Israr Bazen İkrar Demektir

Geride bıraktığımız Temmuz ayının neredeyse tek konusu Hâkim ve Savcı atamalarına ilişkin suçlamalar ve bu bağlamda yargı bağımsızlığıydı. Özellikle “Zaman” ve “Yeni Şafak” gazetesi ile Samanyolu, Kanal 7 vb. gibi “Yandaş Medya” denilen yayın organları Ergenekon davasına bakan savcı ve hâkimlerin değiştirilmemesi için inanılmaz bir ısrarla “dedikodu” başta olmak üzere her biçimde ürettikleri haber, yorum ve yazılarla bir çeşit propaganda mücadelesi verdiler. Nazilerin ünlü “Propaganda Nazırı” Goebels bile bu tutkulu haber, yorum üretimine parmak ısırabilirdi. Yayın organlarının arkasındaki cemaatin tutkulu ve de ısrarlı tavrı ise düşündürücüydü. Tüm haber ve yorum üretiminin, suçlama ve karalamaların ana savı ise şöyle özetlenebilir: “Bu davanın savcı ve yargıçları görevden alınırsa, yargının bağımsızlığı yara alır, adalete olan güven sarsılır”. Başka yargıç ve savcılara olan güvensizliği de yansıtan bu sav, ne yazık ki, tutkulu ısrar ve propaganda ile adeta “bumerang” gibi dönüp iddia sahiplerini yaralamıştır. Çünkü, böylesine tutkulu ısrar bir yerde ikrar demektir. İkrar, günümüzde (Hukuk dışında) pek kullanılmayan Osmanlıca sözcüktür. “Karar” kökünden türetilmiştir. Anlamı saklamayıp açıklama yani “itiraf” demektir. Hukukta da bir suçu kabul etme anlamında kullanılır. Böylece, mâlum davanın yargıç ve savcılarının değiştirilmemesini isteyenler bu ısrarlarıyla “Çünkü onlar bizden, bizim işimize gelen doğrultuda yargılamayı tamamlayacaklar” izlenimini yaratmışlar. Kamuoyunun adalete olan sınırlı inancını da tahrip etmişlerdir.

Cemaatin savına baktığımızda, iki temel öğeye dayandığını görüyoruz

Yargı Bağımsızlığı ve tarafsızlığı

Adalete olan güvenin sarsılmaması

Bağımsız ve yansız yargı. Günümüzde liberal demokrasilerin en fazla kullandıkları iki sözcüktür. Ne var ki, elinde teraziyle gözleri bağlı bir genç kız imgesiyle yansıtılan bu iki yaklaşım liberalizmin temel varsayımı olan “serbest rekabet piyasası” gibi hiçbir toplumda gerçekleşmeyen bir fantazyadır. Güçlüler ve varlıklılarla, ezilen, sömürülenlerin birlikte yaşadıkları sınıflı toplumlarda yansız yargı söz konusu değildir. Sınıf sorununu gündeme getirmeme bıkkınlık verdi diyeceksiniz ama Kemal Türkler suikastını gerçekleştiren kişinin yirmi dokuz yıldır serbest dolaşması sınıf olgusunu açıklıyor. Türkler'in kızı “ondokuz yaşındaydım, cinayeti gördüm, suçluyu teşhis ettim” diyor ama mahkeme heyeti delil yetersizliğinden beraat kararını vicdan rahatlığıyla veriyor. Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un tek bir kişiyi öldürmeden idama gitmesine ne dersiniz? Kararın onaylandığı Meclis oturumunu görseydiniz. Demirel ve yandaşlarının kıvancına tanık olsaydınız, yansız yargı sözünü bir daha ağzınıza alır mıydınız? Dünyadaki ülkelere baktığımızda sadece yansız görünme çabası görürsünüz. Bilindiği üzere 1981 anayasası “Toprak Reformu”nu sosyal devletin temel adımlarından biri olarak kabul etmiştir. 1971 darbesinden sonra bu reform yaşama geçirilmiş, Urfa’da da ilk uygulama gerçekleştirilmişti. Sonra ne oldu? Topraklarının bir bölümü topraksızlara dağıtılan büyük toprak sahipleri, aşiret reisleri mahkemelere başvurdu, konu Anayasa Mahkemesi'ne intikal etti. Yüksek Mahkeme reform yasasını, mülkiyetin korunması noktasında iptal etti. Topraklar sahiplerine iade edildi. Konu unutuldu, Prof. Dr Ümit Doğanay öldürüldüğüyle kaldı.

