki? Ortaokulda coğrafyayı coğrafya hocasından daha iyi bildiğini söylediği gibi (Duyuşlar, 21 Eylül 2018), çocuğa okul çağına gelmeden önce mutlaka coğrafya öğretilmesi gereğine de işaret ediyor. (A.g.y., 28 Haziran 2017)

Anlayacağınız, Giresun Konservatuarı disiplinlerarası, üst düzey eğitim veren epey elit bir kurum.

Lakoz burada 2020’ye kadar kalacak. Bu tarihte Afyon Kocatepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’na geçecektir. Hani yukarıda söz ettik ya, islamcı milli kıymetimiz Uğur Türkmen ile eşi Emel Hanım’ın konservatuarları.

2019 Ekim’inin kutlu bir gününde, İslam’a ve operaya verdiği hizmetlerin karşılığı olarak, Saray’ın liyakat nişanı ile şereflendirilir: Sinan librettosu. Nihayet, onca namaz, dua, yakazanın sağladığı manevi ve ruhani tahkim, temiz kalbi, mütevazı kişiliği ile mecz olunca, tasavvufi mertebelerde hızla yükselmiş, yeryüzü mükâfatı olarak da, Cumhuriyet tarihinde iki ilk ile taçlandırılmıştır: İlk islamcı librettoyu kaleme alma onuru; ilk kez bir librettoya ödenen en yüksek rakamı cebellez etme gururu.

Mevlam gerçekten de güzel eylemiştir…

Lakoz’un, Sinan’a ulaşan bu nurlu yolu nasıl katettiğini en berrak şekilde, Radyo Gerçek’teki programında görüyorsunuz.

Hadi, birlikte dinleyelim…

“Bertan Rona ile Duyuşlar” hangi yöne vuruşlar?

Samsun’da bir gazeteci var: Hayati Kaynar. Bir de gazetesi var: Gazete Gerçek. 2004-2018 arasında AKP gömleği ile Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı olup, halen AKP Samsun milletvekilliğini yürüten Yusuf Ziya Yılmaz ile pek yakın. O kadar ki, Odatv Samsun muhabiri Bülent Karslıoğlu, Kaynar ailesinin belediye ile akçeli işlerini haber yapınca, onu alenen tehdit etmekten çekinmez. (akasyam.com, 23 Aralık 2018)

Hayati Kaynar’ın bir de radyosu var: Radyo Gerçek. Kulağına, Lakoz Bertan’ın “sağlam” arkadaşlardan olduğu fısıldanınca, ona program yapma teklifi götürüyor. Yukarıda belirttik; dört buçuk yıl boyunca, 185 programlık Bertan Rona ile Duyuşlar ve 130 programlık Geçmiş Zaman Olur Ki.

Bertan Rona ile Duyuşlar 15 Şubat 2017’de başlıyor. Bu tarihten altı ay önce, Lakoz Bertan bir diğer Samsunlunun, Nurcu Senai Demirci’nin, Nurcu dergisi Esma ile Yaşamak/Esma-i Hüsna’sında yazmaya başlıyor.

Acaba, bu olay ile Lakoz’un Radyo Gerçek’ten program daveti alması arasında bir ilişki var mı?

Senai Demirci, Lakoz’un rol modeli; ona hayran:

Sevgili Senai Demirci üstadımız, Esma ile Yaşamak/Esma-i Hüsna dergisi ile harika işler çıkarıyor. Ben de orada yazıyorum.” (Bertan Rona ile Duyuşlar, 29 Mart 2017)

Esma-i Hüsna ne mi demek?

Güve yemiş laik beyinleriniz her tür aftos piyosu bilir ama, milli ve manevi olanın şorudur. “Allah’ın 99 ismi” demek. Tamam mı?

Hür Nurcu Senai Demirci, islamcı kesimin entel tüccarlarından.

Peki, bu Senai Demirci kimdir?

Lakoz’un rol modelidir dedik ya.

Tamam, anladık. Necidir, diye soruyoruz.

14 yaşından beri Nurcudur. Bunlar kendilerine Risale-i Nur talebesi derler. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin yazdıklarının toplamına Risale-i Nur diyorlar. Said Nursi’yi anlatmaya gerek yok, sanırım. FETÖ’nün de kökeni ona dayanıyor. Bunların siyasal kâbusları Laik Cumhuriyet ve Atatürk’tür. Dolayısıyla, siyasal varlık nedenleri de, her ikisinin yok edilmesidir.

