Malezyalılaştırma

1 Mayıs'ı kutluyoruz. Bu ilki değil sonuncusu da olmayacak. Geride bıraktığımız yüzyıl süresince işçi sınıfının dayanışma gününü bazen bir bayram havasında, bazen işgal altında, çoğu kez göz altılarda, zulümle, ölümle karşı karşıya kutladık. Emekçi önderleri, sosyalistler 1 Mayıs öncesi nezarethane günleri için çıkınlarını hazırlarlardı. Cumhuriyet bu günü "Bahar" bayramı kabul edip kırları işaret etti. 1970'li yıllarda, sermayenin ayrıcalıklı semtinde, Taksim Meydanı'nda sınıfın gür sesine tanık olunca, 15-16 Haziran 1971'in iki günlük uzun yürüyüşünü unutamayanlar 12 Eylül'ün cunta yönetimi 1 Mayıs tatilini velev ki Bahar Bayramı adını taşısa bile kaldırınca tam 27 yıl 1 Mayıs'lar copların biber gazlarının günü oldu. Sermayenin emir kulları en acımasız cerrahlara dönüştü.... Üç gün sonra nasıl bir cerrahi operasyonun yapılacağını kestiremeyiz. Verilen tatilin sermayenin bir lütfu olarak değil kendi yüzyıllık savaşımızın bir hakkı olduğunu bilelim. Sesimizi alanlarda yükseltirken "Malezyalılaştırma" operasyonunun yarattığı ölümcül tehlikeyi bir kez daha anımsatalım.

Biliyorsunuz. Aydınlarımız, köşe yazarlarımız, Nişantaşı özentili orta sınıf ailelerimiz , tatlı su batıcılarımız senelerdir "Türkiye İran Olur mu?" sorusunun yanıtını aradılar. Sorunu sadece giyim kuşama indirgeyenler bu korkuyu üzerlerinden atamadılar. 2000'li yıllarda aklı evvel ABD'li birkaç düşünür Türkiye ve Malezya'yı terazinin "Ilımlı İslam" kefesine koyunca İran'ın yerini Malezya aldı. Aylarca tartıştık durduk. Fakat asıl tartışılması gereken konuya değinmedik. 1 Mayıs "Emek ve Dayanışma" gününde Türk emekçileri açısından çok önemli olan bir süreç sergilemenin zamanı gelmiştir. 1 Mayıs deyince emekçileri "Taksim" kavgasıyla bir anlamda gaza getiren sendika önderlerinin de ne denli gerçekten uzak yaşadıklarını gösteren bir uyarı olabilir bu süreç.

Önce, William Greider adlı Amerikalı bir araştırmacı-gazetecinin kitabından (Tek Dünya, küresel Kapitalizmin Manik Mantığı, İmge Yay.) yaptığım şu alıntıları sergileyelim. "Malezya'nın sahip olduğu düşünülen "mukayeseli avantaj" yani ucuz işgücü ileri alanlarda çare olamıyordu. Master yapmış çok sayıda Malezyalı mühendis vardı ve maliyetleri ABD mühendislerinin sadece dörtte biri kadardı. Ancak Bangolore'de ki Hintli Mühendisler Malezyalılardan daha ucuzdular."

"Malezya'da düşük ücretler açıkça ulusal varlık olarak görülüyordu. Mahattir (Eski Başbakan), Batılı işgalcilerden şikayet ediyordu: "Bunun gelişmekte olan ülkelerin yegane mukayeseli avantajı olduğunu gayet iyi biliyorlar. Bütün mukayeseli avantajlara- teknoloji, sermaye, zengin iç pazarlar, yasal çerçeve yönetim ve pazarlama şebekesi- gelişmiş ülkelerin sahip olduğunu da biliyorlar"

Mahattir'in bu konuşmasına yönelik açık tehdit ABD Büyükelçiliğinden geldi. "Malezyanın gittikçe karmaşıklaşan imalât sektörlerini cezbedememesi halinde, orta teknoloji tuzağına yakalanma, kendisini büyümenin düşük olduğu bir sanayi merkezi olarak bulma riski var"

Sonuçta şu nokta Malezya örneği ile "net ve açık" ortaya çıkıyordu: "Küresel devrim (neo-liberal sav) işçi ücretlerini, ama aynı zamanda hükümetleri de (poker) oyuna sürüyordu daha düşük ücretler, daha düşük vergiler daha az sorumluluk duygusu. Laissez-faire kapitalizminin ideolojisinden eski bir klişeyi ödünç almak gerekirse, çok uluslular komşuyu dilenciye çevirme siyasetlerini özgürce izlemekteydiler. "Milli Ekonomi" yanlısı Mahattir üstte değindiğimiz değerlendirmesini Pekin'deki bir konuşmasında yapmış ve iktidarı da uzun sürmemiştir.

