Şehremaneti'nden Belediye'ye

Yerel seçime iki ay kaldı. Partiler adaylarının hemen hemen tamamını seçmiş durumda. Son düzenlemeler de yapılıyor. Seçim büroları açılıyor. Propaganda şarkıları belirleniyor. Billboardlar da afiş yeri yarışı hızlanıyor. Görülen o ki İstanbul, Ankara, İzmir vb. gibi Büyükşehirlerde çok sert geçeçek bir rekabetin adımları şimdiden duyulmakta.

Kent yönetiminin kökenleri ortaçağa, hatta antik Yunan'ın site devletlerine kadar uzanır. Feodalite kent meclislerinin önemini daha bir pekiştirmiştir. Kent yönetimine hemşehrilerinin katılımı, günümüz temsili demokrasisinden çok daha önce gerçekleşmiştir. Fransız Devriminden sonra Belediye ve Komün kavramları gündeme gelmiş, bugünkü yapıya doğru gelişimi sürdürmeye başlamıştır. Nitekim "Paris Komünü" hareketine katılan ve sonra da Namık Kemal'in "İbret" gazetesinde bu hareketi savunan Yeni Osmanlılar "Komün" sözcüğünü dilimize "Daire-i Belediye" diye çevirmişlerdir. İstanbul'da ilk Belediye uygulaması Beyoğlu Pera'da başladığında "Daire-i Belediye" diye adlandırılmıştı. Yıllar sonra dahi Tramvayla Taksim'e doğru giderken Şişhane'den sonraki durak "Daire" olarak adlandırılmaya devam etmiştir. Bugün "Beyoğlu Belediyesi" olan bina bu "Daire-i Belediye"nin idare binasıdır. O günlerdeki Pera Basını (Azınlık ve yabancı dille yayın yapan gazeteler) yeni belediyenin uygulamasını yürüteçle ilk adımlarını atmaya çalışan bebek karikatürleri ile eleştirirdi. Bütün İstanbul'u kapsayan Belediye örgütüne ancak 19. yüzyılın sonlarında erişilebilindi. Ana caddelerin parke taşları ile döşenmesi, havagazı lambalarının sokak aydınlatmasında kullanılması daha sonraki yıllarda gerçekleşmiştir. O dönemin kent hizmetleri Şirket-i Hayriye dışında yabancı şirketlere bırakılmıştı. Tramvay, Su (Terkos), Havagazı, Elektrik, Telefon bu bağlamda sayılabilir.

İstanbul Belediyesinin şubeleri numarayla ve "Daire-i Belediye" ünvanıyla adlandırılmıştı. Ne var ki Kent Belediyesi "Şehremaneti" Başkanı da "şehremini" olarak niteleniyordu. Cumhuriyet döneminde 1920'lerin ikinci yarısında "Belediye" olarak adlandırılma yaygınlaştı. İkinci Meşrutiyet'ten bu yana Belediye üyeleri seçimi muntazam aralıklarla yapılmaktadır. Fakat Vali ve Belediye Başkanlığının aynı kişide toplandığı, atandığı dönemler de 1960'a kadar sık sık karşımıza çıkmıştır.

Yerel yönetimin ikinci ayağı İl Yönetimidir. Günümüzdeki İl yönetiminin temeli Talât Paşa'nın Dahiliye Nezareti dönemindeki bir yasayla atılmıştır. Bu yasa da ne yazık ki Düvel-i Muazzama diye nitelenen emperyalist ülkelerin azınlıkları himaye görüntüsüyle yaptıkları baskı sonucu gündeme gelmiş gene de Doğu ve Güney Doğu yöresini kapsayan bir yabancı "Müfettiş-Vali"nin atanmasını engellememiştir. Birinci Dünya Savaşı bu Vali'nin göreve gelmesine mani olmuştur.