Nurcu Senai’nin kendini Nurcu ortodoksluğun tam göbeğinde hissettiği an, “Atatürk” ismini duyduğu andır. Kalanında, daha heterodoks, daha “light”tır; alevi alazlamaz cinsinden…

Bakın, Atatürk’e neler söylüyor:

“[Resmi kurumlar, okullar vb.’deki Atatürk fotoğraflarını kastederek] Yirmi milyon zoraki resmin her biri en az yarım kilo gelse, on bin tonluk bir yük var üzerimizde.” (haber7.com, 1 Mayıs 2012)

“Aslında Kemalizm de bir tür dindarlıktır; bir “dokunulmaz” etrafında kümelenmiş, kendince kıblesi ve tapınma biçimleri olan bir dindarlık.” (tweet, 22 Mart 2012)

“Kadına seçme hakkını Atatürk vermedi: Çünkü tek parti vardı; kadınların (ve erkeklerin de) seçenekleri yoktu ki seçme hakları olsun.” (tweet, 6 Aralık 2012)

Daha neler neler… İslamcı gericilik ve işbirlikçi hanedanseviciliği,   “Atatürk olmasaydı” adlı yazısında komprime biçimde bulunuyor. (risalehaber.com, 18 Kasım 2013)

Lakoz Bertan’ın Nurcu Senai’ye karşı gem almaz bir beğenisi var;  Bırakın dergisinde yazmayı, kapak bile yapıyor.

Lakoz’un beğenisi Nurcu Senai’nin yalnızca siyasal ve dinsel tutumu ile mi ilgili?

Hayır. Rol model alışının nedeni daha etli.

Şöyle:

Nurcu hareketin eskileri, din görevlisi, esnaf, tedirgin kalem erbabı filan olup, görece içe ve batılı referanslara kapalı bir çevreyi temsil ederler. İşte, Senai Demirci kardeşimizi onlardan ayıran temel özellik burada ortaya çıkıyor; Lakoz’a çok sempatik görünen özellik: Taşra entelliği. Kendi dilinde bunun adı “Hür Nurculuk”.

Hür Senai, Nurculuğun neoliberal döneme uyum sağlaması gerektiğini düşünüyor. Yani, daha esnek, daha az ortodoks, PR’a çok daha fazla önem veren, batılı referanslara açık, popülist bir model.

Özetle, FETÖ’cü kıvraklığı.

Nitekim, Hür Senai uzunca bir süre FETÖ’cülerin Zaman gazetesinde yazacak, onların, Kimse Yok Mu? gibi dernekleri, NT gibi kuruluşlarında emeği bulunacaktır. Sıkı bir FETÖ’cüdür.

Ne zamana kadar?

17 Aralık 2013’e kadar. Hani, 17/25 Aralık rüşvet operasyonu var ya…

Neden?

Anasının gözüdür de ondan. Tam bir işadamı. Rabbim onu, paranın kokusunu alemler ötesinden alabilme yeteneği ile techiz etmiş.

FETÖ-Erdoğan maçının Erdoğan lehine biteceğini öngörür ve ona bahis oynar. Bingoo! Karşılığını alacaktır.

Neoliberal bir kimliğin bütün özelliklerine sahip:

1)Taşra enteli: Klasik Nurcularda da taşra boyutu çok baskındır ancak, entel değillerdir. Belirgin kodlar, simgeler, yazım biçimi ve duyarlılıktan oluşan bir omurgaları vardır. “Okul” kavramına, “müktesebat” refleksine, “akademik” algıya daha fazla eğilimlidirler. Yani, entel anlam ve kurgu dünyasına görece mesafelidirler. Bu açıdan bakıldığında, daha tutarlı görünürler.

Oysa, Hür Senai, taşralı kimliğini aşamadan, 90’ların “entel” formatlı neoliberal kültür anaforuna yakalandığı için, klasik Nurcu kadrajı sınırlayıcı bulmuş, dışa açılmayı gerekli görmüştür. Bunun ilk sonucu, angajman duygusu sığlaşmış, pragmatik yönü artmış, vitrin tanzimini, yani PR’ı her değerin üzerinde gören, otodidakt cüretkârlığın daimi eşlikçisi olan entelektüel görgüsüzlüğü, “yenileşme/hürleşme” olarak pazarlayan bir tipin zuhurudur. Elbette, entel atkısı ve aralara bolca sıkışan İngilizce sözcükleri ile.

