Vergileri Kim Ödüyor

Geride bıraktığımız hafta içerisinde iki sorun medya tarafından sıklıkla gündeme getirildi. Bunlardan birincisi TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu'nun Bankaların kredi musluklarını kesmesine ilişkin tedirginliğini Başbakan'a söylemesiydi. İş çevrelerinin, özellikle küçük ve orta boy üreticilerin kredi talepleri red ediliyordu. Küçük bir kredi için akıl almaz teminatlar isteniyordu. Faizler %90'lara (Bileşik faiz olarak) ulaşabiliyordu. Bankaların cafcaflı ilanlarla, süsledikleri %1.99 faiz oranları aylıktı ve bileşik faizdi. Diğer yandan %4-5 dolayındaki aylık kredi kartı faizleri yıl içinde inanılmaz boyutlara ulaşabiliyordu. Kısacası şikayetler haklıydı. Tartışılan ikinci konu ise vergi sisteminin bozukluğuydu. Yeni açıklanan 2008 yılı vergi geliri 168 milyar 987 milyon düzeyine erişmişti. Ne var ki gelir ve kurumlar vergisinin toplamı 55 milyara ancak ulaşmıştı. Bu miktarı beş yüz bini aşkın kurum ödemişti. Kurum başına düşen vergi miktarı 30223 TL gibi gülünç bir düzeydeydi. Buna karşın KDV, ÖTV ve diğer dolaylı vergiler ise 67 milyar lira getiri sağlamıştı. Sanayii, Ticaret ve diğer sektörlerde faaliyet gösteren tüm işyerlerinin ödediği vergileri bir biçimde ürettikleri ve sattıkları ürün ve hizmetlere yansıttığı düşünülürse vergi yükünün kimlerin sırtına bindiği ortaya çıkmaktadır.

Osmanlı'dan günümüze vergi sistemimiz bir türlü rayına oturmamıştır. Prof. Niyazi Berkes'in altını çizdiği gibi Osmanlı Devletinin Maliye'si savaş ganimetlerine dayanmaktaydı. Bunların yanı sıra çok sınırlı bir alanda etkin olan vergiler, resimler söz konusu olabiliyordu. Maliye kurumu hemen hemen yok sayılabilirdi. Tahsilât yetkisi ihaleyle "Mültezim" denilen kişilere verilir ve peşin alınırdı. Mültezim'ler ise verdikleri bu miktarın daha fazlasını devletin kolluk kuvvetlerine dayanarak zorla, işkenceyle, mal'a, mülke el koymayla toplardı. Bu sistem taşrada ayan, ağa, hanedan denilen bir çok "derebeyi" yaratmıştı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Sadrazam Âli Paşa ve Keçecizâde Fuat Paşa Sultan Abdülaziz'e yazdıkları arıza'da vergi tahsilâtının yabancı şirketlere verilmesini bile tavsiye etmişlerdi. Bu öneri "Düyûn-u Umumiye" idaresinin etkin olduğu dönemde dolaylıda olsa gerçekleşmiştir.

Maliye hocamız Prof. Neumark'ın bizlere öğrettiği temel kurallardan biri vergi sisteminin gelir düzeyine oranla artan vergilere (Müterakki gelir ve kurumlar vergisi) dayanması gerektiğidir. Adil olan budur. dolaylı vergiler ise vergi adaletini bozar. Oysa bugün bu temel öğe Türkiye'de geçerli olmadığı gibi, son günlerde çok sözü edilen ABD vergi politikasında dahi göründüğü kadar etkin değildir. Ve de geri dönüşlüdür. Önemli olanda bu geri dönüş sistemidir.

Ödenen verginin, satın alınan mal, hizmet vb. yollarla tüketiciye yansıtılması üzerinde ısrarla durulur. Böylece vergi mükelleflerinin ödediği vergiyi yansıtmasının mahzurları tartışılır. Hatta liberal ekonominin takipçileri serbest rekabet piyasasının bu adaletsizliği giderdiğini öne sürerlerdi. Bu sav sadece göz boyayıcı bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. 1929 bunalımından sonra kamunun yani devletin devreye girmesi yeni bir sorunu ortaya çıkardı. Piyasayı canlandırmak için şirketlerin üzerinde vergi yükünü azaltmak gerekiyordu. Oysa artan kamu harcamalarının karşılanması zorunluydu. Dolaysıyla tüketimden alınacak dolaylı bir vergi sistemi yaratıldı. Böylece ABD'de "Federal" ve "Eyalet" temelinde iki alışveriş vergisinin temelleri atıldı.

