Seyrüsefer

Hayatlarımız upuzun, en uzun geceler gibi bir seyrüsefer içinde, diye yazasım geliyor. Pek beğeniyorum şu “seyrüsefer” sözünü ve buna yazdığım cümleyi. Seyrüsefer, seyrüsefer, seyrüsefer dedikçe söz uzayıp kısalıyor, daralıp genişliyor, büzülüyor. Tam sessizleşti, derininde kayboldu  derken birden kükrüyor; acayip. Hem pek bir imgesel hem soğuk metalsi bir tat bırakırcasına gündelik yaşamdaki gerçek ve mecaz anlamlarıyla canavarca gülümsüyor. Hepi topu “trafik” demekmiş TDK’de.

Onu külahıma anlatın. Seyrüsefer, seyrüsefer, seyrüsefer… Çok güzel bir müzik parçasının yakanızı bırakmaması gibi. Şiirde en çarpıcı dizenin sizi teslim alması gibi “seyrüsefer”. Demiryolcu bir babadan süzülüp gelmiş.  Seyrüsefer. Demiryolcu babalara en başta ve alınterinin onuruyla yaşayan tüm babalara kocaman; çok büyük sarılmak duygusu veriyor mesela. Ama bir ışık çakımı yanıp sönüyor bu duygu. Sonra.

Sonrası elimde mum, ehramların en derininde bir parça gün ışığı aramaya çıkmışım sanki dimdik yürüyorum. Seyrüseferdeyim. El âlem umrumda mı. Mehmet Barış’ın yoldaşlığında bir orayı yokluyor, bir burayı zorluyor, el yordamıyla, elimdeki mumun nazlı nazlı titreyen ışığıyla yanımı yönümü görmeye çalışıyorum. Yekpâre bir tarih uzanıyor önümde arkamda. Kaybolmuşum gibi hissediyorum kimi zaman. Tut ellerimi diyeceğim,  ama kime sorusu havada asılı kalıyor. Yapayalnız, çaresiz, bitkin ve buruk hissettiriyor bu en uzun geceler. Bir başına, ıssızında kalakalmış gibi dertleniyorum hani. 

Zaman, diyorum. En müthiş tokat, en sert öğretmen, en tavizsiz baba. Zeytinin yeşili zaman, buğulu bir anne bakışı, merhametle okşuyor saçlarımı kimileyin. Rahatlatıyor. Huzursuzluğum ılık sularında dinginleşiyor. Nardugan: doğan güneş. Yıl dönümleri, doğan güneşlere yaslanarak geçirilir zaten. Başka ne anlamı var ki? O halde,  “zaman ne ki” diye soruyor  Mehmet Barış.  “Gümüşlü su”lardan, “sütü çekilmiş sözcüklerden”, “martılara denizlerden şal” takmaktan açıyor lafı. Bir yanıtı var zannediyorum. Kulak kesiliyorum yürüdüğüm karanlık merdivenlerde. Bir yanıtı var belli.

“Paldır küldür geçiyor zaman

sabahım keklik, gündüzüm üveyik,

uzansak bulutlara değer elimiz

bende kal…”

deyince seviniyorum.  Gitmemek lazım demek ki diyor bir yanım.

“Eylülün bordasına çarpıyor lacivert sular

balık yokmuş, bana ne…

denizi tutuyorum seninle

bende kal…”

Garip bir duyarlılık gelgiti bu aralar bendeki. Hani olmayacak yerde demir gibi hissiz ve soğukken. Olmayacak yerde sulu sepken oluyorum, acayip. Nardugan öncesi demek. Seyrüsefer akmakta. Akçamlar arıyorum, Aralık karanlığına inat. Sinir oluyorum Anneannemin manişiirlerini toparlayamadım yaşarken diye. Bir ezginlik içimde. “Bitmeyen işler yüzünden” “yarınlara bırakılan sevgiler”in gülle gibi ağırlığını omzumda hissetmekten nefret ediyorum. Ama  şair:

Aysızmış gece, bana ne.

elim yüzüm üstüm başım yakamoz

bırak derinlerde kalsın çapamız

bende kal…

deyince duruluyorum. Sakinliyorum. Üstelik radyodan ajans haberleri değil de “if you go away” şarkısı fonda başlayıverdi şimdi. Hadi bakalım. Evren emrimde sanki. Her tür börtü böcek ve konuştuğum ağaçlar fısıldıyor. “Kal…” diye.