Entel kimliğini her fırsatta vurgular; referans çeşitliliğini kutsar: Said Nursi’nin yanına Nazım Hikmet, Aşık Mahzuni, Pablo Neruda, Pink Floyd, Nietzsche, Ursula Le Guin, İlhan Berk, Ferzan Özpetek; Muhyiddin ibnü’l-Arabi’nin yanına Charles Bukowski, Sabahattin Ali, Turgut Uyar, James Joyce, Gülten Akın, Yaşar Kemal, Camus, Dire Straits, Goethe; İmam Gazali’nin yanına Marx, Beckett, Kandinsky, Sartre, Cahit Külebi, Leyla Erbil, Şükrü Erbaş; Hazreti Ebubekir’in yanına Bob Dylan, Leonard Cohen, W. Faulkner, Wagner, Edip Cansever, Oğuz Atay, Emma Goldman; Ebû Bekir eş-Şiblî’nin yanına Gorki, Ataol Behramoğlu, Adorno vb. yerleştirmekte hiç zorluk çekmez.

Bu model, Lakoz’un kişiliğine de, formasyonuna da kalıp gibi oturur.

2) Popüler kültür ikonu: Hür Senai öncelikle bir sahne insanıdır. En çok sevdiği ve en başarılı olduğu yer orasıdır. Tam bir “one man show” figürü. İslami stand up’çı.

Doğal olarak, “okul”, “müktesebat”, “akademik” gibi, düşünsel disiplin ve gelenek çağrıştıran her şeye karşıdır. Bunlardan kurtulup, sokaktaki yaşamın peşinden gitmenin dinsel formülasyonu peşine düşmüş tam bir pragmatik:

“Üstad [Bediüzzaman Said Nursi] kalıplara bağlı değildir.”

“Akademik konuşmayı sevmiyorum. Arkadaşlarımın çoğu profesör oldu ama beni referans kabul ediyorlar.”

“Kur’an amatörler içindir.”

“Dinin kendisi yormaz. Dinin bilgisi yorar.” (fikrinisoyle.net, 12 Nisan 2019)

“İlahiyat ve diyanet dili… düz ve otoriter bir dil.” (A.g.y)

“Din hayata göredir… Ne ki hayatla bağdaşmaz, hayatı zorlaştırır, o, dine dahil değildir.”

“Kitapta yazılan fıkıh var; bir de hayatın fıkhı var. Hayata adapte olmak gerek.” (Ünye İlim Yayma Cemiyeti, 19 Nisan 2016)

“Harita üzerindeki bilgiyi arazide birebir uygulamaya kalkmayın…” (ERREM-Evlilik Seminerleri, tv Kayseri, 12 Aralık 2016)

“Nehri kıyıdan seyretmek tefsir, nehre dalmak iksirdir.”

“Hidayete vesile olan herkes mehdidir. Sen de, ben de.”

“Çok sayfa okumaya gerek yok. Gurme okuması yeterli. Bir satır yeter.” (Senai Demirci ile Hazreti Şuayb Kısası, Tv 111, 27 Mayıs 2018)

“Kuran kursundan kaçtım… Arapça okumadım. İmam-hatipte okumadım. İlahiyat Fakültesi’nin kapısından geçmedim…”

Sanırım, yeterlidir.

Malum, popülerlik celebrity’den geçiyor. Hür Senai’nin celebrity için yapmayacağı şey yok: Oyunculuk dersleri alıyor, “Yarım Doktor, Çeyrek Hoca” adlı bir stand up gösterisi sunuyor, filmde oynuyor, tv programları yapıyor, şiir yazıyor, müzik eşliğinde okuyor, roman yazıyor, popüler islami kitaplar kaleme alıyor -Her Güne Bir Ayet, Her Güne Bir Dua, Her Güne Bir Esma’ül Hüsna, Her Gece Bir Dua, Dua Ayetleri, 99 Esma 99 Dua, Kıl Beni Ey Namaz vb.- dizi danışmanlığı yapıyor; Gel Dese Aşk adlı dizide, muhafazakâr çevrelerden gelen, gayri meşru ilişkileri özendirdiği suçlamasına karşı, “Beni düz mantıkla yazan ilahiyatçı sanıyorsunuz” diyor, kafede ders yapma geleneğini başlatıyor, meslekten olmadığı halde, İstoç Cami’inde vaaz veriyor… Yanı sıra, damardan sosyal medyacı.

Her attığı adım ününe ün katıyor. Neoliberal kültürün, toplum yerine, “Birey ve Sorunları”nı yaşamın odak noktası yaptığını anladığında, derhal “islamcı yaşam koçu”na dönüşüyor. Psikolojiye yönelip, özellikle cinsel terapi konusuna ağırlık veriyor. Senai Demirci Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi’ni açıyor. Müşteri sayısını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Senai Demirci ile Kur’an Okuma Atölyesi, Senai Demirci ile Namaz Bilinci Seminerleri, Senai Demirci ile Dönüşüm Atölyesi, Senai Demirci ile Terapi Odası gibi düzenli etkinlikler, yaşam koçluğu ile “guru”luk arasındaki çizgiyi iyice belirsizleştiriyor.

