Mayın Tarlalarından Merkez Partisine

AKP'nin kadroları rahatsız. Taban sekiz yıl sonra ilk kez kuşku duymaya başladı. Dayandığı Anadolu Sermayesi palazlandıkça "Küresel Kapitalizm"le eklemlenme sürecine giriyor. Partinin yetiştirdiği ve geliştirdiği medya ağır ağır ondan uzaklaşıyor. "Sabah" ve "Yeni Şafak"ta aykırı yazılar yer almaya başladı. "Mayın Tarlalarının" ihalesine yönelik son tasarı TBMM'ndeki mutlak çoğunluğun sarsıldığını ortaya koydu. Bilenler bilir, görüntü, Demokrat Parti grubunun ünlü isyanını andırıyor.

Ne var ki, mayın tarlalarının yap-işlet modeli temizlenmesine karşı çıkanlar bu tarlaların neden mayınlandığını tam olarak bilmiyor. Onun için itirazları eksik. Türkiye'nin ABD kuşatmasına girdiği 1950'li yıllar çok geride kaldı. Başbakanımız, hükümet adamlarımız, vekillerimiz o günlerde çocuk yaştaydılar. ABD ve NATO o dönemde sade Suriye sınırına mayın döşemedi. İncirlik, Karamürsel üslerinin temellerini attı. Sinop'a dev radarlarla donatılmış izleme istasyonunu kurdu. Diyarbakır, Ankara vb birçok yerde radar tesislerini oluşturdu. Karadeniz sahillerinde nükleer başlıklarla donatılmış uzun menzilli füze rampalarını konuşlandırdı. Bu kuşatmanın diğer unsurları saymakla bitmez. Türk kamuoyunun nükleer başlıklı füze rampalarından 1961 Küba krizinde haberi oldu. Kruşçov-Kennedy pazarlığı sonucunda bu rampalar kaldırıldı. Sovyetlerin sönümlenmesinden sonra Sinop, Karamürsel vb. gibi üsler de görevlerini tamamladı. Yalnız İncirlik daha da etkinleşerek varlığını sürdürüyor. Bunlara mayın tarlalarının gerçek anlamını hatırlatmak için değindim. ABD kuşatması bugün de değişik boyutları ile devam ediyor. Ülkemizin iç politikasını, dış ilişkilerini, ekonomik kararlarını belirliyor. Demokrasimizin sınırlarını çiziyor.

Mayın tarlaları bir şekilde temizlenecek. Bu açık. Ne var ki temizlenmiş bu alanın kime tahsis edileceği kararını yöre halkı vermeyecek. Toprak Reformu yasasının nasıl engellendiğini adım adım izleyen biri olarak bu düşüncemi vurguluyorum. Diğer yandan mayın tarlaları ile donuklaşan muhalefetin hangi mecraya yöneleceğini de bu kadar olduğu gibi ABD'de odaklaşan dış dinamikler belirleyecek. İstenen açıkça ortada "Merkez"de yoğunlaşan bir demokrasi oyunu.

Bu tahterevalli demokrasisi 1908'den bu yana ülkemizde sergilenmektedir. O tarihten sonra siyaset sahnesinde yer alan partiler bir kitle özgürlüğü görünümündedir. En sağdan, en sol'a uzanan birçok düşünceyi barındırırlar. İnkilâp Partileri olarak nitelenen İttihat ve Terakki ile CHP'ninde yapısı böyledir. 1923-1950 döneminde tek parti olarak iktidarda olan CHP'de muhafazakar, sol eğilimli, liberal hatta Nazi hayranları bir arada TBMM'sinde yapmışlardır. Demokrat Parti'nin de CHP'den farkı yoktu. Nitekim 1946-1960 döneminde bu iki parti arasında kıyasıya bir çekişme olmasına karşın ABD ve NATO'ya bağımlılık açısından hiçbir düşün ayrılığına rastlanmamıştır. Dış işleri konusunda tam bir ittifak vardı. Milli Savunma bütçesi ise alkışlar ve orduya minnet dolu selamlarla kabul edilirdi.