Gerçekten mi?

Dedim ya, yanardönerim, başka hangi sözcük karşılar hallerimi.

Güneşi geri vermiyor diye Tanrı’ya öfkeliyim.  Mecburen bırakıp kendimi Nardugan ritüellerine teslim olacağım. Oluru buymuş meğer. Üstelik iri laflar edesim var. Saçmasapan sıçrayasım, kösnül kahkahalarımla çınlatasım, korku salasım. Meşum kadınlığıma bürünüp bir Amazon gibi erkek canına kıyasım kıyasım…

İçlerdeki uyuyan kötülüğü ortaya çıkarıyor demek en uzun gecedeki zifir. Memleket ölmeye yatmış. İnsanlık sürünüyor, görüyorum içinde ben.  Hâlâ karanlık bir ehramda yürümekteyim, mumun cılız ışığını ha söndürdü ha söndürecek karanlığın nefesi, biliyorum. Avuçlarım yanıyor korumaya çalışmaktan nazlı alevi.

“Şimdi

bana bakma öyle

yine çocuklar için uçurtmalar yap

varsın yarılsın gökler öfkesinden

nasıl olsa sonu ebemkuşağı”

diye fısıldadığında şair. Göneniyorum. Utanıyorum da. “Sözün de bir namusu var” değil mi?

“Gelirsen bir tıklat penceremi

istersen bir keklik sabahında gel

üveyik kuşluğunda eğer istersen

elimin utancıyla yaşatma beni”

Yalınlıktan gelen gücü var dizelerin. Yalınlıkta gelen derinlik çetrefilli yollara sapmadan doğrudan yüreğime gidiyor. Yüreğim elimde seyrüseferdeyim.

“Ten doğru söyler demiştin, tin gölgesidir tenin

biz bulmadan önce de şarap vardı üzümde

mermerdeki heykeli görmek biraz da emek ister

ten doğru söyler”

Ten doğru söyler, katılıyorum. Ancak Ferhat’ı da unutmamak gerek. Onu da çağırın. “Ferhat da gelsin” diyor Mehmet Barış. Ne güzel bir kitap adı hakikaten.  Hem buyurgan, hem merhametli, hem sevgi dolu şefkatli. Ferhat’ım  sabırsızlanıyorum sofraya oturmak için. Şölen ateşleri karşısında güneşin doğuşunu kutluyormuşuz gibi en uzun gecede. Büyülü bir neşe içinde. Bak şimdi de iyicilliğe kestim, menevişlenen apak süt gibi. İyilik bulaşıcı; sadece kötülük değil.

Şiir de bulaşıcı iyilik taşırdığında içinden.

Şiirin gücü bu.  Dolaştırıyor sizi dolu dizgin. “Lacivert bir deniz” den, “gümüş bir yol”dan “beyaz yelkenli”nin salınışına götürüyor.  

Bunu söylemesem olmaz dedirtiyor.

Ne güzel.

Yazı uzun oldu, biliyorum. Biliyorum da bir şiiri alsam buraya  diğerinin gönlü kalıyor. Ne yapayım. Son olsun. Ama üzülmesin diğerleri “Aşı” mesela, üzülebilir.  Okuyun madem. Okuyun.

Ama bir yeni yıl armağanı vereyim, durun, gitmeden.  Yazının kapanış şiiri olsun armağanınız.

Bir kez daha ve hep söylüyorum bunu (Neruda’ya selam mı?) “Şiir yazanın değil, ihtiyacı olanındır ”madem. Buyrun o halde. 

Daldaki son zeytin tanesiyim

çırptılar, düşmedim.

Ne çekiç ne mengene

ben gülistan isterim.

Vakit geldi, on ikinci aydayım.

Oldum! Gel!

Kızıl kuşum, otuz kuşum, Zümrüd-ü Anka’m

Kafdağı’ndan aşır beni, yurduna düşür.

Oldum!

Gel!

Hamiş: Mehmet Barış’ın bu yazıda geçen şiirleri Hem Eylül Hem Deniz, Ferhat da Gelsin, Yaprağın Ardı Kiraz’dan alındı. Şairin kitapları Yaba yayınları tarafından basıldı.