Lakoz’un konuşlanmak için çırpındığı tek yaşam makamı: Koçluk/guru’luk.

3) Siyaset-ticaret ekseni: Hür Senai iş dünyasından. Tipik liberal. Kamuyu sevmiyor. Özel sektör hastanelerinin “işletme” birimlerinde çalışıyor, anaokulu (Senai Demirci Okul Öncesi Eğitim Merkezi& Anaokulu) işletiyor, tv programcılığı yapıyor, terapi merkezi açıyor, sipariş kitap ve şiir albümü hazırlıyor vb. Bunların hepsi siyaset ile iç içe. Önce FETÖ’cülerin olanakları, ardından Saray’ın.

İlk başta, bildik klasik Nurcu; cemaatin bir parçası. Tesadüfen olsa gerek, AKP iktidarı ile birlikte, tam 40 yaşında, Kuran’ı yeniden okuyup, bambaşka anlamlar yakalıyor (Yüzler ve İzler, Vav tv, 7 Ekim 2021). Kuran’daki “yasaklar” bölümünün son üçte birlik dilimde (muamelat) bulunduğunu, bunu temel almanın doğru olmadığını, üçte ikilik ilk bölümün ıskalandığını, “Namaz, bir iyilik karşısında teşekkürdür. Dindarlıkla, tasavvufçulukla ilgisi yoktur”, “Secdede sion yıldızı, haç varmış… Bize ne. Aşk ile namaz kılmak önemlidir” türü açılımlar yaparak, şu sonuca ulaşıyor: “Ben ne dindarım, ne muhafazakâr; devrimciyim.” (Ünye İlim Yayma Cemiyeti, 19 Nisan 2016)

Doğal olarak, muhafazakâr cenahtan agnostik, deist damgası yiyor.

Oysa, Hür Senai taşra kurnazı; ne yaptığını, nereye gitmek istediğini iyi biliyor; siyasal havayı çok iyi kokluyor. İslam’a, psikoterapi soslu, alengirli bir neoliberal terbiye yapıyor. Ne de olsa, FETÖ kuluçkasından…

FETÖ’den koptuktan sonra bile, iliğe dokunan bazı konularda FETÖ’yü kolluyor;  İsrail ile ilişkilendirilmesini, dinlerarası diyalog kapsamındaki bir takım etkinliklere yönelik iddiaları reddediyor (haber7.com, 13 Ocak 2014). Asla FETÖ/PDY demiyor.

“Ben siyasetten yazmam” diyor (Vapurda Çay Simit, TRT, 25 Ocak 2019) ama, siyasetsiz celebrity/para olmayacağını pek iyi biliyor:

“Ezanı uğruna can vermekle şereflenen Menderes…” (Zaman, 25 Aralık 2011)

“Bu ülkede açlıktan ölen olmadı. Aşırı tokluktan ölünüyor. Ben dahil, kilo fazlamız var.” (ERREM-Evlilik Seminerleri, tv Kayseri, 12 Aralık 2016)

“Sultan Vahdettin’i oynamak isterdim. Muhteşem bir adam. Ben, Sultan Vahdettin’e dair olan o yanlış fikirleri değiştirmek istiyorum. Allah razı olsun; Payitaht Abdülhamid dizisi Sultan Abdülhamid’in gerçek tarihsel kişiliğini tüm dünyaya gösterdi. O kötü algı değişti. Ben de isterim Sultan Vahdettin hakkındakileri değiştirmek. Çünkü gerçekten muhteşem nazik naif bir adam. Onun hakkındaki o fikri de değiştirmek lazım. Sakalım olmasaydı, Said Nursi Bediüzzaman’ı oynamak isterdim.” (yasemin.com, t.y)

“[Laik Cumhuriyet’in alfabe ve dil devrimini kastederek] Alfabeyi elimizden aldılar; travmadır. Sonra, lisanımızı aldılar; daha büyük travmadır… Bizim dilimiz [Türkçe] Kur’anlaştırılmıştır. Kur’an kelimeleri ebedi kelimelerdir… Olanak/olasılık’ı dilimize soktular ki, Kur’an dilini anlamayalım. Mümkün/imkân ile Kur’an’da yürüyebiliyorsunuz.” (Risale-i Nur’un Kaynağı Kur’an’dır, YouTube, 26 Aralık 2017)

“Allah razı olsun Kasımpaşalı’dan; benim 20 yıllık hıncımı bir çırpıda aldı. Ben artık rahatça Nurcuyum diyebiliyorum.” (Ünye İlim Yayma Cemiyeti, 19 Nisan 2016)

Daha çok var. Bu kadarlık eşantiyon ile yetinelim.

