İstihbarat Ağı Genişliyor

Aylar önce Hükümet'le Genel Kurmay Başkanlığı Terörle Mücadele'de koordinasyonu sağlayacak bir Müsteşarlığın kurulması konusunda görüş birliğine varmışlardı. Son dönemde, İçişleri Bakanı Beşir Atalay bu yeni "Kamu Güvenliği" müsteşarlığına ilişkin ilk bilgileri açıkladı. Medya bu açıklamalara dayanarak "Süper Müsteşarlık" nitelemesini yaptı. Açıklamalar göre "süper" değerlendirmesinin haklı olduğu ortadaydı. Yeni kuruluş başta MİT, Emniyet ve Jandarma vb. gibi kurumların elde ettikleri tüm bilgileri bünyesinde toplayacak ve onları yönlendirecekti. Böylece hem müsteşar, hem de onun bağlı olduğu İç İşleri Bakanı, elindeki bilgi ve yetkilerden ötürü çok güçlenecekti. Bunun yaratacağı sorunlar önümüzdeki günlerde çeşitli mahfillerde çok tartışılacaktır. Ben bu yazı da "İstihbarat kimin yararına" sorununa değinerek çağımızın kaçınılmayan bir gerçeğini yansıtmak amacındayım.

İstihbarat kaba bir anlatımla bilgi toplama diye tanımlanabilir. Devletten, Bankalara, şirketlere kadar bir çok kurum faaliyet alanlarına yönelik stratejilerini belirlemek, planlarını yapmak, etkinliklerini güçlendirmek için etkin bir bilgi akımına ihtiyaç duyar. Dikkat ederseniz "Bilgi Akımı" deyimini kullanıyorum. Çünkü sürekli değişimin yaşandığı bir ortamda bilgi de kesintisiz elde edilmelidir. Sorun, evlenmeden önce damat ve gelin adaylarının yaşamlarının ayrıntılarını bilmeye kadar uzanacak derinliktedir. İlk çağlardan bu yana her zaman önemini korumuştur.

İstihbaratın hangi gücün denetimi altındadır sorusu konunun ana noktasıdır. Ne amaçla kullanılacağı ise sözünü ettiğimiz gücün belirlenmesiyle ortaya çıkacaktır. Türkiye'de istihbarat örgütü olarak akla gelen ilk örnek İttihat ve Terakki'ye bağlı "Teşkilât-ı Mahsusa"dır. İttihat ve Terakki siyasi örgüt olarak bir buzdağını andırır. Dağın görünen bölümü, görünmeyen bir örgütlenmeye dayanır. Onu iktidara taşıyan "Bâb-ı Âli" baskını bu güçle örgütlenip başarıya ulaşmıştır. "Teşkilât-ı Mahsusa" cumhuriyet döneminde MAH ve sonradan MİT dediğimiz ulusal istihbarat örgütünün de nüvesini oluşturmuştur.

Günümüz devletlerinde "Her yönde" istihbarat bir ağ gibi toplumların üstünü kaplamaktadır.Eski Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt'ın Kuzey Irak'la ilgili istihbaratın ne ölçüde sağlandığını anlatmak için kullandığı "BBG evi gibi" deyimi anlamlıdır. "Biri Bizi Gözetliyor" yaklaşımı Aldous Huxley'in "Yeni Dünya" romanı ile belleklere yerleşmiştir. Huxley bu eserinde Sovyetler Birliğini eleştirmeyi amaçlamıştır. Ne var ki küreselleşen kapitalist sistemin etkinliğini güçlendirmek ve genişletmek için kurduğu İstihbarat Örgütleri sayılamayacak kadar artmış, sistem düşmanlarından, rakip ürünlerin hangi tüketici grubuna satılabildiğine kadar her alanda görev üstlenir hale gelmişlerdir. Bir alış veriş merkezine giren potansiyel müşterinin davranışı bile istihbarat konusu olabilmektedir. Son aylarda ortalığı kaplayan "dinleme kayıtları" ve çeşitli bilgileri içeren "CD"ler konunun boyutlarını çok güzel ortaya koymaktadır.

Artık sadece gözetlenmiyoruz, dinleniyoruz,izleniyoruz. Her hareketimiz mercek altında sınırlanıyor, yönlendiriliyor. Bir askeri birliğin erlerinin talimde yaptıkları gibi belli doğrultuda eğitiliyoruz. Bir balık ağının içinde sanki tüm insanlar. Kendilerine izin verilen alanda dolanıp, duruyorlar. Buna demokrasi, özgürlük diyorlar. Peki kimin yararına bu kamusal ve özel istihbarat ağı. Yanıt belli: Egemen sınıfın yararına.