Kentlerdeki hızlı nüfus artışı ve alansal genleşme "Büyük Şehir" kavramını zorunlu olarak doğurmuştur. Neo-liberal görüşün uzantısı olan özerk yerel yönetim yaklaşımı Özal döneminde yasalaşmış ve bugünkü Belediye yapısı ortaya çıkmıştır. Bu düşünce bilindiği gibi Prens Sabahattin'in önderliğindeki "adem-i Merkeziyet" düşüncesi çerçevesinde liberallerin ısrarla üstünde durdukları bir ilkedir. Özal ekonomide ve Kamu yönetiminde "Serbesti" yi böylece yaşama geçirmeyi başarmıştır. Bugün il yönetimleri aynı özerkliğe adım adım yol veren bir "Serbesti"den uzaktır. Fakat küresel kapitalizmin ultra iberal yapısı gelecekte eyalet oluşumu ve federalizm konularını gündeme getirerek önce tartışmaya sonra da uygulamaya açacaktır. 29 Mart 2009 yerel seçimine bu koşullarda giriyoruz.

Seçimin yönetimi açısından bir çok kuşkuda adım adım yükselmeye başlamıştır. Bunların dikkati çekenlerini şöyle sıralayabiliriz.

Seçmen listelerindeki hatalar. Bu bağlamda ilk soru işareti iki yıl önceki genel seçimdeki toplam seçmen sayısına göre 6 milyon birden artmasıdır. Adrese dayalı nüfus sayımında TÜİK'in ne denli acemice ve bilgisizce davrandığı bilinmektedir. Buna göre eğer bugünkü seçmen sayısı doğru ise o sayım tümüyle yanlıştır. Sayım doğru ise ilan edilen seçmen sayısı yanlıştır. Ne olursa olsun bu kuşku artık kamuya mâl olmuştur. Dolayısıyla elde edilecek sonuç daima tartışmaya açık olacaktır.
Bilindiği gibi 1950'den bu yana ülkemizde yapılan tüm seçimler yargı güvencesinde gerçekleşmektedir. Bu anayasal bir gerektir. Oysa TÜİK'in liste hazırlanmasında devreye girmesi Anayasa'ya aykırılık savını gündeme getirecektir.
Adres'e bağlı nüfus kaydı bireylere bildirilmediği için, seçmen listelerine "nasıl olsa muhtarlıkta kaydım var" güvencesiyle bakmayanlar, seçim günü oy vereceği sandıklara erişmeyecektir Sonuçta büyük olasılıkla oyunu veremeyecektir.
Özellikle, muhalefet partileri bu bağlamda sorumsuz davranmakta seçim sandıkları başında görevli bulundurmamakta inat etmektedir. Bu görevlerini ihmal ettikleri gibi, sandık yöresindeki vatandaşların oy sayımını sonuna kadar izlemeleri gerektiğini de sürekli anımsatmaları zorunluluğunu da değerlendirmedikleri görünümünü vermektedirler.
Yüksek Seçim Kurulu'nun seçmen listelerinin böylesine şaibeli ya da sorunlu olduğu bir seçimde oy kullananlar tırnağa boya sürülmesi yöntemine son verilmesi kabul edilemez bir aymazlıktır.
Yüksek Seçim Kurulunun oy verme işleminde cep telefonlarını yasaklamaması ise gizli oy verme ilkesine aykırıdır. Anayasal bir suça teşvik mahiyetindedir.
Yüksek Seçim Kurulunun seçimlere ilişkin kararlarını Televizyon ve Radyo'nun tek kanalından (TRT1) duyurması seçmenlerin eşit bilgilendirilme kuralına tamamen aykırıdır.
Kolluk güçlerinin seçim mahallinden belirli bir uzaklıkta tutulması kuralı da bu seçimde göz ardı edilmektedir. Yanlıştır...

Sanırım önümüzdeki iki ay boyunca seçim adaletini ve güvenliğini sarsacak bir çok karara daha tanık olacağız. Tüm bunlar 30 Mart gününe korku ve endişe ile bakmamıza neden olan etmenlerdir. 14 Mayıs 1950 genel seçiminden bu yana yapılan tüm seçimlerde şikayet dozu düşüktü. Hafızamı zorluyorum 1957'de Gaziantep olayları dışında (Adalet Sarayının yakılması vb. ilgili) önemli sonuçları etkileyen bir olay anımsamıyorum. Yanılmayı çok isterdim. Fakat endişeliyim... Yaşlılık kötümserliği diyelim mi? Ne dersiniz?