Bayram Bitti

Üç ayları yaşadık, oruçlar tutuldu teravi namazları inancın verdiği ruhani bir huzurla kılındı türbeler, kutsal emanetler ziyaret edildi bu arada şaraba yönelik fermantasyon sürecinin bir aşaması olan sirke (diğeri şıra'dır) ile orucunu açan Oruç Baba'nın türbeside televizyon kanallarının rağbet ettiği törenlerle tavaf edildi. Sirke ile oruçlar açıldı. Nihayet adının tartışmaya açıldığı bayramı da idrak ettik. O da bitti. Ne var ki küresel evrende kırk yıldır "finansal simyacılıkla" bir bayram havasıyla yaşanan finans kapitalin pembe rüyası da kâbusa dönüşerek sona erdi. Şimdilerde kurtarma ekipleri iş başında, fakat kısmi bir durağanlık sağlansa da küresel kapitalizmin arabasının freni kolayca tutmayacak vitesi boşalmış bir halde, hızla yokuşu inecek. Bu iniş ilk anda, belki, bir çöküşü simgelemese bile sonuç hiçte iç açıcı gözükmüyor.

Geçenlerde, bir nedenle, yıllar öncesi çekilmiş bir fotoğrafım elime geçti. Çekildiği yıl 1984 yerel seçimlerinin yapıldığı dönem, SODEP Belediye Meclis adayı olarak. Yenimahalle kahvelerinde, elimde bir kitabı sallayarak konuşuyorum. Kitap, Chicago okulunun önderi Milton Friedman'ın ünlü yapıtı. Neo-liberal ekonomi ve demokrasi bağıntısını öve öve bitiremediği eser. Daha önceki yazılarımda sık sık yinelediğim gibi Chicago ekolü ve Friedman, kapitalist ekonominin önüne parayı çekici güç olarak koyan kuramın yaratıcıları. Paradan para yaratmanın, yani çağcıl simyacılığın öncüleri. O kahvede yaptığım konuşmada bu yaklaşımı ve önce Türkiye'de temsil eden Özal'ı eleştirdiğimi hatırlıyorum. Kuşkusuz ben ne bilgeyim ne de eren hele müneccimliğe soyunmuşluğum hiç yoktur. Ne var ki 24 sene önce değindiğim çöküşü bugün yaşamaya başladık. Cebimizdeki çeşitli kredi kartlarıyla, eskiden kapısından bile içeri giremediğimiz bankalardan kolaylıkla aldığımız tüketici, ihtiyaç, bayram ya da konut kredileriyle tuğlalarını döşediğimiz pembe ufuklar kararmaya başladı. Tsunaminin yıkıcı dalgaları hızla üzerimize gelmeğe başladı.

Olayın temelinde ki gerçek nedir? Ekonomi hocalarının bizlere TV ekranlarından gülerek anlattıkları faiz, enflasyon, euro, dolar paritesi üzerine kurulu söylemleri bu gerçeği anlatmak için yeterli değildir. Çünkü son on yıldır övücü yaklaşımlarıyla anlattıkları sayılar bu çöküntünün gerçek etmenini açıklayamaz. Bu değerleri kendilerinden menkul ekonomi geyiklerini sürdürenler, üretim yapan değer yaratan temel faaliyetlere neden reel (gerçek) sektör dediklerinin bile farkında değillerdir.

Liberal ekonomi (yani klasik öğreti) paranın işlevlerini şöyle sıralar: mübadele aracı, tasarruf aracı, yatırım aracı, bir değeri geleceğe taşıma aracı olmak. Nitekim banka sistemide, mevcut nakit miktarların belli süre saklanması, bunların yatırımcıya, tüccara vb. iktisadi faaliyette bulunanlara faiz karşılığı kredi olarak verir. Bu tarz finansal faaliyet mevduat ya da ticari bankacılık olarak nitelenir.

Türkiye bu finans sistemiyle 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren tanıştı. Mevduat bankalarının yanı sıra Etibank, Sümerbank, Emlak - Kredi vb. gibi yatırım bankası özelliğine de sahip bankalar Cumhuriyet'le beraber görülmeye başlandı. Hemen hepsi kamu bankası niteliğindeydi.

Yatırım Bankacılığı ikinci dünya savaşından sonra daha bir gelişti. Bu bankalar gerçek ekonomik yatırımlara kredi sağlayan kuruluşlardı. Ne var ki 1970'li yıllardan sonra "parasal ekonomi" ya da neo-liberal dalga ile durum değişti. Yatırım sözcüğünün eski anlamı da rafa kalktı. Artık eldeki fonlar reel ekonomik faaliyetlere yatırıldığı gibi para üretmeyi taahhüt eden fonlara da yatırılıyordu. Günlük gazetelerimizin ekonomi sayfalarına bir bakın, çeşitli ve içeriği konusunda tam bir açıklama yapılmayan çok sayıda fonların getiri ya da zararlarına ilişkin sayısal bilgileri göreceksiniz. Bu fonlar kamu borç kağıtlarından başlayarak nice alanlara yatırılır. Temel amaç: kim, hangi fon daha fazla kar getiriyorsa o fona yatırmaktır. Tanımlamak gerekirse at yarışlarında, ya da Spor Toto, Süper Loto vb. talih oyunlarının benzeri bir yatırım alanı yaratılmıştır.

