Düşünme ve eyleme bütünlüğünde yaşayanların yalınlığı büyülüyor beni. Yol ayrımında kararsız ve hareketsiz kaldığımda kulağıma fısıldayan onlar, o cadılar, Hızırlar, bilge yaşlılar…

Yollar, kavşaklar, izler…

Kasım yağmurları başlıyor. Günler kısalıyor, geceler uzuyor. Dünya’nın dönme ve dolanma hareketi içinde biz de dönüp duruyoruz. Dünya zamanında ufacık bir çizik ve işte 2023 Kasım’ındayız. Aralık biter ve gelir 2024. Nedir insan? İnsan nedir? Bir kedi nedir mesela? Dolanma döngüsü içinde bir kedi, neşe kaynağı, kedinin gözleri iri iri açılmış. Bir kediyle karşılaşma. Bir insanla karşılaşma. Bir romanla, bir filmle, bir dostla, bir şarkıyla, bir çocukla. 

Her temas iz bırakıyor. Bazen hemen anında bazen de içimizdeki kuyuya ata ata biriktirdiğimiz; kimi zaman taşıyor, köpürüyor, coşuyor. Buluşmalar, söyleşmeler, tanışmalar, dertleşmeler ne tatlı. Güzel bir sohbetin ya da heyecanlı ve kıran kırana bir tartışmanın arkasından gelen canlılık insana ne iyi geliyor. 

Kozmik zamanın içinden açılan bir kapı, bir soluklanma arası. Bir mola diyelim örneğin, moladan sonra yeni bir başlangıç. Her yıl sonu hesap defterleri gibi kabaran bin bir düşünce, proje, plan program bekler bir çekmecede. Aslında çekmeceden daha derin ve ahşap oymalı bir sandıkta bekler hesaplaşmalar, sorgulamalar, üretimler, yazı çizi taslakları, düşünce balonları, ışık tozları, “eureka! eureka!” haykırışları, gıpta edilen insanlar, egoyla, süper egoyla konuşmalar... 

İşte bu gezintiler içinde yol kavşakları bekler zaman zaman. Hangi yöne gidecektir bu yolcu? Sağa mı? Sola mı? Yoksa hiç kıpırdayamayacak tek bir adım atmayacak mıdır? Aynı mızmızlık içinde hiç hareket etmeden yalnızca söylenerek 1 (BİR) koca yılı ya da Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi yani dolanması demek olan 365 gün ve 6 saati yine aynı tekdüzelikte ve hareketsizlikte mi geçirecektir giderek pörsüyerek, sarkarak, gevşeyerek? 

Bu kavşaklar, bu yol çatalları nereye götürür seni? Aramak istersen gidersin, bulmak istersen biraz daha, biraz daha zorlarsın kavşağı, kilitli kapıları açmak için güç bulursun, korkularını susturur, macerayı bilgeliğe dönüştürecek taşlar toplarsın heybene.  

Ama önce harekete geçmek gerek. Düşünce ve eylem birliğine inanmak, buradan doğacak aydınlanmaya teslim olmak gerek. 

Derken derken Hızır gibi yetişir mesela Elisabeth Dmitrieff. Komün’de, feminist ve komünist bir kadındır kendileri. Daha 21 yaşında iken neler yapar, neler yapar… (Bir öğretmenimiz vardı lisede, yüzü bir sis perdesinin arkasında ancak bize her kızdığında “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.” derdi. Gülümseyerek kurduğum bir önceki cümleye baktığımda bunu hatırladım sevgili okur. Niyetim seni ezmek, geç kalmışlığını, tembelliğini, ertelemeciliğini, sarsaklığını yüzüne vurmak değil. Üstelik zaten nihayetinde benzemiyor muyuz birbirimize?) 

Elisabeth Dmitrieff demiştim, Komün’de Kadınlar Birliğinin kurucusu. Rusya’dan İngiltere’ye I. Enternasyonal’in delegesi olarak gidiyor önce sonra Marx’la tanışıyor.1871’de ise istikamet Komün’ün Paris’i. 

