Umberto Eco'nun Anlatmak İstediği...

Romanları dilimize çevrilen, çeşitli baskılar yapan İtalyan yazar Umberto Eco, Başbakan Berlusconi’yi değil onu seçen İtalyan halkını sorgulamak gerekir mealindeki sözüyle önemli bir noktaya parmak bastı. Türkiye böyle bir yaklaşıma yabancı değildir. 1950’den beri aydınlar, CHP ileri gelenleri her genel seçimden sonra ortaya çıkan tabloyu seçmenlerin cehaletine, geri kalmışlığına bağlayarak teselli bulur, ahkâm keserler. Televizyon ekranlarının sarı bombası bile “Benim oyumla dağdaki çobanın oyu nasıl eşit olur” diye yakınmadı mı? Ne var?

Ne var ki Eco o sözleriyle çok farklı bir noktanın altını çizmek istiyor. Hatta diyebiliriz ki sadece İtalyan seçmenini değil tüm Avrupalı seçmenleri suçluyor. Bu bağlamda haksız da sayılmaz. İtalya’nın son yüz elli yıllık geçmişine baktığımızda güçlü ve etkili bir sosyalist harekete sahip olduğunu görürüz. İtalyan Komünist Partisi hem siyasi eylem planında, hem de Marksist kurama katkısı bâbında çok önemli adımlar atmıştır. Togliatti, Gramsci ve niceleri bu bağlamda ilk akla gelenlerdir. Kuşkusuz tüm bu ilerici unsurların yanında bağnaz bir Katolik geçmiş, mafya örgütleri, NATO uzantısı Gladio vb. gibi tutucu bir yapıdan da söz edilebilir.

Bu gerici öğelere karşın İtalyan sosyalist ve komünistleri her seçimde seslerini duyurmuşlar, parlamentoda yer almışlardır. Bugün bu ülkenin Cumhurbaşkanı Napolitano Komünist Partisi'nin köklü üyelerinden biri olarak o makamda oturmaktadır. Böyle bir siyasal geçmişe sahip İtalyan seçmenine ne oldu da, kuşkulu bir servet sahibi Berlusconi seçildi ve Başbakan olabildi.

Aynı soruyu Fransa için de sorabiliriz. Jaurés, Leon Blum, Thorés ve hatta Mitterand gibi liderlerin Fransa'sından geriye ne kaldı? N. Sarkozy politikaya soyunmuş bir “kukla”dan başka bir şey midir? İngiltere farklı mı? Fabian’cı da olsa Bevan vb. gibi liderlerin İşçi Partisi Blair ve Brown’la yerlerde sürünüyor. Olof Palme İskandinav sosyal demokrasisinin sanırım son örneğiydi Rosa ve sevgili yoldaşlarının kanıyla yoğrulmuş Alman Sosyal demokratlarının ise Willy Brand ile kendi inançlarına son noktayı koydukları aşikâr. Doğrusu böylesine bir çözülmeyi kavramak zor. Ama inandığımız ideolojinin bize ipuçlarını sunduğu da aşikâr. Yakın tarihe baktığımızda 1929 Bunalımı'nın sarstığı kapitalist düzenin onarılması İkinci Dünya Savaşı, Kore ve Vietnam savaşlarının yıkımı ve ölümleriyle dahi mümkün olamadı. Sovyetler Birliği ile rekabetin ekonomik kuramı olan “Refah Devleti” hedefine ulaşılamadı. “Sosyal devlet” kavramı anlamsızlaştı. Kâr oranları istenildiği düzeyde yükseltilemiyordu. Sendikal mücadele ücretlerin istenilen ölçüde düşürülmesine izin vermiyordu, işin daha da kötüsü talebin büyümesi (silah sektörüne karşın) durgun bir seyir gösteriyordu. İşte pervasız bir serbestiyi (ultra-liberalizm) savunan, parayı aziz mertebesine yükselten, finans sektörünü güçlendirip, cüretkâr bir eylemle yükümlendiren neo-liberalizm öğretisi böyle doğdu. Bir yerde Çin’in de desteğiyle küreselleşmesi sağlandı. Kesin utkuya Reagan-Gorbaçov’un Malta Zirvesi ile ulaşıldı. Sovyetler Birliği bu zirvede Doğu Avrupa’daki Sosyalist Devletler üzerindeki korumasını kaldıracağını bir şekilde kabul etti. Süreç Berlin Duvarı'nın yıkılması, Yeltsin’in Moskova'da tank üzerindeki “show”uyla noktalandı. Bu süreç kapsamında Türkiye de Özal-Evren işbirliği ile küresel kapitalizmle ittifakını ve bütünleşmesini sağladı.

Yeni yapılanmada şu yol izlendi.
Finansal yapıların genişlemesi ile bir küresel istila gerçekleşti. Yeni simyacılık yoluyla inanılmaz bir türev para yaratarak yeni servet birikimleri gerçekleştirildi.

Özelleştirme başta olmak üzere yeni yağma yolları açıldı. Ülkelerin kamusal ekonomik dirençleri kırıldı.

Özellikle başta Çin olmak üzere Uzakdoğu’daki Endonezya, Malezya, Tayland vb. ülkelerden sağladıkları ucuz emek (buna Hindistan’ı da katabiliriz) sayesinde artı-değer gaspı yükseltildi.

Bu üç olgu birikmiş servetlerin büyümesini hızla sağladı. Bu büyümenin devamını liberalizmin ekonomik sınırları bir buldozer gibi ezip geçmesi gerçekleştirdi. Ekonomik liberalizmin cüretini arttırmasının yarattığı vahşi ortamı çekici ve meşru hale getirebilmek açısından bireysel serbesti de cesaretlendirildi. Etik ve insanî tüm sınırların zorlanmasına göz yumuldu. Sermayenin elindeki medya organları bu doğrultuda çalıştı. “Ezber Bozma” adına insan olmanın, toplumun sorumlu bir bireyi olmanın tüm kırmızı çizgileri silindi. Bu bağlamda bireysel silahlanma serbestleşti, kişilere yapay bir güç algılaması aşılandı. Okul baskınlarından terminatörlüğe uzanan çeteleşmeler adeta teşvik edildi. Böylece temeldeki çete ve soygun gizlendi. Kendi kuralını (raconunu) kendin yarat mantığı yaygınlaştı.

Sorumsuzluk (kendine, ailesine, toplumuna, ülkesine, çevreye vb…) “New Age” kuşağının temel ilkesi haline getirildi. Böylece sermaye açısından mevcut varlığını büyütmek, yığınlar açısından da bireysel tatmin tek hedef oldu. Yani yeni kuralları ile vahşi mi vahşi bir küresel ortam ortaya çıktı.

Bu ortamda Sarkozy’ler, Berlusconi’ler ve daha niceleri sadece bir “kukla”dır. Küresel kapitalist “Comedia Divina”nın üzerini örttüğü “inferro”yu yani cehennemi görenlerin ise ne yazık ki şimdilik sesleri kısık, ama ağır ağır Nabucco operasının esirler korosu gibi yükseliyor, gönülleri dolduruyor.