Bu tatlı kazancın peşinde koşan bir finans sektörü oluşmuştur. Bir yandan devlet borçlanma kağıtlarının yüksek getirisi (örnek Türkiye), diğer yandan değişik ülkelerdeki faiz oranlarının farklılığına dayanan finansal ticaret, çeşitli adalarda yuvalanmış bankaların, finans kurumlarının vur - kaç fonları ve daha nice spekülatif oyunlar. Böylece küresel finans sistemi tam bir kumar oynanan batakhaneye dönüşmüştür. Denetlenilemeyen bu kumarhanenin yarattığı faiz, açığa satış, vb. gibi nice vur - kaç işlemlerin sonucunda bugün küresel ekonomiyi sarmalayan 120 trilyon dolarlık finansal türev, bir karabulut gibi üzerimize çökmüştür. Bu türevde kimler ne kadar borçlanmıştır. Bu borçlar ödenebilecek mi? Kredi bunalımı en riskli noktadadır.

Şöyle bir söylem yükselmeğe başladı: Kapitalizm kendi yaralarını sarmayı bilir. Neyin pahasına? 1929 bunalımı üretilen ürünlerin, stokların satılamaması ile patlamıştı. İkinci Dünya Savaşı onu izleyen Kore ve Vietnam çılgınlıklarıyla bile sistem rayına oturtulamadı. Vietnam sadece bir savaş yenilgisi değildi kapitalist ekonominin de bir anlamda Keynes öğretisinin bir duvara tosladığının ifadesiydi. Nitekim "parasal ekonomi" yaklaşımı yeni bir tedavi yöntemi gibi bu nedenle ileri sürüldü. O da çöktü. Bayan Sabancı bu nedenle "Kitaplar (ekonomi) yeniden yazılmalı" derken çok haklıdır. ABD kongresinin 700 milyar dolarlık tamir ödeneğini kabul etmesi bile yaraya merhem olmayacaktır. Nitekim bu reçete eskimiştir. Kapitalizm (sözcülerinin aksini iddia etmesine karşın) gene devletin eteğine sarılacaktır. Bu da adım adım faşizm demektir.

Bize gelince, Sayın Erdoğan ulusa seslenişte bu krizden en az etkilenen ülke olacağımızı, ekonomik yapımızın her zamankinden daha sağlam olduğunun altını çizmiştir. Ama durum söylediği gibi midir? Bu noktada kuşkumuz var. Türkiye son çeyrek yüzyılda elindeki tüm ekonomik varlıkları bir mirasyedi hovardalığı ile satmıştır. Kamu maliyesi ve özel sektörü boğazına kadar borçludur. Herhangi bir kriz anında dayanacağı sanayi kuruluşları, petrol rafineleri, enerji dağıtım şirketleri, gıda sanayi, finansal kurumları özelleştirme sevdasıyla yerli ve yabancı özel şirketlere devretmiştir. İletişim, enerji, limanlar vb. gibi stratejik kurumları, bile elden çıkarmıştır. Kısacası ekonomik bir krizle savaşım olanağını sağlayan hiçbir silahı elinde kalmamıştır. 1980'den bu yana sürdürülen küresel kapitalizmle eklemleşme çabası ülkeyi finansal kriz dalgasına açık hale getirmiştir.

ABD, kapitalizmin merkez ülkesi olarak piyasalara trilyon dolarlarla ifade edilen fonları şırıngalama temeline dayanan paketleri gündeme getirirken AB birçok finans kurumunu "devlet kapitalizm"inin sınırlarına alır, mevduat güvenceleri verirken" Türkiye hükümetinin eli kolu bağlıdır. Vizyon sahibi olarak göklere çıkarılan Özal - Çiller - Derviş - Erdoğan dizgesinin ülkeyi getirdiği nokta budur. Türkiye'nin ekonomik savaşım "gardı" düşmüştür. Üstelik dışa tam bağımlı bir ülke haline gelmiştir.

Önümüzdeki dönem birçok endişe verici virajlarla doludur. Şöyle ki:

&middot Krizin merkez üssü olan ABD Başkan seçimi tüm dünya açısından daha da belirleyici olacaktır.
&middot Finansal kredi krizi olarak patlayan bomba kısa sürede reel sektörede ulaşacak, ABD ve AB ile onlara bağımlı küresel ekonomiyi tam bir durgunluğa sürükleyecektir.
&middot Ekonomik anlamda hızla yayılacak bunalım siyasal çözülmeyi de tetikleyecek, tüm dinler açısından aşırı bir yobazlaşmayı ve faşizmi gündeme getirecektir. Savaş kapının arkasındadır.

Bu ekonomik, sosyal ve de siyasal endişe veren depremlerin sayısını daha da artırabiliriz. Ne var ki girdiğimiz bu dehşet tünelinin ucundaki ışıkta kendini göstermektedir: Küreselleşen kapitalist düzen kendi kendisinin kurdu olmaya kendisini tahrip etmeye başlamıştır.

Evet, küreselleşen kapitalizim ve Türkiye için pembe renklerle doldurulmuş sanal bayram bitti. Karanlık, karabasanlı bir gece başlıyor. Ne var ki gecenin en karanlık olduğu an tan vaktinin müjdecisidir.