 “Elisabet hayret verici ölçüde sıkışık bir zaman dilimi içerisinde, dönemin en önemli iki siyasi düşünürü Marx ile Çernişevski arasında bir hat çekmeye ve bağlantı kurmaya girişmiş. Bunu iki şekilde, hem teoride hem de eylemde yapmış. (…) Dmitrieff’i Saint Petersburg’dan Cenevre’ye, oradan Marx’la buluşmalarına oradan da Komün faaliyetlerine taşıyan yola düşmeye iten belki de tek etken, küçüklüğünde Çernişevki’nin Petropavlovsk Kalesi’nde devlet aleyhtarı faaliyetleri yüzünden hapsedildiği sıralarda dört ayda yazdığı bir romanı okumuş olmasıydı. “Ne Yapmalı?” (1863) adlı bu roman veya anti-roman –ileride Lenin bu başlığı da ödünç alacaktı- Dimitrieff’e takip edilecek bir senaryo vermişti. Onu ailesinden kurtaran anlaşmalı evliliğin ilhamını bu kitaptan almış, bu sayede aldığı mirası Narodnoe Delo’yu kurmak için kullanmış ve Enternasyonal’in Rus şubesinin kurucu üyelerini listeleyen belgede imzasının göründüğü Cenevre’ye yine bu sayede gidebilmişti. (…) Çernişevki, Dmitrieff’in dâhil olduğu eğitimli genç Ruslar kuşağı tarafından tekrar tekrar okunan bu romanında Vera Pavlovna’nın tam da böyle bir özgürlük hamlesinde bulunmasını anlatır.” (35)

Düşünmeden edemiyor insan, yüz elli yıl öncenin insanları çok daha mı muazzamdılar bizlere göre? Tarih yapıyorlar, tarih yaşıyorlar, ülkeleri aşıyor, üretiyor, yazıyor, değiştirmek için değişiyorlardı. Yıldızların parladığı anlar mıydı o zamanlar? Devam edelim Kristin Ross’un muhteşem kitabına…

“Komün’ün en civcivli zamanlarında, 11 Nisan’da kurulan Paris’in Savunulması ve Yaralılara Yardım için Kadınlar Birliği hızla büyüyerek Paris’in neredeyse bütün arrondissement’larında her gün komiteler kurdu. Komünün en büyük ve en etkili organı hâline geldi. Geçici konseyi Dmitrieff ile yedi kadın işçiden meydana geliyordu; farklı kesimlere ait üyeleri arasında ağırlık tekstil işlerinde çalışan kadınlardaydı: dikişçiler, çamaşırcılar, terziler, kumaşçılar. Kadınlar Birliği, bazı açılardan kadın emeği hakkındaki, 1868’deki ilk halk toplantılarında tartışma konusu edilmiş birçok soru ve soruna verilen pratik cevap olarak görülebilir. Nasıl söz konusu toplantılarda özel mülkiyete son vermek gibi geniş erimli teorik hedefler ile kömür ve odun bulmak gibi dolaysız kaygılar arasında gidip gelinmişse, Birlik de bir yandan kendini doğrudan mücadelenin gereklerine göre ayarlayıp ambulans hizmeti verme, barikatlar için kum torbası hazırlama ve barikatlarda çalışma gibi ihtiyaçları karşılarken, bir yandan da kadın emeğini bütünüyle yeniden düzenleme ve toplumsal cinsiyete dayalı ekonomik eşitsizliğe son verme tasavvurları geliştiriyordu.” (39)

Dmitrieff şöyle sesleniyordu, “Bizler iş istiyoruz, ama ürününü elimizde tutacağız. Artık sömürücülere yer yok, efendilere yer yok. Herkese iş, herkese refah.”

Madame Elisabeth Dmitrieff’e Kadınlar Birliği’nin Genel Kurulu’nda “Paris yurttaşlığı” ünvanı veriliyor. Zaman-mekân genişliyor, evrensel niteliklerle, kozmik zamanın kıyısında bir ışık çakımı göz kamaştırıyor. Kasım’ın yağmuru, fırtınası ve bir 25 Kasım ertesi ve 2023’ün son günleri, uzakta belki de yakında kavşaklar, yol ayrımları öylece duruyor. Kendi hayatının şiirini yazmak, gibi şairanece cümleler geliyor aklıma. Saygıyla eğiliyorum, selam yolluyorum, duygulanıyor, ilham alıyor, hatırlamak, unutmamak istiyorum. 

Düşünme ve eyleme bütünlüğünde yaşayanların yalınlığı büyülüyor beni. Yol ayrımında kararsız ve hareketsiz kaldığımda kulağıma fısıldayan onlar, o cadılar, Hızırlar, bilge yaşlılar…

İyi ki varlar, Dünya hep bu kadar çirkin olmadı ki…

Kristin Ross (2016). Ortak Lüks. İstanbul:Metis