Türkiye 24 Ocak 1980'de uluslararası ticari serbestiye kapılarını sonuna kadar açmış, bunu finansal serbestiyle pekiştirmiş, küresel ekonomiyle eklemleşme şiarı ile global poker masasına oturmuştur. O günden bugüne önünde yığılan yapay fişlere karşın tüm kamusal varlığını kaybetmiştir. Enerji, Demir-Çelik, İmalât sanayi, petrol rafinaj sistemleri, tekstil, şeker vb. gibi tüketim malları sanayiini tamamıyla yitirmiştir. Bankalarının uluslararası finans düzenine kaptırmıştır. Bütçesi ancak yüksek faizli iç borçlanmayla ayakta durabilmektedir.

Ayakta kalmasını sağlayacak iş gücü ise adım adım niteliksizleşmektedir. 1970'li yılların sonunda %100'e yaklaşan okullaşma oranı yeniden % 80'lere düşmüştür. Son araştırmalara göre ilk öğretim çağındaki kız çocuklarının %11, erkek çocuklarının ise %7'si okula gidemiyor. Şanlı Urfa'da 23 Nisan'da valinin koltuğuna (göstermelik) oturan kız öğrencinin, vali amcasından ricası "Babama söyleyin beni liseye göndersin oluyor"

Kırsaldan kentlere göç varoşları doldurdu. Kentlerin çevresi adım adım Kalkuta, ya da Bombay'in "Slumdog"larına dönüşüyor. Meslek ve becerinin önemi kalmamış. Üniversite mezunları Zonguldak'ta maden işçisi olabilmek için sınava giriyor. Asgari ücret başat ücret konumunda, kayıt dışı işçi neredeyse karın tokluğuna çalışmak "Ne olursa yaparım" sloganına dönüşüyor. Bilinmeli ki TUİK'in verdiği oranlar yanlı ve de yanlış. Artık Türkiye'de çalışabilir nüfusun (15-65) yarısı işsiz. Eskinin aldatıcı tarım istihdamı ise bugünü kurtarmıyor, çünkü tarım kesimi de can çekişiyor.

1980 cuntası işçi kesimini de vurdu, sindirdi. 1960-70 döneminin şanlı grevleri, işyeri işgalleri, yürüyüşleri geride kaldı. Sonuncusuna Zonguldak Maden-İş grevinde tanık olduk. Önce Zonguldak sokaklarında günlerce yürüdüler, bilendiler. Ve sonra Ankara'ya doğru yürüdüler. Önde sendika önderleri, işçi sınıfının dostları kol kola. Gerede kavşağına dayandılar. Siyasi partiler destekliyordu. SHP Genel Sekreteri Ertuğrul Günay, Gerede'de gazetecilere gelişmeleri saat saat haber veriyordu. Yürüyüş o noktada kaldı. Çankaya'nın "şişmanı"na ulaşılamadı. Bu son başkaldırıydı. Grevler azaldı, cılızlaştı. Bırakın siyasal ve sosyal hak direnişlerini normal pazarlık gücünün bile zayıfladığını sendikalar fark etti. İşçi fark etti. "Düşük ücret" kaynağı olarak koca bir sınıf adeta donuklaştı.

1 Mayıs 2009'da "Vaziyet ve Manzarayı Umumiye" budur. Türkiye neo-liberalizm "refah" ve "büyüme" masallarıyla "Malezyalılaştırılmıştır". Tuzla tersaneleri en göze batan örneğidir bunun. Ülkenin ana sektörlerinin hemen hepsi global şirketlerin taşeronu haline gelmiştir. Açlık, yoksulluk, ülke çalışanlarının tek kaderi olarak, bir anlamda, kabul edilmektedir. Oyak'ın Erdemir'i ücrete yönelik tüm hakları %35 düşürerek geleceğin muştusunu vermiştir.

Tablonun görünen yanı budur. Ama bir başka yanı ise gelecekteki daha güçlü ve kararlı bir dayanışmanın haberini vermektedir. Sömürüsüz, insanca yaşanacak başka bir dünyayı yaratmayı hedefleyen irade daha bir pekişmektedir. Bir türkü ağır ağır yeniden kendini duyurmakta ve de yükselmektedir.

Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu,

Önümüzde bakır taşlar güneş dolu

Dostların arsındayız...

Güneşin sofrasındayız.

Malezyalılaştırma operasyonunu engelleyecek tek güç işçi sınıfıdır. Onun siyasal gücüdür. Güneşin sofrasında buluşmak amacıyla Selam olsun işçi sınıfına