Alış veriş vergisi diye tanımlayabileceğimiz tüketim vergilerinin etkinliği 1970'li yıllarda yükselmeye başlayan neo-liberal ekonomi politikasıyla daha da arttı. Reagan- Theacher ile simgeleşen bu ekonomik uygulamada kamu ekonomik kurumlarının "özelleştirilmesi", "sosyal devlet harcamalarının" kısılması, sermaye kazançları üzerinden alınan vergi oranlarının düşürülmesi, tüketim anında alınan vergilerin arttırılması temel eğilim olarak karşımıza çıktı. İngiltere'de İşçi Partisinin Beveridge planı, Bevan ile başlayan Harold Wilson'a kadar uzanan kanunun elde ettiği ekonomik varlıklar Theacher tarafından adeta sıfırlandı.

Türkiye bu sermayeden yana esen rüzgara Turgut Özal'la birlikte katıldı. Önce KDV (Katma Değer Vergisi) ile tanıştık. Başlangıçta anlayamadık, sonra gözümüz açılmaya başladı. Kemal Sunal'ın "Şaban" filmlerinden biri KDV'yi ele alır ve ince bir mizahla sergiler. Kemal Unakıtan'la ÖTV ile tanıştık. Hesapça bu lüks tüketim mallarının alış verişine dayanan bir vergiydi.Ama zamanla hayati mal ve hizmet alımlarına kadar genişledi. Böylece vergi politikası, denetim sisteminin işlememesi sonucu artan eksik beyanlar vb yoluyla tam manasıyla emekçi halkın sırtına bindi. Medya yenilerde bunu gördü ama gene de gerçekleri tam yansıtmıyor.

Bir ülkenin millî gelirinin paylaşımında liberal ekonomiye göre dört ana grup vardır:

Girişimci + Sermaye + Rant + Emek

Bunların payları ise kâr, faiz, kira ve ücret olarak karşımıza çıkar. Bu paylardan kamunun aldığı pay ise vergidir. Ne var ki yukarıdaki payların miktarı pek yayımlanmaz, sektörel paylar hakkında bilgimiz vardır. Sistemin sadece sermaye ve servet'e çalıştığı ustalıkla gizlenir. Tek üretken değer emek tarafından yaratılmasına karşın paylaşımda en küçük pay ona düşer.

Sistemin çarkları sermaye ve servet lehine çalıştığı gibi vergi politikası da o doğrultuda işler. Vergi yansıtılan bir yüktür. Buna daha önce de değindik. Aldığımız her ürün ve hizmetin fiyatı içinde işyerinin ödediği verginin yansıdığı bir miktar bulunur. Bunun yanısıra, neo-liberal politikaların daha bir yaygınlaştırdığı bir dönüşüm işlemi de yer almaktadır. Şöyle ki sermaye ve servet vergilerinin oran olarak düşürülmesi kamu harcama açığını yaratır. Bu açığın karşılanması için devlet borçlanmaya gider genellikle yüksek faizli hazine bonoları ihracıyla gerçekleştirilir bu borç Bonoları alan sermaye ve servet sahipleri, aldıkları bonoların faiz getirisi ile ödedikleri vergileri geri alırlar. Bu ödenen vergilerin dönüşümüdür.

Sözün özü, sermaye ve varlık sahipleri (servet) vergi ödemez. Öder görünür. Verdiklerini yansıtır, devlete borç vererek onun faiziyle geri alır, kâr'a geçer. Finans sektörü bu dönüşümde aracı rolünü üstlenir. Bu bağlamda bankalar niye esnafa, kobilere kredi versinler. Onlar için en güvenli yol "devlete açılan kredi"dir. Getirisi bol ve geri dönüşümü güvenli.

Medya bu büyük transferin ancak ucundan tutar. Anlatmaz. Açıklamaz. Sırası gelince vergi rekortmenlerini ilan eder, alkışlar, söyleşilerle yüceltir. Bir acımasız oyun böyle sergilenir. Ünlü tekerlemedir. "Rabbena hep bana"