Çöken Bir Binaya Bakarken

Ne bileyim, diyelim yerden bir karo valesi çeker, dörtlü bir seriyi tamamlar, elindeki on kâğıdı konken masasına sererken, bazen sevinçle kendini alkışlar ve “yaşasın cumhuriyet!” derdi Necmiye Teyze. Şart değildi kendisinin açması, başkasının sevincini de böyle paylaşırdı. Sonra bu, ortak kutlamaya dönüştü. Kazanılmıyor ya da kaybedilmiyordu, sabah okul var diye zorla sökülüp kaldırıldığım masada izlediğim fasulyesine oyunlarda. Sadece biri açıyor, diğerleri açamıyordu ve “yaşasın cumhuriyet!” deniliyordu hep birlikte. Kâğıtlar karılır, yeniden dağıtılır ve bu kez joker bir başkasına gelirdi nasılsa. Önemli olan, uzun kış gecelerinde, üzerinde portakal kabukları olan sobanın yanında, “gelsin çaylar”lı, kurabiyeli ikramlarla birlikte arada bir vakit geçirilmesi, oyunun sürmesiydi…

Gün gelip de, şeker komasına girerek kaldırıldığı hastanede ziyaret ettiğimde, rahat konuşamıyor, sesli, kesik soluklar alıp veriyordu. Kolunu sıyırdı, iğnelerden, serumlardan morarmış yerleri gösterdi ve yüzüme baktı bitkin bir ifadeyle. Anlıyorduk, kabulleniyorduk. Eğildim, iyice seyrelmiş saçlarını okşadım, alnındaki teri sildim elimle, “yaşasın cumhuriyet!” diye fısıldadım kulağına. Zorlukla gülümsedi, mecalsiz, suyu çekilmiş eliyle elimi tuttu, inilti koyverir gibi “He” deyip başını olumlama anlamında hafifçe salladı yastığının üzerinde. Sonra uyudu Necmiye Teyze. Bir daha ne o uyandı, ne konken masası kuruldu. Sanki cumhuriyet ölmüştü, oyun bitmişti, masa dağılmıştı…

86’ncı yıl törenlerinden birinde, iskeleti kalmış bir köhne yapının üzerinde, güve yenikli çaput gibi sallanan “Yaşasın Cumhuriyet” pankartını görünce çıkıp geldi bu anı.

Bir bina iskeleti. İnşa edilmekte olan yapılar için de önce bir iskelet çıkartılır. Aradaki farkı, yıkımdan sonra kalan iskeletteki aşınmalara, dökülmelere, korozyona bakarak anlarsınız. Yıkım darbelerinden, akıp giden zamandan, atmosfer olaylarından gelen zedelenmeleri görürsünüz. Ve bir zamanlar orada yaşandığını gösterir izler taşır, en önemlisi… Eğer o binanın üzerine eğreti iliştirilmişse, sinek sekizlisini çekip açtığınızda elinizi çırptıran bir “yaşasın” değildir de o pankarttaki dilek, bir vedalaşma fısıltısındakidir.

Belki o yüzdendi, çevreme baktığımda, giderek soluklaşmış, silinmeye yüz tutmuş bir anı gibi cılız, coşkusuz bağırışlar ortasında, bir dostunu toprağa vermeye gelmiş ifadeli çehreler görüşüm. Yaşanmışlığın izlerine, anılarına, korozyona maruz kalmış bir inşaat demirinden bakanların hüznüydü, havai fişeklerin binbir renge boyamakla silemediği.

Anlıyordu Necmiye Teyze, ben anlıyordum. Anlıyordu bir törende buluşan insanlar. Kolonların, kirişlerin arasına yeniden tuğla dizerek, çöküşü durduramazdınız o binada, sikleti çekmezdi artık. Geçerli değildi, anlıyorlardı, “ölüme yakın silkiniş”in, “çıkmadık canda umut vardır”ın boşluğunu…

Kaçınılmazdan geriye, bir çatışma noktası kalacaktı, şimdi, acılarına kapanmaktan çıkıp bu gerçekle hesaplaşmak zorundaydı tören alanına gelenler. Bir çatışma kalacaktı bina sallanırken. Varsayalım arsasının haraç mezat satılıp satılmayacağı konusunda. Yerine nasıl bir bina inşa edileceği konusunda. Temelleri onarılarak kullanılacak mı, kökten yok edilip koca bir boşluğa mı dönüşecek konusunda. Harcının, kumunun, sıvasının niteliği konusunda. Kimler arasında pay edilecek, kimler oturacak konusunda…

Bir emekli memur yoksulluğunun, sobanın üzerinde portakal kabuklarıyla, ikram tepsisinde ev yapımı kurabiye ve demli çayla, önlerinde ertesi gün pişecek fasulye tanelerinden fişlerle paylaşıldığı uzun, ayaz, karanlık gecelerde, altı üstü on iskambil kâğıdını eşlemenin sevinciyle el çırpıp, “yaşasın cumhuriyet!” diye bağrışıldığı komşuluk günlerinin, hiç değilse birkaç saatliğine, ertesi akşamın tenceresinin, aybaşının kirasının, okul masraflarının kafadan silindiği oyalanmaların anısı gelir durur önünüzde, çökmekte olan bir binanın üzerindeki pankarta bakarken…

Bu, öylesine küçük bir şeydir ki, binanın onarılamayacağı paydasında buluşulduğunu düşünenler, müteahhitler eliyle yıkılmasına neden gönlünüzün elvermediğini anlayamazlar. Orada bir arsa, taş, paslı demir, imar ruhsatı görenlerle, temelinde Necmiye Teyze’nin ellerinin izini görenler arasındaki farkı, bir anısı olamayanlarla, olanlar arasındaki kavgayı kavrayamazlar. Bunun, bir binanın, yerine kimler tarafından, ne koymak üzere yıkılacağı ayrışması olduğunu bilince çıkartamazlar.

Çöken bir binanın hüznünü, en çok oranın duvarlarına sesleri sinmişler yaşar. Şimdi onları bu hüzünden sıyırmanın, güzel anılarını, yitirdiklerini yeniden bulacakları, daha sağlam, daha onların, hiçbir müteahhit elinde hoyratça yıkılamayacak bir binaya kavuşmanın coşkusuna çağırmanın zamanıdır.

“Ne gül, ne ağla anla…” Bugün Necmiye Teyze’yi, elindeki kâğıtlarla, sevinçle tekrar masamıza oturtacak söz budur. Emekli memur evinden “yaşasın!” çığlığını yeniden duyuracak tek şeye çağrıdır, yeni bir cumhuriyet.

Kurtarılacak bir binası kalmamışlara, kendi binalarını inşa etmek için kullanılacak harcı verelim, onu kararken canlanacak anılarını yaratan alın terlerine saygıyla…