Seyrantepe İhalesinin Anımsattıkları

Turgut Özal’ın taşıdığı misyon ABD’nin 1945 sonrası Türkiye’ye yönelik “yapılama – eklemleme” projelerinin belkiide en mükemmelidir. Bu bağlamda, kerelerce yinelediğim gibi Özal hem bir sınıf mücadelesini (1975 – 80) sonuçlandırmış hem de ülke ekonomisinde “vahsi ve yahşi (Cem Yılmaz sağ olsun) neo – liberal bir yağmanın kapısını açmıştır. Başbakanlık müsteşarlığından Cumhurbaşkanlığının son demine kadar bu görevini yerine getirmiştir. Hiçbir şekilde denetlenmeyen, dolayısıyla da yağmanın kanıtlarının ustaca gizlendiği fonları yaratmak onun engin zekasının ürünüydü. Bunların nemalarının bile ödenmesi günümüze kadar sarkmıştır. Tabi ödemelerin eskilerin deyimiyle “Cim karnında ki nokta” kadar erimesi de unutulmadı. Ondan sonraki yönetimler aynı yolu izlediler. Çiller, Kemal Derviş bu yağmanın yasal ve kurumsal alt yapısını döşediler. Bütün bunları Seyrantepe’de inşaatına başlanan yeni stadyum’un peşpeşe yapılan ve de kabul edilmeyen ihalelerinden sonra TOKİ’nin yapımı üstlenmesi kararı üzerine anımsadım.

İlk gençliğimde “Arsen Lüpen” maceralarını heyecanla izlerdim. O günlerde bu tip romanlar her hafta fasikül olarak yayınlanır, sonra da elden ele dolaşırdı. Peyami Sefa’da “müstear ad”ı olan Server Bedi imzasıyla benzer bir Türk kibar hırsızı yaratmıştı: Cingöz Recai… Bu gaspçılar silah kullanmaz, adam öldürmez, minareye kılıf hazırlayarak işlerini görürlerdi. Neo – liberal gaspçılar ise kılıflarını yasaların, denetimsizliğin ve suskun muhalefetin sayesinde düzenliyorlar. Son yirmi beş yıldır ülkenin tüm denetim kurumları başta Sayıştay olmak üzere sinmiş büyük yağmayı bizler gibi seyretmekteler.

Sözünü ettiğimiz yağmanın ve bir bakıma servet transferinin ortamı hazırlayan ve de yaşama geçiren kurumların önde gelenleri ise özelleştirmeleri gerçekleştiren kamu kurumu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ve TOKİ olarak sıralanabilir.

1980’den günümüze kadar Türkiye’nin Osmanlı’dan bu yana oluşturulan iktisadi varlıkların büyük çoğunluğu, sözde şeffaf ihalelerle özelleştirildi. Bunların tümü güncel değerlerinin çok altında ivecen bir baskıyla devredildi. Yoğun bir beyin yıkama operasyonuyla satış bedellerinin en uygun değer olduğuna yığınlar inandırılmaya çalışıldı. Kimse şu soruyu sormadı: Piyasa değeri uygun olabilir ama kullanım değeri ile denk midir? Soran olmadığı gibi araştıranı da en azından ben duymadım. 1970’li yılların başında, Erim hükümetinin hazırladığı Üçüncü Kalkınma Planı hazırlanırken KİT’lerin (Kamu İktisadi Teşekkülleri) o günkü değerlerini saptamaya yönelik bir çalışmaya bende istatistik uzmanı olarak katılmıştım. Söz konusu hesaplamanın ne denli zor olduğu hemen görülmüştü. Bu sorun, “yaratılan değeri yaratan kurumun o günün koşullarına göre ne kadar sermaye ile bk değeri üretilebileceği” problemine dönüştürülerek bir ölçüde çözüldü. Yani bir “Kapitalizasyon” hesabı yöntemi benimsendi. Böylece kurumların zaman içersinde gerçekleştirdikleri teknolojik yenilemelerde nazarı itibara alınmış oldu. Böyle bir çalışmanın özelleştirme idaresince yapıldığı noktasında kamu oyuna bilgi verilmedi. Satılan varlıklar kamunundu, her müzayedeci’nın yaptığı gibi tüm bu ayrıntılar kamuya sunulmalıydı. Korkarım ki bilerek her şey gizlendi. “Babalar gibi satarım” deyiminin içerdiği “Bezirgân” mantığı bu konuda da noksansız işledi.

