Kasketli’nin Nâzım’ı

1924 yılının “Pravda”sını düşünsenize. Orada bir haber olarak yer almanız nasıl bir duygudur, şimdi kestirmek güç. Nâzım, uzun yıllar sonra, o yılın koleksiyonunu gözden geçirirken, 12 Mart tarihli nüshasında rastlamış, adının geçtiğine. KUTV öğrencilerinin düzenlediği Mustafa Suphi ve yoldaşlarını anma gecesinde oynanan piyesin yazarı olarak. Bu unutulmuş haberi yeniden görünce yaşadığı yürek çırpıntısından çıkarıyor, yayınlandığı zaman okuduğunda yaşadığı sevinci.

Piyes yazarı. İlk olarak böyle anılmış orada işte… Ömrü boyunca etkisi altında kaldığı tiyatroda, üçüncü sınıf bir dram yazarından öteye geçemediğini de söylüyor ki, buna “estağfurullah” demezsek, çok da nezaketsizlik etmiş olmayız.

Darülbedayi Tiyatrosu’nun baş aktristi Eliza Binemeciyan’ı bir oyunda seyredip sırılsıklam vurulunca, onu, kendi yazdığı piyeste oyuncu, kendisini yazar locasında onu izleyen konumunda hayal ederek kaleme almış ilk denemesini. 18 yaşındaki yazar da, “koca şair” olarak sahnede temsil ediliyormuş. “İmkânsız aşk”ı ve perde inince oyunun biteceğini kavramışlığı temsilen “koca şair”lik rolünü üstlenmiş.

Şiir külliyatından pek de geri kalmayacak bu alandaki üretkenliği, iki uğraşı arasında ustalık farkını kapatmaya asla elvermese de, oyun yazmaktaki ısrarının, toplumu, sorunları, düşüncelerini daha doğrudan iletmeye yönelik bir çabada, şiirin yetmediği yerlerde devreye girdiği açık. Eliza’yı şiiriyle değil, onun içinde yer alabileceği bir çalışmayla etkileyebileceğini düşünmesi gibi. Hiç değilse, birkaç saatliğine, hiç değilse oyun bitene, Eliza kendi hayatına dönene kadar, aklının hünerini, onu kanlı canlı karşısında görerek sergileyebilecektir.

Ve tiyatrodan etkilendiğini söylediği öğelerdir, asıl önemli olan. Şiirine, hayatına, komünist kimliğine damgasını vuran şeyin ipucudur.

Eğer tiyatrodan sayılırsa, önce, sünnet düğününde gördüğü Karagöz’ü anımsamaktadır. Ama, herhalde o zamanlar deve derisi orijinaline uygun üretilmiş figürleri, onların renkli yansımalarını değil. Karagöz’le Hacivat’ın güldüren muhaverelerini değil. Işık kaynağının önünden perdeye vuran ve o figürleri oynatan ince sopalardır zihninde yer eden. O sopaları tutan eller.

Aynı düğünde, yine tiyatrodan sayılırsa, meddah da izler. Ondan da aklında kalan, yüzü, jesti, mimiği, taklidi, peşkiri, sopası, hikâyesi değildir. Sesidir.

Tiyatroluğu tartışılmaz operetten ise, aç çıplak dövüşen, süpürge tohumu yiyen İstanbul’a turneye gelen, izzet ikramla karşılanıp ağırlanan, “bıngıl bıngıl bir avrat”a ve bu yüzden Çardaş’a karşı isyan duygusu, küfür arzusu kalmıştır.

Sopalar, sopayı tutan eller ve ses. Onlar olmasa, ne perdeye yansıyacak, ne anlatılanı duyuracak bir gücü var sahne önünün, hikâyenin. Asıl yaratıcı, arka planda kalmış olandır.

“Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl: Millî Gurur” yazısının son sözleri de bu kapsamdadır: Boyaları kahraman tablolar… Ressamı, tuvali, fırçası, paleti, paspartusu değil, bir kahramanlık tablosunu ortaya çıkaran. Ona şeklini, rengini veren boyaların kahramanlığı.

Sopa. Ses. Boya. Hamurunu böyle yoğurduğu için, ölümünün 47’nci yılında bir gurur bayrağımız var. Hep, ihmal edileni, göz almayanı, öne çıkmayanı, ama her şeyi var edeni gözeten bir kimliğin kalıcılığıdır Nâzım Hikmet. Vaveylaların, çalımların, yöneticilerin, starların, sahnedeki başrolün büyüsüne kapılmadan, gerçekle el ele veren ve bu uğurda doğru bildiğini “muteber adam” olmak için söylemekten imtina etmeyen.

İkinci vatanı olarak gördüğü, hatta, vatanı en yoğun duygularını yaşadığı yer olarak alırsa, devrim sevincini, Lenin’in acısını yaşadığı yer olarak ön sıraya alacağı Sovyetler Birliği’nde, sayılan bir konukken bile, eleştirel bakışını yitirmez. Ancak böyle bakabildiği için, bir tiyatro eseri olarak pek zayıf, Stalin eleştirisi olarak algılandığından, kimilerini öfkeyle, kimilerini sevinçle sıçratan “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?” oyununda bir yeni saflaşmanın nüvelerini teorik bir metin gibi sorguya açabilmiştir.

Petrof karakterinde, “içindeki şeytan” İvan İvanoviç’in, Hasırşapkalı hık deyici entelin yönlendirmelerinde, halktan kopmaya başlayan bir kastı eleştirmiş, karşısına, Kasketli’yi dikebilmiştir.

Brecht’in “Turandot ve Aklayıcılar Kongresi” oyununun paralelinde bir tartışmayı, “herhangi bir sosyalist ülkeye, 1999’dan önce bir zamana” uyarlamıştır. Her iki yazarın “nomenklatura” erken uyarısıdır bu.

Burada ne hangi tarihsel dilim, hangi somut olgu, haklılık haksızlık gibi sorular anlamlıdır, ne öfkelendirecek ne sevindirecek türden çıkarımlar geçerlidir. Tiyatrodan aklında sopalar ve tutan eller, meddahtan ses, tablodan boya kalan bir devrimcinin, tarih sahnesinde sadece Kasketli’yi, emekçi, yoksul halkı esas alması, her şeyi bu kantara vurmasıdır aslolan. Atılan her adımda, gelinen her merhalede, kime hesap vereceğini, kime borçlu olduğunu hiç unutmamış, aparatçik olmamıştır Nâzım. Kıblesi sabittir.

İşte ölümünün 47’nci yılında, bayrağımız, biraz da bu vicdan olup dalgalanmaktadır…