Hepsi O Eski Nakarat

Bizans'tan müdevver saraya hapsedilmiş klasik Türk Müziği tek seslidir. Başta aşk olmak üzere belli konuları terennüm eder. Fasıl, bu müziğin makamlarının sergilenmesidir. Radyolu günlerde, akşam saat beş-altı sularında hemen her evden Ankara radyosu fasıl programının nağmeleri yükselirdi. Aynı makamda bestelenmiş şarkılar, açılış peşrevinden sonra koroca söylenir, saz semaisiyle fasıl nihayet bulurdu. Bizler bu makam denilen tek kalıba dökülmüş, Alaturka diye nitelenen bu şarkılarla büyüdük. Güftesinde ki dizeleri pek aklımızda tutamasak da sık sık yinelenen nakaratlar adeta beynimize kazındı.

Cumhuriyetin asgari yetmiş yılına tanıklık ettiğim sürece, ülkemizdeki siyasetin de belirli bir makamı kalıbına dökülmüş, tek sesli bir alaturka şarkıya benzediğini, geride sadece nakaratların kaldığını gördüm. Günümüze uzanan siyasal söylemlerdeki nakaratlar şimdilerde "Hamdolsun" sözcüğüyle kavileşmiştir. "serbest piyasanın nimetleri", "sola kapalıyız" biçimindeki iman tazelemenin temelleri pembe ve de sanal ütopyalarla doludur: "Büyük Türkiye", "Nurlu Ufuklar" "Küçük Amerika Olacağız" , "Büyük Düşün" gibi.

Kuşkusuz tek parti döneminin nakaratında toplumsal genimizdeki "despotik" eğilime uygun faşizan sloganlar vardı. Her fırsatta caddeleri süsleyen taklarda, bez afişlerde bunları okurduk "sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz". "tek parti, tek şef, tek ulus", "hak yok, vazife vardır" vb gibi.

Çok partili, "Devr-i Demokrasi" de bunlara benzer belgilerinin yerini bir öncede belirttiğim gibi liberal piyasa ekonomisine olan bağlılığımızı belirten söylemler aldı. Bu bağlamda çok ağır suçlamalar dillendirildi. Örneğin 1961 seçiminde adalet Partisinin kullandığı "Millet Plan değil Pilav İstiyor" söylemi, 1965 seçiminde Süleyman Demirel'in ortaya attığı "ortanın solu, Moskova yolu" suçlaması 1973'de gene Demirel'in CIA ve Pinochet ortaklığının katlettiği Şili Devlet Başkanı Sosyalist Allendeye telmihen Bülent Ecevit'e Büllende diye hitap etmesi.

Sola kapalı, sağın tüm renklerine açık demokrasimizde partiler arasındaki çekişmelerin hepsi sabun köpüğü gibidir. Bir süre baloncuklar havayı doldurur ama birden hepsi söner. Bir zamanlar (diyelim ki 40-50 yıl) önce İstiklâl caddesinde, Mis sokağının mı yoksa Ağa Camii'nin mi köşesinde bir berduş adam dururdu. Elinde bir ince boruyu üfler, köpükler çıkarırdı. Satar mıydı bilmiyorum. Yıllarca onu hep aynı köşede köpük üflerken gördüm. Şimdi düşünüyorum da bizim başa güreşen siyasal partilerimizin de o adamdan farkları yok, sadece köpük gibi çabuk sönen söylemler üretip kendilerini ve halkı avutuyorlar.

Bir panayır havasında geçen mitingler de böyle köpüklerdir. On binlerin toplandığı mitinglerde liderlerin sözlerini kaç kişi hakkıyla işitir, ne kadarını anlar, bilinmez. Fakat şenlik çekicidir. Her miting bana Sultan Ahmet meydanındaki idam cezalarının infâzını görmek için toplanan çoluk-çocuk, kadın-erkek kalabalığı anımsatır. Bir ölümü seyretmek ancak bu kadar panayır ortamına dönüştürülür. Geçen yıllar, meydanlarda toplanan yığınların sayısal ağırlığının aynen sandığa yansımadığını bana göstermiştir. Hele onlarla televizyon, radyo kanalının, sayısı belirtilemeyecek kadar çok internet site ve haber portallarının var olduğu günümüzde konuşulanların bile gereğince duyulmadığı meydan mitinglerinin "Gösteri" olmaktan başka bir "Kıymet-i Harbiyesi" kalmamıştır. Bu savımıza son ABD seçimi kanıttır.