2001 krizi ile ortaya çıkan Banka iflaslarının sonucunda sorumlu banka sahiplerinin tüm varlıklarına TMSF tarafından el konuldu. Sorumluların ödemekle yükümlü oldukları borçlar ve işleyen faizleri el konulan bu varlıkların satışıyla karşılanıyordu. Tüm bu gelişmeler Medya’da yer alıyor kimsede ses çıkarmıyordu. Ne var ki bu işlemlerde de satış bedelleri ile satılan varlığın gerçek bedeli arasında önemli farklar ortaya dökülmeye başlayınca kuşkularda arttı. Önce Dinç Bilgin sesini yükseltti, “TSMF borcumun gerçek miktarını söylemiyor. Bir meçhul borçla karşı karşıyayım” dedi. Bu feryada rağmen ona net bir yanıt verilmedi. Çalık’ın iki kamu bankasından sağladığı kredi ile aldığı “Sabak” grubu gazete ve televizyonundan sonra Bilgin’in ne kadar daha ödemesi gerektiği sanırım hala meçhul. Günlerce 17 yaşında kızla evlenmesi medyanın ve de köşe yazarlarının ana konusu haline gelen Toprak Holding sahibi tüm varlıklarını yitirirken Remzi Gür’e satılan Boğaz’da ki yalısının ucuza gittiğini anlatsa da kimseye dinletemedi. Bugün Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ülkenin en büyük kamu varlığı haline gelmiştir. Ne var ki satışlardan elde edilen değerlerin ekspertiz değeri ile farklı olup olmadığı sorusunu yanıtsız bırakıyor. Bağımsız kurum olması ona bu hakkı vermez. En azından ben bu kanıdayım.

Aynı şekilde kamuya hesapları açısından doyurucu bir açıklama yapmayan bir başka kurumda TOKİ’dir. TOKİ eskilerin Devlet bankası olan Emlak Kredinin, konut vb gibi inşaat ve kredi görevlerini üstlenen bir kurum olarak yaklaşık yedi yıldır binlerle konutu yapmış ve vadeli olarak satmıştır. Yenilerde 100 TL taksitle konut edindirme işine de girmiştir. Yöntemi bir ölçüde eski gecekonduların oluşumunu arındırmaktadır. Bilindiği gibi gecekondu deyimi hazine arazisi üzerine kaçak olarak inşa edilen konutlardan türemiştir. Sonra bu işin karlı olduğunu sezen kabadayı tipler saptadıkları ve el koydukları hazine arazilerini tutturabildikleri bedelle ev yapmak isteyen yeni göçmenlere satarak “Gecekondu mafyası” olgusunu yaratmışlardır. TOKİ bu yöntemi kullanıyor. Ne ki bu kez hazine arazisi kendisine devletçe tahsis ediliyor, konutlar ihale ve ihaleyi alandan da taşeronları vasıtasıyla inşa ediliyor. Ne maliyet ne ihale ile taşeronlara yansıyan bölümlerin hesapları açıklanmıyor. Böylece çözülmesi zor bir saadet zinciri ortaya çıkıyor. Yaratılan Rant’ın kimlere ya da hangi gruplara yönlendirildiği de ayrı bir soruydu.

Yukarda sözünü ettiğimiz yöntemler hem yeni servetler, hem de eski servetlerin devrini gerçekleştiriyor. Magazinsel yolsuzluklarla oyalanmada ustalaşan partilerimiz ve medya ise bu gerçek yağmayı görmemeyi yeğliyor. Özürleri de açık: dört işlemi bile sevmeyen seçmenler bunlarla ilgilenmez. Böylece aslında kendi acizlerini de itiraf ediyorlar.