Yukarıda anlatılanlar, Lakoz Bertan’ı daha iyi tanıtabilmek, koşutluğu gösterebilmek için gerekli. Lakoz’un rüyası Hür Senai olabilmek. Her yönüyle ona öykünüyor.

Peki, Lakoz’dan Senai çıkar mı?

Hayır.

Niye ki? İkisi de islamcı, ikisi de taşra enteli, ikisinin de sağlam eğitimi yok, ikisi de celebrity/para avcısı, ikisi de pragmatik, ikisi de yaşam koçluğu/guru’luk peşinde, ikisi de popülist, ikisi de entel atkılı, konuşurken aralara İngilizce sözcük, cümle sıkıştırma manili…

Tamam da, Hür Senai en azından yetenekli. Adam üç düzlemde de kabızlık çekmiyor: Sahnede, sunumda, yazıda/anlatıda. Yer yer arabeske kaçan kalemine karşın, anlatı özürlü sayılmaz. Bunu sahneye de taşıyabiliyor. Anlatı ile sahne arasındaki kimyayı beceriyor. Oysa, Lakoz, bütün hırs ve tutkusuna karşın, yazı/anlatı özürlü. Doğal olarak, sunumu ve sahnesi de çok vasat. Kimya bilgisi külliyen haşak…

Esma şemsiyesi altında bir Lakoz

Esma ile Yaşamak/Esma-i Hüsna, Ocak 2013 ile Mayıs 2018 arasında 64 sayı çıkmış aylık dinci dergi. Nurcu içeriğinden söz ettik. Muhafazakâr iş dünyasından yağlı sponsorları var: İslamcı banka alBaraka, Kazancı Holding, BTC vb. Dergi beşinci sayısından itibaren (Mayıs 2013) FETÖ’nün NT mağazalarında satılmaya başlıyor. Tabii, FETÖ’nün Hür Senai’nin para musluğunu kapatma kararına kadar.

Lakoz’un bu dergideki ilk yazısı, 2016 Ağustos’unda, 43. sayıda yayımlanıyor. FETÖ’nün 15 Temmuz’undan sonra çıkan ilk sayı.

Herhalde tesadüftür…

Hür Senai, dergisinde FETÖ’yü eleştirirken ne “FETÖ”, ne de “paralel yapı” tanımlamasını kullanıyor. Oysa bunlar resmi tanımlamalar. Saray’ın kullandığı dil de bu. Peki, FETÖ’ye karşı Saray’ın yanında yer almış biri neden bunları kullanmaktan kaçınıyor?

15 Temmuz’a gelene kadar, dergide, Hür Senai’nin hissedilir bir FETÖ aleyhtarlığı görünmüyor. 14. sayıda (Mart 2014), FETÖ-Erdoğan gerginliği doruktayken bile, “kardeşliğin” zarar gördüğünü söylemekle yetiniyor (s.1). Sert bir tondan kaçınıyor. Oysa, Erdoğan 27 Şubat’taki Burdur konuşmasında FETÖ’ye ateş püskürüyor; paralel yapı diyor, virüs diyor, ülke istiklaline saldırı diyor. Buna karşın, FETÖ epey ılımlı; uzlaşma mesajları gönderiyor. Önce, Fethullah Gülen’in 22 Aralık 2013 tarihli mektubu, ardından, 27 Ocak 2014 tarihli BBC söyleşisi ile, “Bizler kardeşiz, barışalım” mesajı verilmeye çalışılıyor.

Sonraki durak, Temmuz 2014’te, İsrail’in Gazze’ye saldırısı. 19. sayıda (Ağustos 2014) Hür Senai, 1987’de Londra’da öldürülen Filistinli karikatürist Naci el-Ali’nin yarattığı çocuk tip “Hanzala” üzerinden, Gazze saldırısını eleştiriyor. İlk kez İsrail adını kullanıyor: “İsrail gibi terör örgütlerinin haddini bilmesiyle…” (s.29). Ama bu sert cümlecik metnin bütününe bakıldığında oldukça yapıştırma duruyor. Örneğin, Naci el-Ali’nin öldürülmesinde İsrail süphesinden hiç söz etmiyor. Erdoğan, Gazze saldırısı ile ilgili, 18 Temmuz’da çok sert bir konuşma yapıyor; İsrail’i soykırım ile suçluyor. Ama Fethullah Gülen de, bir gün sonra, 19 Temmuz’da, daha az sert olmakla birlikte, olayı kınıyor: “Kadın ve çocuk demeden masum insanların topyekün bir saldırı sonucu katledilmesini hiçbir vicdan kabul edemez.” Erdoğan’ınki ile ton farkı belirgin. Malum, FETÖ için İsrail’in özel değeri var. Hür Senai arada kalıyor; Erdoğan’ın koyu tonuna gönderme yapmak, ancak bunu genele yaymadan, bir cümlecik ile geçiştirebilmek. Başarıyor.

