Problemi Doğru Çözmek

Matematiği ve de düşünmeyi sevmeyen bir ulusuz. Ezberletileni bir nâs gibi tek doğru gibi beller tüm yargılarımızı ona dayanarak veririz. Çevremizde, ülkemizde, daha da sonra dünyamızda olup bitenler hiç ilgimizi çekmez. Cuma vaazları ve de televizyon programları düşüncemizin boyutlarını çizer. Ne yazık ki birçok ülkede de durum aynı. İleri uygarlık diye nitelenen ABD için de yukarıda yazdıklarım aynen geçerlidir. Ferhan Şensoy, İstiklâl Caddesi'nde Nazi subayı üniformasıyla kimlik sorduğunda hemen herkes, kuzu kuzu, nüfus kâğıdını göstermişti. Kimse üzerindeki üniformayı irdelememişti. Çünkü ezberlerinde üniformalılar kimlik sorar kanaati vardı. Öğrenmek bizi korkutuyor. En ağır hastalar bile hastalığının nedenini öğrenmemeyi yeğler. Duymak istemez. Bilmek istemez.

Matematik, sahip olamadığımız doğru düşünmenin anahtarıdır. Mantığın temel öğesidir. Kullanmamız gereken düşün yönetiminin ana tuğlasıdır. Son günlerdeki olayların yarattığı karmaşık bilgi kirliliği bana yeniden "yöntem" seçiminin ne denli önemli olduğunu anımsattı. Geride bıraktığımız hafta sonunda iki açıklama buna neden oldu.

Birinci açıklama Merkez Bankası'ndan gecelik faiz oranının iki yüz baz puan indirildiğine ilişkindi. Bu karara göre gecelik faiz, yatırmada % 13, çekme durumunda da % 15 dolaylarına indirilmişti. Borsamız olayı sevinçle karşıladı. Fakat böyle bir indirimin ekonomik bunalım yönünde etkisinin beklendiği boyutta olup olmayacağı tartışılmadı. Çünkü faizin bir likidite ayar düğmesi gibi kullanılması neo-liberal ekonomi kuramının temel gereklerinden biridir. Neo-liberal ekonomi öğretisini tek doğru olarak kabul ettiğimizde alınan bu karar yerindedir. Fakat sorunu Marx'ın eleştirel yaklaşımıyla ele aldığımızda faiz oranının krizi aşmada beklendiği ölçüde etkili olamayacağı açıktır. Belki finans sektörünün fonlanmasını kolaylaştırır, ama orada kalır. Bu sektörün kolay kâr getiren fonlardan vazgeçip reel kesime kredi açmasını sağlamaz. Yani ne yurtiçi talebe yönelik üretimi artırır, ne de piyasayı canlandıracak bir tüketim eğilimi yaratabilir.

Bugünkü ekonomik krizin temelinde açgözlü ve pervasız bir genleşme yatmaktadır. Kapitalizm bu noktaya adım adım gelmiştir. Kerelerce yinelediğimiz gibi J. B. Say'in kuramı uyarınca, her ürün kendi talebini yaratır hipotezi "Serbest Rekabet Piyasası" dediğimiz piyasaların genleşmesiyle etkinlik kazanabilmiştir. Bu bağlamda piyasaların ulusal sınırları aşması gereği ortaya çıkmış ve 19. yüzyılın sonunda "Emperyalist Aşama"ya varılmıştı. Birinci Dünya Savaşı bu genleşmenin gereğidir. O nedenle paylaşım savaşı olarak nitelenmektedir.