Ticaret, sanayi ve finans aşamalarının tümünde tüm istihbarat bilgileri sermayenin ve onun belirlediği devletin emrine sunulur. Erkini daha güçlendirmek, çıkarlarını korumak, egemenlik alanını genişletmek için kullanılır bu bilgiler. Bu koşullar altında liberalizm ve demokrasinin temel kavramları da gene egemen sınıfın erkine doğru orantılı olarak belirlenir. Bunun en güzel örneğini yazılı ve görsel medyada yer alan bir polemikte gördük.

Olay, ultra-liberal Hadi Uluengin'in Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir köşe yazısıyla başladı. Uluengin yazısında Bilge Köy katliamını Kürtlerin etnik yapısının doğal bir neticesi olduğunu, Fransa'da ki Kuzey Afrikalı göçmenlerin davranışlarını örnek göstererek bu yargısını pekiştiriyordu....Ultra liberal Hadi Uluengin'in bu yazısına NTV Basın Odası yayınında Ruşen Çakır sert bir yanıt verdi. Uluengin'i ırkçılıkla suçladı. İkisinin yazıya döktükleri bu tartışma gelişti ve liberal görüşleriyle tanınan Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök "Hadi'ciğinin" çok haklı olduğunu köşesinde yazarak tarafını belli etti. Bir anlamda Ruşen'in ırkçılık yaptığını ileri sürdü. Hadi Uluengin ve Ertuğrul Özkök'ün savları, eldeki tüm bilgilerin saptırılarak, rötuşlanarak egemen sınıf lehine nasıl ustaca kullanıldığına en güzel örnektir.

Yenilerde yayınlanan "Hitler Kitabı" Nazi İstihbarat ağının oltasına düşen bilgilerin ne denli saptırılarak kullanıldığını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda Goebels'in "Propaganda" makinesi de etkin bir rol oynamıştır. Türkiye'de de Nazi Bakanının ustaca kullandığı ve o günlerde "Beşinci Kol" diye nitelenen propaganda'dan korunmak için çeşitli yöntemler kullanılırdı. Tramvaylarda asılı "Sus, yerin kulağı vardır" mealindeki yazıları hatırlarım. Bugün, Silahlı Kuvvetlerin karargâhlarında "cep telefonu ile el bombası" resmi neden bir arada sergileniyor dersiniz? Günümüzde sermayenin istediği tek tip insanı yaratmak ve onu kendi yararı doğrultusunda kullanmak için çok daha ince ve fark edilmeyen, hatta yaygın beğeniyle karşılanan yöntemler gündemdedir. Televizyon dizleri, klipler, reklamlar, müzik ve dans nice öğe bu bağlamda ustaca kullanılmaktadır. Hatta matematiğin pek bilinen "Olmayana Ergi" yöntemi bile sermayenin elinde bir beyin yıkama silahıdır. Osmanlı döneminin "Mağrur olma Padişahım senden büyük Allah var" belgisi bu yöntemin en çarpıcı örneğidir. Padişah'a mağrur olma derken temelde tam aksi beyine yerleştirilmektedir: "Tanrıdan sonra Padişah gelir". İtaati, gücü bundan daha iyi nasıl tanımlarsınız.

Bu bağlamda kendimizi bir akvaryumda dolaşan balıklara benzetmemiz istenmektedir. Digitürk'ün müzik yayını yapan kanallarında ekrana içinde en seçkin süs balıklarının salınarak gezindiği, iyi dekore edilmiş bir akvaryum gelmektedir. Vivaldi, Bach, Brams sonatının ya da bir opera aryasının eşliğinde gözlerimiz ekranda dalar gidersiniz. O anda ben çok yıllar önce seyrettiğim bir bilim kurgu filmini hatırlarım. Bir ülkede egemenler artık sıkı korunan bir bölgede bolluk içinde yaşarken Hintli parya benzeri yaşayan ezilenlere ise protein içeren tabletler verilmektedir. Bu hayata dayanamayarak ölmek isteyenler lüks bir odada, tüm duvarları kaplayan bir ekrana yansıtılmış manzaralar eşliğinde istediği müziği dinleyerek ilaçla ölüm uykusuna yatırılmakta, naaşları ise proteinli tabletleri üreten tesislere gönderilmektedir. Bu örnek çok uyarıcıdır. İnsanlık bir avuç sermaye egemeni için, böyle bir yöne doğru sürüklenmek istenmektedir. Bize düşen "Yağma yok başka bir dünya yaratılacaktır" şiarını yaşama geçirmektir.