21. sayıda (Ekim 2014) Hür Senai kendini “cemaat” dışı konumlandırma gereksinimini duyarken, eklemeyi de ihmal etmiyor: “Cemaat adına çıkan dergilerin önemli bir kısmını takdir edelim.” (s.1) Aynı sayıda, bir başka Nurcu, Mücahit Bilici, islamcı ailenin ortak paydasına vurgu yapmayı önemsiyor: “Kemalizm kaba kuvvetle yerin üstünde (mesela bedenlerin üstünde: Şapka, kıyafet, harf, ulus devlet kurumları ile) yüzeysel bir devrim yaparken, Said Nursi sürgünde, hapiste, tek başına tutulduğu hücrelerde… kendi sessiz ve derin devrimini yaptı: Risale-i Nur’u telif etti…” (s.6)

Hür Senai 25. sayıda (Şubat 2015) kendini “agnostik Yahudi” olarak tanımlayan Lesley Hazleton’u övüyor. Hz. Muhammed’i çok iyi anladığını düşünüyor. Herhalde FETÖ’cüler içinde bunun altına imza atmayacak tek bir kişi bile yoktur. Aynı sayıda, Zeynep Ayşe, FETÖ simge ve mesajları içerdiği yazılıp çizilmiş olan, Mahsun Kırmızıgül’ün Mucize filmine övgüler düzüyor. (s.63-64)

30. sayıda (Temmuz 2015) bu kez Sivas katliamına Metin Altıok övgüsü üzerinden gönderme yapıyor: “ [Metin Altıok] hazin bir olayla hayata veda etmeden önce, kalplere saf bir emanet bırakıyor” diyerek, ondan iki dize yazıyor (s.4). FETÖ’nün Sivas söyleminin 2009’dan itibaren yumuşamaya başladığı, 1 Aralık 2012 tarihli Zaman gazetesinde Sivas’ın “katliam” olarak tanımlandığı, 2013’te, Gezi olaylarından sonra, 2007’de başlattıkları Alevi açılımını güçlendirme kararı alıp, Cami-Cemevi projesini hayata geçirdikleri, Abant toplantılarının 30.sunu (Aralık 2013) ise, Alevilik konusuna ayırdıkları biliniyor. Bu iklimin Sivas’a yaklaşımda belirleyici olduğu kesindir. Oysa, aynı dönemde, iktidarın 2009’da başlattığı Alevi açılımı, yelkenleri çoktan suya indirmiştir.

35. sayıda (Aralık 2015) üç ay önceki Kudüs gezisini anlatıyor. Yine araya sıkışmış bir cümle; bu defa “İsrail” bile demiyor: “Terör devletinin ateşli silahları, kaba kuvveti bastıramıyor kudsiyetin sesini.” (s.14)

Ve geldik 15 Temmuz sonrasındaki ilk sayıya: 43/Ağustos 2016.

Hür Senai’nin kalemi “FETÖ/PDY” tanımlamasına asla sempatiyle bakmıyor. “Belli ki o geceyi yeryüzü sayfasına “Âyetü’l-Kübra” diye yazmayı murad etti Allah” diyor; “Tank-apolet-silah”a karşı Allah inancına falan işaret ediyor; “Meydanlarda vatan nöbetimiz” den dem vuruyor ama, FETÖ demiyor.

Leyla İpekçi’ye yazdırması da anlamlı. Kendisi gibi, bir zamanların sıkı FETÖ’cüsü Leyla Hanım’ın soyadı FETÖ için başlıbaşına bir teminat ve dayanak değil miydi? FETÖ’nün en güçlü olduğu 2012’de türbana girdi; 2017’de yarısını açtı; 2018’de tamamını açtı (odatv, 11 Nisan 2018). Tesadüf mü?

Bu sayıda, Hür Senai bir ilki daha kucaklıyor: Osmanlı’yı. Malum, 15 Temmuz sonrasında artık saltanat rejimi kurmak farz hükmünde:

“Âdem’i (as) âleme halife yapan neyse, sultanları âleme sultan eden odur: Esma-i Hüsna. İslam medeniyetinin son örneği olan Osmanlı, adaleti ve nezaketi, cesareti ve zarafeti, esmanın anlamını hayata geçirerek gerçekleştirdi… Meselâ, Kânûnî Sultan Süleyman’ın “Muhibbî” mahlasıyla yazdığı şiirlerin iliğidir esma-i Hüsna…” (s.16)

Anladınız, değil mi?