Ne var ki savaş sonrası beklenen piyasa genleşmesi olmadı. 1929 bunalımının oluşum nedeni bu noktadır. ABD, New-Deal politikası ile, İtalya, Almanya ve Japonya ise faşist diktatörlüklerle kamu yatırımlarını artırarak "Talep" genleşmesine öncelik verdiler. Kamu ve Özel tüketime yönelik genleşme, 1950'den 1970'e kadar birçok küçük ve de büyük ölçekli savaşa, silahlanma yarışına karşın 1970'li yılların başında Vietnam yenilgisiyle son buldu. Bu yenilgi ekonomide Keynesgil yaklaşımın da nihayetini hazırladı. Bu kez parasal genleşme sistemin kendini yeniden üretmesi için hedef haline geldi. Küreselleşme, 1990'dan sonraki tek kutuplu sistemin adı oldu. Bu kavram 1940'lı yıllarda ABD Başkanı F. D. Roosevelt'in "Tek Dünya" ütopyasının da türevi sayılabilir. Neo-liberal ekonomi kuramı pervasız bir parasal egemenliği hedeflemişti. Nitekim 1970'lerin başındaki uluslararası rezerv (dolar vb) paraların altın standardını terk etmesi, özellikle doların küresel egemenliğini gerçekleştirmiştir. Fakat bugün karşı karşıya kaldığımız likit ve yarı-likit varlıkların ulaştığı düzey denetlenemeyen bir "Frankeştayn" görünümündedir. Türkiye Merkez Bankasının faiz oranını düşürmesi uluslararası rezerv para olarak nitelenen Dolar ve Avro'nun yararınadır. Bu olgu kısa bir süre içerisinde görülecektir. Ne var ki önde gelen bir bankamızın genel müdürü vb. gibiler, kararı coşkuyla alkışlıyorlar.

Geride bıraktığımız kırk yıl, özellikle son yirmi yıl, küreselleşme diye yüceltilen bir ekonomik istilaya tanık oldu. Türkiye 24 Ocak 1980'den sonra küresel kapitalizmle hızlı bir kenetlenme süreci yaşadı. Ticari, mali ve hizmet akımına ultra bir serbesti tanıdı. 1980'den önce ülke ekonomisini bir anlamda ayakta tutan tüm kamu iktisadi varlıklarını yok pahasına (babalar gibi) özelleştirdi. Ülkeyi ekonomik anlamda savunmasız, iktisadi krizler anlamında kırılgan hale getirdi. Böylece, ekonomik krizle birlikte, kendi halkını ve emekçilerini koruma olanaklarından yoksun kaldı. İstihdam düzeyini yükseltemiyor, hızla artan işsizliği önleyemiyor. Çünkü bu bağlamda kullanacağı tüm kamu iktisadi kuruluşlarını kaybetti. Özel kesime işçi çıkartmaması için rüşvet veriyor. Bu yöndeki teşvikleri böyle nitelememiz doğru olur kanısındayım. Kısa süre önce Özal'ın vizyonuna alkış tutanlar, bugün yığılan işsizler ordusu karşısında şaşkın. Çareyi ne yazık ki gene neo-liberal reçetelerde arıyorlar. Oysa bugünkü problemin tanısını ve çözümünü ancak Marksist ekonomi politiğin, kapitalizme yönelik eleştiri oklarının izlerini sürerek bulabiliriz. Yani sorunları ancak doğru yöntemle analiz etmemizin ve tanımlamamızın yolu budur.

Diğer yandan gerçek işsizlik bilgilerine ulaşmanın yolu da uygulanacak yönteme bağlıdır. Bugün kullanılan işsizlik tanımı yanlıdır, dolayısıyla yanlıştır. Değindiğimiz tanım, kişinin son dönemde (bu dönem üç ile altı aya kadar da uzayabilir) bir işte çalışıp çalışmadığının, eğer çalışmadıysa iş arayıp aramadığının sorulmasına ilişkin yanıta dayanır. Bu durumda uzun süre iş arayıp bulamayan, sonuçta bulma umudunu yitirdiği için iş aramadığını söyleyenler işsiz sayılmaz. Sürekli bir işi olmayan ama geçici işlerde çalışanlar ise işi var kabul edilmektedir. Öte yandan gizli işsizler de gene işi var olarak bu rakama eklenmektedir. Yani TÜİK'in bulgularında işsizlerin sayısı gerçeğin altındadır, istihdam edilenlerin sayısı ise gerçeğin çok üstündedir. Böylece Türkiye'nin en önemli üretim gücünün yani emeğin kullanılmadığının üstü örtülmektedir. Temel insan hakkı olan çalışma hakkı da ihlal edilmektedir. Dolayısıyla neo- liberal ekonomik kuramın gözlüğü ile yapılan değerlendirme ve buna dayanan çözümler de yanlış olmaktadır. Sözün özü, gerçeğe ancak doğru yöntemle ulaşabiliriz. Önümüzdeki dönemde bu konulara çok değineceğimizi biliyorum. Ne ki neo-liberal ekonomi ve onun dayandığı düşün yapısının adım adım bir 'ekonomik kıyamet'e gidişini görürken, bu gibi yinelemeler kaçınılmaz olacaktır.