Adalet mekanizmasının sınıfsal yapısının ötesinde ülkemizdeki uygulamaları da “yansız ve bağımsız yargı” yaklaşımını çürütmektedir. Bir kere bu yıl 86. yılını kutlayacağımız Cumhuriyet'in yaklaşık yarısı sıkıyönetim, olağanüstü hal, Takrir-i Sükûn vb. gibi baskı dönemlerinde geçmiştir. Buna 1930’dan sonraki tek parti rejiminin “Hak yok, vazife vardır” anlayışını da eklerseniz. “yansız ve bağımsız” yargı açısından parlak bir dönemin var olmadığı açıktır. Bu süre içinde İstiklâl Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri harıl harıl görevlerini yerine getirmişlerdir. 1977’nin 1 Mayıs’ında, işçi sınıfının ünlü sloganı olan “DGM’yi ezdik sıra MESS’te” yi acı bir gülümseme ile anımsarım.

Seksen altı yaşındaki Cumhuriyet Türkiye’si, şu ya da bu grubun tasfiyesine yönelik nice yığınsal katılımlı siyasi yargılanmaya tanık olmuştur. Birkaç örneği hatırlatalım.

1926’daki İzmir-Ankara yargılamaları. Bu süre, İzmir’de Gazi’ye yönelik bir suikastın önlenmesi sonrası Ankara İstiklâl Mahkemesi'nce yürütülmüştür. Mahkeme suikast girişiminin sanıkları ile yetinmemiş Terakkiperver Fırka önderlerini kapsayan geniş bir tutuklamayı gerçekleştirmiştir. Daha önce yurtdışına çıkmış olan Rauf Orbay, Dr. Adnan ve eşi Halide Edip uzun yıllar ülkeye dönememiş, Karabekir, Ali Fuat Paşalar başta olmak üzere birçok suçsuz İzmir’de idam talebiyle yargılanmıştır. Mahkeme Başkanı Kel Ali (Çetinkaya) Başvekil İsmet Paşayı da derdest etmek istemişse de Gazi engellemiştir. Paşalar bu yargılamadan sıyırmışlardır ama uzun süre gözetim altında yaşamış ve sindirilmişlerdir.

Bu yargılamanın Ankara safhasında ise İttihatçılar tasfiye edilmiş Maliye Nazırı Cavit Bey, Dr. Nazım, İsmail Canpolat idam edilmiş Karakemal intihar ederek bir anlamda çaresizliğini kanıtlamıştır. Yıllar sonra o dönemde yargılananlara ve yurt dışına kaçanlara “iade-i itibar” sağlanırken, İsmet Paşa olayı meâlen “zamanın ve siyasetin gereğiydi” diyerek özetlemiştir.

1938’de “Yavuz” zırhlısındaki askeri mahkeme Nâzım Hikmet, Kemal Tahir ve kardeşi, A. Kadir vb. gibi sosyalistleri asılsız suçlamalarla ağır cezalara mahkûm etmiştir. Bu bağlamda TKP’ye yönelik 1951 ve diğer toplu tutuklama ve yargılamalar aralıksız sürüp gitmiştir.

1961 Yassıada yargılaması. Bu konu son aylarda enine boyuna çok irdelendiği için ayrıntıya girmek istemiyorum.

Birinci ve İkinci TİP’e yönelik davalar, Boran, Aren ve arkadaşlarının ağır hapislerle cezalandırılması.

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının trajik ölümü ile sonuçlanan yargılama

Dev-Genç, Dev-Yol, Dev-Sol vb. gibi yüzlerce kişinin yargılandığı ve bir kısmı hâlâ sonuçlanmayan davalar

12 Eylül’ün spor salonlarına sığmayan yargılamaları: DİSK, Barış Derneği vb. gibi davalar

Bu saydıklarım ilk anda aklıma gelenler. Böyle bir geçmişe sahip olan yargı sistemimizin yansızlığından ve de bağımsızlığından söz edilebilir mi?

Adalete olan güven ise şu halk deyişine indirgenmiştir: “Allah mahkeme kapısına düşürmesin”. Nice yazarımız, edebiyatçımız bu konuyu yapıtlarında dillendirmiştir. Meraklısı Sait Faik’in bu bağlamdaki yazılarını, öykülerini okur. Eski yayın organlarımız bir-iki sütunlarını mahkeme haberlerine ayırırlardı. Nihayet arada bir yayınlanan güven anketleri bir başka göstergedir.

Dememiz odur ki yansız ve bağımsız yargıyı dillendirmenin belki sınırlı bir albenisi vardır ama anlamı içeriği boştur. Bu babta Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç en doğru kararı vermiş yeni binadaki terazili adalet meleğinin gözünü açmıştır sistemin yargıya yönelik en doğru yorumu budur. Dolayısıyla biz de “gözümüzü açalım”.