29 Marttaki seçim yereldir. İktidarı değiştirmeyecektir. Sık sık dillendirilen AKP'ye yönelik bir referandum niteliğine de sahip değildir. Parti kimliği adayın kimliğine yeğlenmez. Buna karşın bu seçimde başkanlar, meclis üyeleri kampanyada hep perde arkasında kalıyor. İstanbul, Ankara vb. gibi birkaç aday dışında adını sanını bildiğimiz yok. Parti liderleri yerel seçimin baş rollerini kapmış durumda. Oysa yerel meclisler katılımcı demokrasinin kılcal damarlarıdır. Hele Türkiye gibi genel seçimi yüzde on barajla ambargolanmış bir ülkede barajın var olmadığı yerel seçim demokrasiyi güçlendiren bir hava deliği gibidir. Ne var ki bugün bu lombozdan gelen havadan en fazla yaralanan başta köyler olmak üzere muhtar adaylarıdır. Çünkü onlar, oylarını istedikleri seçmenlerle birebir ilişki kurmakta, mahalle ya da köye ait sorunlarını dinlemektedirler

Diğer yandan baraj ambargosundan arınmış bu seçim Belediye ve İl Genel Meclisi üyelerinin seçimlerde belde, kent ve il halkının siyasal eğilimini yansıtma özelliğine sahip olmasını da sağlamaktadır. (T. Özal'ın en fazla oya sahip partiye sağladığı beş üyelik kontenjanın sakıncaları halâ devam etse bir önceki durum geçerliliğini korumaktadır)

Geride bıraktığımız hemen tüm genel ve yerel seçimlerde temel sorunlar, hiçbir zaman ortaya konuşulmamış, konuşulmamıştır. İstanbul'da ilk Belediye'nin temellerinin atılmasından bu yana yaklaşık 130 yıl geçmiştir. Bu 130 yılın seksen yılına yakın bir süre Belediye Başkanları merkezi iktidar tarafından adeta atanmıştır. "Vali ve Belediye" Başkanı deyiminin tınısı kulaklarımızda çınlamaktadır. Dr. Fahrettin Kerim, Kemal Aygün, General Kazım Dirik, Nevzat Tandoğan ve daha niceleri bu ortak titre sahip olmuşlardır.

Bu seçimdeki söylemlerin hepsi aynı nakaratın devamı niteliğindedir. Tartışmaların boyutu çok kez "Pişekâr ve Kavuklu" diyaloğu düzeyindedir. Her an "Hayal Perdesi"nden Hacivat'ın "Yâr bana bir eğlence" diyen sesini Karagöz'ün "Hay hak" yanıtını duymayı ve arkasından da inecek bir tokadı bekliyoruz. Partiler arası bu kavga 1924 Terâkki Perver - CHP kapışmasından bu yana değişmedi. 1946-1950 döneminde Başbakan Recep Peker'in Menderes'e "Psikopat" deyişinden bu yana siyasetin "Kayıkçı Kavgası" ivmesini arttırarak sürüp gidiyor. Çünkü aynı derede yüzüyorlar.

Bu seçimde Kılıçdaroğlu Kemal'in AKP'ye yönelik yolsuzluk savları ilgi çekiyor. Ne var ki yolsuzlukların, gaspların, yağmanın, alavere dalaverenin temelinde Sermaye egemen düzen yani kapitalizm yatar. Bugünkü küresel ekonomik krizin ana nedeni neo-liberalizmin temelindeki ultra-liberalizmin pervasız aç gözlülüğü, mütecavizliği,finansal simyacılığıdır. Enron (ABD), Siemens (Almanya) açığa satışlar, Hech fonları ve daha nice örnekler bunu kanıtlamaktadır. Sosyalist Enternasyonel'in üyesi, sosyal demokrat CHP bunun farkında değil görünmektedir. Kılıçdaroğlu bile yolsuzlukları sergilerken kılıcını hepsinin anası olan sermaye egemen düzene değil bireylere sallamaktadır.

Yerel yönetimler sosyalizmin ilk adımlarını attığı ilk devrimi gerçekleştirdiği kalelerdir. Paris Komününden İtalyan Komünist Partisinin "Nasıl Bir Belediye Olmalı" sorusunu yanıtladığı Bologna deneyimine kadar yüzlerce başarılı örnek bu savın kanıtıdır. Dimitrov ve nice sosyalist lider Belediye Meclislerinden yetişmiştir. Yerel meclisler demokratik katılımın ana mabetleri olmalıdır. İçinde bulunduğumuz düzende kentler, beldeler ne yazık ki sadece yeni soygun alanlarıdır. Gerisi ise sadece yapay "Diyabet ya da "Recep İvedik" çekişmesiyle "Kurtlar Sofrası"nı gizleyen perdelemedir.