Osmanlı, İslam medeniyetinin son örneğiymiş; adaletli, nezaketli, cesur ve zarifmiş, çünkü sultanları sultan yapan Rabbimin sevgisiymiş. Bu nedenle, Osmanlı din-iman yolundan ayrılmamış. En sağlam kanıtı da, sultanların yazdığı şiirlermiş.

Durum böyle olunca, Hür Senai düşünmüş olmalı: “Yeni bir sultan seçilse…”

Bu sayıdan itibaren Fatma Toksoy bir diziye başlıyor: “Sultanların eskimeyen dilinden ve Söz’e tutunan kalbinden akan esmalar”

İlk şanslı sultan Kanuni Süleyman. Hani, Sinan operasında var ya.

Fatma Toksoy politik nabzın ehillerinden olmalı:

“Ecdadımız Kânûnî Sultan Süleyman Han’ı torunları olarak hayırla ve Fâtihalar ile yâd ederken, Cenâb-ı Hakk’ın bizi nefsin karanlıklarına bırakmaması… duasıyla”

Ardından, hemen ulu sultanımızın eskimeyen dilinden örneklere geçiyor:

“Zulmât-ı nefs içinde koma dest-girüm ol

Rûşen kılup derûnumı ya Râb vir safâ” (s.21)

Ve Lakoz Bertan sahneyi şereflendiriyor: “O’nun Kokusunu İzledim” (s.46-50)

“O”, Allah oluyor. Allah’ı nasıl arayıp, bulduğunu anlatıyor. Bu konuda filozoflar değil ama Peygamber ona doğru yolu göstermiş. Dilde yanlış öğretiyorlarmış; “ben, sen, o” sıralaması bozukmuş, O, başa konmalıymış. “Etrafımda gördüğüm her şey, şu koskoca kâinat O’nun iziydi… Hakiki ve tek varlığın izi.” İşte, bizim bu “iz” imize, Latinler “est”, Almanlar “ist”, İngilizler “is” diyorlarmış.

Allah’ı arama sürecinde, önce biri abdest almayı öğretmiş, sonra eline Kelamullah’ı (Kuran) tutuşturmuşlar. Orada, “Kâle hum ulâ-i’ alâ eseri” diyormuş “ulû’l-azm bir peygamber.” Lakin, bizzat O’ndan duymak istediği için sayfaları çevirmiş ve sonunda bulmuş: “İnnâ nahnu nuhyî-lmevtâ ve nektubu mâ kaddemû ve âsârahum…”

Buraya kadar açık olmayan bir şey yok, değil mi? Anladınız.

Sonrası çorap söküğü:

“O’nun ardından yürürken ne vakit dara düşsem, yine O yardım etmemiş miydi bana? Kendisini daha iyi anlamamı sağlayacak ve Kelamullah’ı bana öğretecek bir muallim gönderdi! Uzun yıllardır piyano çalıyordum ve O’nun kitabının bir piyano metoduna benzediği gözümden kaçmamıştı. O sadece bilgi değil, aynı zamanda bir beceri kitabıydı zira. Nasıl ki piyano çalmak kitaptan öğrenilmezse, illa ki bir üstad gerektirirse, O’nun yolunda, izinde olmak için de, gönderdiği kitap tek başına yetmezdi… O üstad karşımdaydı… Üstadım, Efendim… Kelime-i mübareke bir melodi gibi dökülüyordu ağzından: “Dünyanızdan bana koku ve kadın sevdirildi” diyordu!”

Yani, Kuran piyano metodu gibidir ve onu öğretecek üstad Peygamberdir.

İyi de, konunun kadın ile ilgisi ne?

Orayı ben de tam anlayamadım. Adnan Hoca’ya sormalı.

Bu arada, Lakoz’un, Esma-i Hüsna’da başlayıp, radyo programlarında giderek artan dozda dolaşıma sokacağı Tevrat referansı ve İslam-Yahudilik ortak paydalığı söyleminin, damakta, FETÖ’nün İsrail ve dinlerarası diyalog aromasına epey benzer bir tat bıraktığı belirtilmeli.

Soru şu: Lakoz Bertan neden FETÖ darbe girişiminden sonraki ilk sayıda yazmaya başlıyor?