Bu denge 1965'den sonra bozuldu. ABD'de iç politikaya açıkça müdahale edildi. Süleyman Demirel'in önce Adalet Partisinin önderliğine, sonra da Başbakanlığa uzanan yolunu açtı. Ne var ki hem sol siyasette hem de yükselen Anadolu Sermayesinin arkaladığı İslâmi referanslı siyasette yer alan yeni partiler doğdu. 12 Eylül Cuntası üç partili bir denge kurmayı planladı. Başaramadı. ABD 2000'li yıllara adım atıldığı dönemde Tayyip Erdoğan'la yeni bir tasarıyı gündeme getirdi. Bush ve Neo-Con'ların iktidarı döneminde bu tasarı kabul gördü. Ve ABD açısından olumlu meyvalarını verdi. Fakat küresel ekonomi krizinin yarattığı ortamda ABD yakın geleceği yeniden tasarlamak durumundadır. Obama'nın Türkiye ve Mısır ziyareti bu tasarının ipuçlarını ortaya koymuştur. Küresel kapitalizmin amiral gemisi ABD İslam dünyasına Türkiye'den değil Mısır üzerinden ulaşmayı yeğliyor. Türkiye'nin yeni görevi ise Kafkasya, Orta Asya ve de Afgan-Pakistan coğrafyasında yatmaktadır. Bu durum AKP iktidarını da tehdit ediyor. Başbakanın hırçınlığı bunu hissetmesinden ileri geliyor.

"Merkez"de toplanan bu yeni demokrasinin mecrasında ağırlık AKP'de olmayacaktır. ANAP ve Doğru Yol kadrolarının ittifakı bunu göstermektedir. İşin Çiller ve Mumcu gibi kifayetsiz muhterislere bırakılmaması da olayın ciddiyetine bir kanıttır. Şener'in bu yeni durumdaki rolünü bugünden kestirmek zor görünüyor. Fakat etkili bir misyonu yüklenmesi de beklenmelidir. Göreceğiz.

Diğer yandan DSP'nin sermaye çevrelerine yakın bir liderin yönetimine girmesi ünlü "Aralık Platformu"na partileşme açısından bir fırsat olabilir. DİSK ve Kemal Derviş'in katılımıyla yeni bir "Sosyal Demokrat" partimizin doğuşuna yakın günlerde tanık olabiliriz.

Kanımca asıl sürprizi SHP kanadı bize hazırlamakta. Bu ayın ortalarında yapılacak SHP kongresinde Genel Başkanlığa aday olması beklenen Fehmi Işıklar kazanırsa Demokratik Toplum Partisi ciddi bir rakiple karşılacak. Bilindiği gibi Fehmi Işıklar'ın genel başkan olduğu HEP, İnönü yönetimindeki SHP'yle anlaşarak TBMM'ne girmişti. Leyla Zana ve arkadaşlarıyla böyle tanışmıştık.

Önümüzdeki aylar bu çok bilinmeyenli denklemin nasıl çözüleceğini ortaya koyacak, CHP'nin derin dondurucuda kalıplaşan yapısının böyle bir siyasal değişim ortamındaki tavrı ise belirsiz. At gözlüklü işlevine tek doğrultuda devam mı edecek, yoksa sola dönük bir açılama mı yönelecek. Pragmatik, kısa dönemli etki yapan muhalefetin ömrü de kısadır. Söylenenler çabuk unutulur. Örneğin Mayın Tarlalarına yönelik itirazını yükseltirken yazımızın dışındaki ABD kuşatmasına değinerek, olası yeni kuşatmayı açıklasaydı, daha etkili olmaz mıydı?. Fakat Baykal bunu yapamaz, elli yıl önce İnönü'nün yapamadığı gibi.

Merkez'de odaklaşan siyaset mühendisliği ezilen, sömürülen, yoksullaşan, işini kaybedenlere, emeği ucuzladıkça ucuzlayan emekçilere bir yararı olmaz. Onların yükselen seslerine, itirazlarına ancak sosyalist siyaset yanıt verebilir, yaralarını sarar...

O muhalefet ise sabırla büyür, inatla güçlenir, inancıyla kazanır.