Hür Senai, FETÖ’yü, Nurcu kökeni ve düşünsel ekseni bağlamında benimseyen, ancak, siyasal açıdan Saray’ın alternatifi değil, tamamlayıcısı olarak düşünen biridir. İkisi arasında siyasal seçim yapmak gerektiğinde, elbette Saray’ı seçer. Çünkü kazanacak olan odur. Dolayısıyla, çıkardığı dergi de, FETÖ’nün düşünsel yaklaşımına mesafeli olmayıp, siyaseten Saray’dan yana tutum alanların mekânıdır. İşte, Lakoz’un, tam da, FETÖ demeden FETÖ kalkışmasının eleştirildiği sayıda birden zuhur etme nedeni budur: FETÖ’sel yakınlık imgesini siyaseten silmek ve Saray’a biat etmek.

Bir sonraki sayıda (44/Eylül 2016) Hür Senai yine FETÖ demeden darbe girişimini eleştirir. Lakoz’un bu sayıda da yazısı var: Aşığın İçinde Boşluk Yoktur (s.40-46). “Allah’ın selamı ve bereketi üzerinize olsun!” diye başlıyor.

45. sayıda (Ekim 2016) Lakoz Bertan, artık, Hür Senai’nin gözdesidir; onu kapağa taşır:

“Bu ayki kapağımızı yolculuğumuza yeni katılan aziz dost Bertan Rona kaleme aldı. Fâtır isminin her andaki, her mekândaki sessiz tecellilerini heyecanlı bir hikâyenin zarfında açıyor. Fıtratın “yazılı” bir emanet olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.” (s.1)

Esma-i Hüsna Nurcu dergisinin kapağını da, içeriğini de şenlendirinlerden Bertan Rona.

Lakoz’un yazısının başlığı aynen kapakta: Fıtrat: Gerçeğin Yarılışı, Aşkın Yâre Açılışı. (s.8-13)

Neler mi yazıyor?

“Hakikat gizlidir ve cennet en büyük hakikattir… Kur’ân-ı Azimüsşan Fâtiha Sûresi ile açılır… Açılmanın hepsi Fâtır’dan değildir. Bazısı Fettâh’ın tecellisidir… Allah sana inşirah versin. Zira inşirahın sonundaki h ile Fettâh’ın sonundaki h’nin hikmeti aynıdır… Esma Allah’ın tefsiri, Kur’ân ise esmanın tefsiridir… Tekvin dürer, infitar saçar; Allah’a ve hakikate bir yol açar.”

49. sayı (Şubat 2017); Lakoz Bertan’ın, “Hepinize selam eder ve “Bismillah” diyerek girizgahıma başlarım” cümlesiyle açılışını yaptığı, Bir Gün Bir Yağmur Yağacak… başlıklı yazısı (s.24-29):

“Hâdi olan Allah’tır… Mudill olan da O’dur… Şeytanın vazifesi saptırmaktır ama onun “mümin kullar üzerinde hiçbir gücü bulunmaz.” Peygamber’in vazifesi hidayet etmektir ama “Allah dilediğine hidayet eder.”

Devamında, DOB bünyesindeki bir isim olarak, son derece işlevsel ve yararlı bilgiler vermeyi de asli görevleri arasında saydığı görülüyor:

“Günahlarımızın melekûttaki yansımasını, onların kirini” göremiyoruz. Lakin bu “pislik”leri temizlemeye “çok ama pek çok” muhtacız.

Nasıl yapabiliriz?

Basit:

“Cârûb-i lâ ile! Yani “lâ süpürgesi” ile. Lâ süpürgesi demek, “Lâ ilahe illâ Allah”demek; bu kelime-i mübarekenin başındaki “lâ” ile her fazlalığı ve pisliği temizlemek” olası.

51. sayıda (Nisan 2017), “Selamun Aleyküm!” diye başladığı, Doğru Perdeyi Bulmak yazısında (s.16-21), alaturka müzik ile uhrevi/ilahi alanın ilişkisine dikkat çekiyor:

“Selamun Aleyküm!” diye başlayan yazı, elbette doğru perdeyi bulur.

“İlk parça Abdülkadir Meragi’dendi. Son derece sanatlı ve ağdalı olan bu parçayı dinlerken, düşüncelere daldım: “Allah, Semî’dir” dedim kendi kendime. Bizler, onun bu isminin iktizasınca duyuyoruz. Müzisyenler de öyle. Onlar, belki de aramızda Semî’ ism-i şerifinin en kuvvetli zuhur mahalleridir. Hele bestekârlar!”

Söyler misiniz, Sinan librettosu bu san’atkâr mütefekkirimize gitmez de, kime gider?

[email protected]

YARIN: TEK KURTULUŞ YOLU: ALATURKA VE CAZ (7)